19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 12 OCAK 2013 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Sistemin Çareleri DEMOKRATİK rejimler kusurlarını ve yanlışlarını kendi içlerinde çözebilir durumda olmak zorundadırlar. Yoksa, o rejimlerin iktidarları, yine demokrasi gereği, serbest seçimlerle el değiştirir ya da darbelerle, hatta ihtilallerle yıkılırlar. Parlamenter sistem ya da başkanlık ve yarıbaşkanlık gibi yönetim sistemleri darbeleri ve ihtilalleri önlemek üzere vardır. Cumhurbaşkanının genel oyla seçilir duruma getirilişinden beri yarıbaşkanlığa biraz kaymış olan sistemimiz yine de özündeki parlamenter niteliğini sürdürmektedir; yani kuruluşu ve işleyişi parlamentonun güvenine dayanır. Parlamentoya yansıdığı varsayılan çoğunluğa dayalı bir iktidar, bu bakımdan halk yığınlarının gereksinimlerini, beklentilerini, sunulan hizmetlere ilişkin eleştiri ve yakınmalarını sürekli göz önünde tutmayı görev bilmelidir. öyle basit doğruları tekrarlama gereği şundan doğuyor: Bu günlerde iki önemli alanda haklılığı kolay yadsınamayacak tepkiler var halk yığınlarında: Eğitim ve adalet hizmetleri bakımından. İlk ve öğretimde “dört artı dört”lü değişikliklerden uzun uzadıya söz etmeye gerek yok: Öğrenciler, öğretmenler ve ana babalar âleminin kargaşa, çalkantı, şaşkınlık ve ufuksuzluk yakınması hiç bitmiyor. Adalet hizmetine gelince, yargıçlardan ve savcılardan yakınmanın ve onları suçlamanın anlamı ya da yararı yok: Yargıçların bağımsızlığına saygı göstermek zorundayız, savcılar ise yasalar çerçevesinde davranmakla görevli. Dolayısıyla, her şey iktidarın elindeki yasama çoğunluğunun tutumuna bağlı: Yasaları değiştirecek ve uygulayanları denetleyecek olan onlardır; sorumluluk da onların. öyle bir sorumluluk arayışının bağımsız yargıya karışmak ve üzerlerine baskı uygulamakla hiç ilgisi yok. Karışma ve baskı, olsa olsa yargıçlar ve savcılar üzerine değil, “mevzuat” üzerinedir. Dolayısıyla, mevzuatı oluşturanların ve değişmesi gereken yanlarını uygulamada tutanlar üzerine. Demek ki, asıl çare sorumlu bakanların değiştirilmesidir. Parlamenter sistem, bu tür değişiklikler yapılmadıkça ister istemez sonuçta seçmenlerin oylarıyla iktidarların değiştiği sistemin adıdır. Anayasal Vatandaşlık ve Kürtçü Yaklaşımlar –III NurcuGülenci kesimde olduğu gibi bu kesimde de tarihsel ve mantıksal koşullar, bir çırpıda ideolojik ve siyasal sabitlere kurban edilmiştir. Üstelik bu işlem yalnızca bir “dışalım” da değil, aynı zamanda tarihin çok özel örneklerinden biri olan AB için yapılmış bir kuramın dışalımıdır. Bu tür bir tarihsel – kuramsal tutarsızlık, Türkiye’ye çıkış gösterebilir mi? “Y Birgül Ayman GÜLER CHP İzmir Milletvekili eni anayasa” tartışmalarında vatandaşlık sisteminin değişmesini ve sistemin “anayasal vatandaşlık” görüşüne göre tanımlanmasını isteyen kesimlerden biri de Kürt milliyeti çerçevesinde siyaset yapanlardır. Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) ile Hak ve Özgürlükler Partisi (HAKPAR) üniter devlete karşı federalizm talebinde bulunurken, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ‘demokratik özerklik’ etiketiyle üniter devlete değil ulusal devlete karşı konumlanmıştır. Bu iki talep, anayasanın “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” ilkesinin ortadan kaldırılmasını gündeme getirir. Anayasada benimsenmiş olan “bölünmez bütünlük ilkesi” şöyledir: “MADDE 3 Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı ‘İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.” Anayasal bölünmez bütünlük ilkesi, tartışmalarda farklı anlamlar yüklenerek konuşulur. Bu ilkeye karşı olanlar, ilkenin içeriğinden rahatsızdır. Ama bir de, bu ilkenin ‘duygusu’ndan rahatsızlık duyanlar vardır. Rahatsızlık daha çok ‘vatanın bölünmez bütünlüğü’ sesinin 12 Eylül faşizmini hatırlatmasındandır. Ne var ki, konuyu gerçek niteliğiyle anlayabilmek için, söz konusu ilkenin matematiksel haline odaklanmakta büyük yarar vardır. Devletin ‘ülkesi ile’ bölünmezliği üniter devlet ilkesinin benimsendiğini; ‘milleti ile’ bölünmezliği de ulusal devlet ilkesinin temel alındığını gösterir. Buna göre, Türkiye’de devletin coğrafyaya göre toprak üzerindeki örgütlenişi üniter/tekçidir; federal olamaz. Yani yasa yapma ve yasaları uygulama gücü, ülkenin parlamentosu ile hükümetindedir; bunun dışında siyasal karar ve yürütme organı yoktur. Diğer bütün kurumlar, valilik ve kaymakamlıklar, yerel yönetimler siyasi değil, idari nitelik taşır. Yine buna göre, devletin insana/topluma göre örgütlenmesi “ulus” esasına dayanır; milliyetler devleti olamaz. Tüm vatandaşlar etnik kökeni, inancı, cinsiyeti ne olursa olsun Türk vatandaşıdır. Devlet ve hukuk karşısında vatandaşlara ne birey ne de topluluk olarak hiçbir ayrıcalık ya da dışlama söz konusu olamaz; vatandaşların eşitliği esastır. siyet farklılıklarını kapsayacak şekilde, ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı’ esas alınacak ve anayasal yurttaşlık olarak bu üst kimlikle tanımlanacaktır.” BDP için sorunun çözümü, “Türk ulusu” ve “Türk vatandaşlığı” sisteminin ortadan kaldırılmasındadır. Öngördüğü “TC vatandaşlığı”nın nasıl bir yapı getireceği konusunda ise açıklık yoktur. Partinin savını daha çok çoğulculuk, katılımcılık, özgürlük, evrensel insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanmak gibi genel kurallarla savunduğu görülmektedir. ODTÜ Eğitimi, Öğretmenleri ve Öğrencileri Doç.Dr. Anlı Ataöv Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, ODTÜ Y B ederalizm ya da anayasal vatandaşlık! Kürtçü siyasetin KADEP ve HAKPAR kanadı devletin ülkesi bakımından, BDP kanadı ise milleti bakımından bölünmesini talep etmektedir. KADEP ve HAKPAR gibi yapılar, Türkiye’de devletin toprağa göre federalizm esasına göre örgütlenmesini talep ederler; bu talep parti programlarında açıkça yazılmıştır. Öncülüğünü Şerafettin Elçi’nin yürüttüğü KADEP programında şöyle denir: “4 Sorunun çözümünde farklı formüller tartışılabilir. Partimizin çözüm formülü özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, laik, demokratik federal sistemdir.” Başkanlığını Kemal Burkay’ın yaptığı HAKPAR programındaki ifade ise şöyledir: “Parti, üniter devleti reddeder. Kürt sorununda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ilkesel olarak benimser. Sorunun çözümü için, Türkiye’nin Kürt ve Türk halkının eşitliğine dayalı demokratik ve federal bir tarzda yeniden yapılandırılmasını savunur.” Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) programında ulusal devletin ortadan kaldırılması talebi yer alır: “Tek ırk, tek dil, tek din, tek kültür ve erkek egemen anlayış yerine toplumdaki bütün etnik, kültürel, inançsal ve cin F B Anlaşılıyor ki, NurcuGülenci kesim için olduğu gibi Kürtçü kesim için de sorun gerçekte Kürt sorunu değil, “Türk sorunu”dur. Bu nedenle el ele verip bizi Türk vatandaşlığı güzeldir diyenleri ikna etmeye çalışıyorlar. Bütün “empati programları” buna yönelik. Oysa biz “bizonlar” karşıtlığı içinde değiliz. Dolayısıyla ortadaki sorunu “empati”yle değil, ancak, hepimiz için yerli yerinde bir dünya ve Türkiye analiziyle çözebiliriz. Anayasal vatandaşlık, siyasal yapılanma düşüncemizi “bireytoplum” ekseninden “topluluklartoplum” eksenine sürüklemeye çalışıyor. Bu geri adımı da unsurları topluluklar değil ulusal devletler olan bir AB için imal edilmiş; gelişmiş Batı ülkelerinde yaşanan “göçmenler ve vatandaşlık” sorunları için uygulanabilirliği soruşturulmuş bir kuramdan esinlenmeyle atıyor. Eldeki kuram bir Alman’a aittir; 1990’lı yıllara ve Avrupa Birliği’nin inşası amacına dönüktür. “25 ayrı ulusal devletten Avrupa Birliği’ni nasıl yaratırız?” sorusu için ortaya atılmış bir kavramın, bin yıllık tarihle yüz yıllık uluslaşma sürecine sahip Anadolu için uygun bulunmasını anlamak, tarihsel ve mantıksal olarak olanak dışıdır. NurcuGülenci kesimde olduğu gibi bu kesimde de tarihsel ve mantıksal koşullar, bir çırpıda ideolojik ve siyasal sabitlere kurban edilmiştir. Üstelik bu işlem yalnızca bir “dışalım” da değil, aynı zamanda tarihin çok özel örneklerinden biri olan AB için yapılmış bir kuramın dışalımıdır. Bu tür bir tarihsel – kuramsal tutarsızlık, Türkiye’ye çıkış gösterebilir mi? Bu formül çıkıştan çok, çıkmaz sokak girişidir. Değerlendirme Tarihin Çöplüğünden Beslenen Korku Krallığı Uğur Mumcu yaşarken de haklıydı; cumhuriyetle hesaplaşarak cüzdanını şişirip vicdanını kurutan güç odakları, laik cumhuriyet kurumlarını ele geçirmenin esrikliği içinde… Sevgi ÖZEL mayı” özgürlük bağlamında değerlendirmekle yaptı; dinselliğe dayalı özgürlüğün nasıl olacağı sorgulanmadı. Artık heykeller yıkılıyor; içki yasağı yayılıyor; aydınlar zindanlara tıkılıyor; eğitim dinselleşiyor; üniversite susturuluyor; Atatürk’ün adı tabelalardan, yasalardan, belgelerden kazınıyor. “Camiden çıkıp solcu” dövenler rahatladı; “bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” diyen eski siyasacılar bile düşünü kurmuş; ama bu kadarını becerememişti. Darbelerle hesaplaşma gösterileriyle hukuk ve usdışı savlarla geçmişin yanlışları sola, Atatürkçülere yükleniyor; “irtica, gerici, gericilik” gibi kavramlar dilden atılıyor; “ulusalcılık” darbecilikle eşleştiriliyor; Atatürkçüler ve onların kişiliğinde Atatürk yargılanıyor. Deniz Gezmiş’ler Samsun’dan Ankara’ya yürürken yargıç önüne çıkarılmış, “Bizi değil, Mustafa Kemal’i yargılıyorsunuz” dediklerinde yargıç, “Mustafa Kemal’i kimse yargılayamaz” çıkışıyla onların yolunu açmıştı. 24 Ocak 1993’te arabasına bomba konarak öldürülen gerçek aydın, gerçek solcu, gerçek Atatürkçü Uğur Mumcu’nun, 6 Ağustos 1992’deki “Yeni Güç Odakları” başlıklı yazısı bugün yazılmış gibidir: “Türkiye’de son zamanlarda uluslararası sermayeden güç alarak oluşan ve devlet katkısıyla gelişen güç odakları kimlerdir? Bu güç odaklarından biri İslamcı sermayedir. Son yıllardaki gülsuyu ile yıkanmış güç odakları, ‘siyasetticarettarikat’ üçgeninde gelişti. Suudi kökenli İslam bankerleri, Krallık Sarayı ile Başbakanlık merdivenleri arasında salıncaklar kurarak siyasal etkinlik kazandılar. Bugün İslamcı yayın organları, bu İslamcı bankerlerden aldıkları mali destekler ve paralı ilanlar ile çıkıyorlar. (…)Türkiye’de 12 Eylülün getirdiği arabesk liberalizm budur; liberalizmin arabeskinde siyaset, ticareti etkiliyor, tarikatlar da ticareti ve siyaseti yönlendiriyor. Din duyguları ve dince kutsal kavramlar, ballı börekli ticari ilişkilerin uçlarına nazar boncukları takılmış sihirli anahtarlar gibi (…) ticari amaçlar için kullanılıyor; yeşil dolarlar petrol ve zemzem kuyularına batırılıp batırılıp çıkarılıyor. Dolar yeşili, bu din sömürüsü ile Kâbe yeşiline karışıyor! ‘Allah adın zikredelim evvela...’ Sonra gelsin paralar! Sonra da Kemalizm, Atatürkçülük ve laik cumhuriyet düşmanlığı!” Uğur Mumcu yaşarken de haklıydı; cumhuriyetle hesaplaşarak cüzdanını şişirip vicdanını kurutan güç odakları, laik cumhuriyet kurumlarını ele geçirmenin esrikliği içinde… 90 yıl önce Kurtuluş Savaşı’nı kazananlar, yolun başında sahipsizlik duygusuyla bocalamıştı. Sonra yayılmacıyı ve işbirlikçisini bozguna uğrattılar; vergi toplayıcısının bile alikıran baş kesen olduğu korku imparatorluğunu yıktılar. 90 yıl önce yurttaş kimliği kazanan halkımız, korkunun ecele yararı olmadığını çok iyi bilir; bilir ve bir gün gereğini yapar! Tarihin çöplüğünden beslenerek ayakta kalabilen bir tek korku krallığı var mı? D il devrimi konusunda anlaşamadığımız ama görkemli şiirleriyle gönüllere yerleşen Attila İlhan’ın bir kitabının adı “Korkunun Krallığı”dır ve onun Mustafa Kemal şiiri, Mustafa Kemal için yazılanların en güzellerindendir. Bir bölümü şöyle: “…nasıl böyle varıp/ geldin hoş geldin/ çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin/ şol yüzünde güneş südü sıcaklık/ ellerinden öperim mustafa kemal/ senin dalın yaprağın biz senin fidanların/ biz bunları yapmadık/ sen elbette bilirsin bilirsin mustafa kemal/ elsiz ayaksız bir yeşil yılan/ yaptıklarını yıkıyorlar mustafa kemal/ hani bir vakitler kubilay’ı kestiler/ çün buyurdun kesenleri astılar/ sen uyudun asılanlar dirildi/ mustafa’m mustafa kemal’im…” Mustafa Kemal dalı, yaprağı, fidanı olan gençliğe laik cumhuriyeti “emanet” etmişti; ancak Mustafa Kemal’in fidanları, “elsiz ayaksız bir yeşil yılan”ın Türk devrimine aktığını göremeyip yapay gündemlere takıldılar. Benim kuşağım Celal Bayar’ın, “Mustafa Kemal’i sevmek ibadettir” buyurduğu, “Küçük Amerika olacağız” muştusu verdiği günlerde doğdu. Atatürk heykellerine saldırıların başladığı, inanç tüccarlarının örgütlendiği o günlerde olumsuzluklara direnen cumhuriyet öğretmenlerinin elinde büyü İnanç tüccarları yorduk. Öte yandan bir adımda bir, yapanların estetik duyarsızlığını da yansıtan camiler dikilirken; bin adımda bir gecekondu örneği okullar içiyle dışıyla kararıyordu. Eğitim ve gelir düzeyi inişe geçen halk, her yalana inanacak duruma gelmişti. Başkentin göbeğinde bile kızlar, okuldan alınıyor; herkesle eşit yurttaş olmaktan çıkarılıyordu. Çocuk aklımla duyup anlam veremediğim, “Beline su yürümüş oğlanlarla memesi bitmiş kızlar yan yana olmaz!” benzeri sözleri, şimdi kimi gazetelerde, çalakalem yazılan uyduruk kitaplarla bilgisunar sayfalarında okuyorum. En acısı bu durumu, kadınların savunması… Üniversiteye “türban”ı sokmak için erkek ağzıyla şakıdılar; “üniversiteye girdi mi her kuruma iner” diyene çemkirdiler. “Türban”ı “simgeleştiren” siyasaya yol verip Türk devrimiyle hesaplaşma aracı yaptılar. Çocukların sırtından yasa zoruyla çıkarılan önlüğü, cumhuriyetin “tek tipleştirme baskısına örnek” gösteren bile var. Tepedekiler, ortak kılığı, kılıksızlığa çevirmeyi özgürlükle açıklarken çocuklar, soyundukları önlüğün nerelerine dolanacağını bilmiyorlar; tıpkı “türban”a, 4+4+4’lük eğitim ucubesine sahip çıkanların, kendi özgürlüklerine yönelen tehlikeyi hâlâ görememesi gibi… Mustafa Kemal’in fidanları en büyük yanlışı, laik cumhuriyete yönelik “her hesaplaş Usdışı savlar Gereği yapılır aşamda tepkiyi tetikleyen muhakkak bir etki oluyor. Yaşamın kuralı bu. Her şey ve hepimiz etkileşim içerisindeyiz. Bu etkileşim muhakkak insan ilişkilerinde hatta toplumlar arası gerilimler yaratıyor. Gerilmeden de ilerlenmiyor galiba, yaşanan zorlanmalar farklılıkları keşfetmeye, yenilikleri yaratmaya itiyor insanı. Ancak gerilmeyi ilerleme fırsatına dönüştürmek de gerilmenin nasıl algılandığı ve bu algının nasıl duygusal ve davranışsal karşılığa dönüştürüldüğü kararına bağlı. Gerilimi yapıcı ya da yıkıcı bir deneyime dönüştürme kararı kişinin kendisine göre değişiyor. Bu bağlamda, ülkece deneyimlediğimiz ve yankılarını işittiğimiz ODTÜ olayları kapsamında, ODTÜ eğitimi, öğretmenleri ve öğrencileri ile ilgili verilen tepkiler, bana da, ODTÜ öğretmenlerinin bir temsili olarak, bu eğitim kurumunun ve deneyiminin içinden biri olarak, farklı bir bakış açısı getirme fırsatı verdi. Öncelikle, kısaca ‘eğitim’ olgusu üzerinde düşüncelerimi paylaşmak isterim. Eğitimi en geniş anlamıyla çok boyutlu, kolektif ve etkileşimli bir deneyim olarak tarif etmek mümkün. Bu sadece birinin ya da birilerinin başkalarına daha önceden üretilmiş bir bilgiyi aktarmasından daha geniş bir anlam taşıyor. Böyle düşünüldüğü zaman, eğitim, karşılıklı öğretmeye, öğrenmeye ve birlikte yeni bilgiyi üretmeye imkân veren bir eğitim ortamını yaratma ve bunu yönetme sorumluluğuna dönüşüyor. Eğitim fırsatı ile kişilerin, toplulukların, milletlerin gelişmesi, ilerlemesi ve yükselmesi için hem öğretmenlerin hem de öğrencilerin üstlendikleri bir sorumluluk. İlerlemek için yenilikçi ve yaratıcı bilginin üretilmesi şart. Eğitim ortamında yenilikçi ve yaratıcı bilginin üretilmesi eğitim aktörlerinin birlikte oluşturdukları yapıcı sinerjiye bağlı. Yapıcı sinerji için yargısız yaklaşım ve tutum, açık görüşlülük, kişilere ve üretilen bilgiye nezaket ve saygı, özveri ve çalışkanlık gerekiyor. Bu vesileyle, yukarıda tarif edilen eğitim deneyiminin ODTÜ’de öğretmenlerin ve öğrencilerin üstlendikleri ve severek taşıdıkları sorumlulukla yaratıldığını gururla vurgulamalıyım. Hiçbir öğretmen tek başına öğrenciler istemedikçe onlara bir şey öğretemez. Bu bağlamda, her zaman öğrenmeye istekli öğrencilerimiz bizim en değerli varlıklarımız. Hiçbir öğrenci de öğretmeni ile entelektüel bağını kurmadan bir şey öğrenemez. ODTÜ tarihi, öğretmenlerin ve öğrencilerin yaratıcı sinerji ortamına dönüştürdüğü eğitim ortamında ürettiği yenilikçi ürünleriyle dolu. Bunların sadece 2012 yılına ait olan üç örneği burada hatırlatmakta yarar var. Birincisi, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü öğretim üyesi Dr. Hakan Gürsu ve yetiştirdiği öğrencilerinden kurduğu ekibinin, yıllardır ‘Green Dot Awards’, ‘International Design Awards’, ‘A Design Awards’ gibi tasarım dünyasının en prestijli yarışmalarında kazandığı, hiçbir ülkenin, hiçbir kişinin arka arkaya bir seferde birçok kere kazanamadığı ödülleri. Sadece 2012 yılında, mobilya, dekoratif eşya, mimarlık, bina ve yapı, taşıt, yat, tıp aletleri, oyuncak gibi kategorilerde çevre dostu ürünleri ile 15 ‘A Design’ ödülünü aldılar. İkincisi, ODTÜ Mühendislik Fakültesi Havacılık Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. İlkay Yavrucuk ve öğrencileri, ve ABD’de Georgia Tech Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dan Schrage ve öğrencileri ile ortak kurulan bir ekibin tasarladığı helikopter ile kazanılan 2012 AHS Design Competition 1.’lik ödülü. Son olarak, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde koordinatörlüğünü yaptığım ve Doç. Dr. Argun Evyapan, Doç. Dr. Burcu Evyapan, Dr. Tuğrul Kanık, Funda Erkal, Serhat Celep, Asst. Ender Peker, Asst. Duygu Cihanger ve Asst. Selin Çavdar ile birlikte yürüttüğümüz 1. sınıf planlama ve temel tasarım stüdyosunda geliştirdiğimiz ve değerli öğrencilerimizle küresel iklim değişikliğinin yerel mekân çözümlerini araştırdığımız program ile kazandığımız 2012 AESOP (Avrupa Planlama Okulları Birliği) Eğitimde Mükemmellik Ödülü. Bu ödüller yaratıcı, kabiliyetli ve özverili öğrencilerimizle birlikte oluşturmayı başarabildiğimiz öğretme ve öğrenme ortamlarında ortaklaşa verdiğimiz çabanın uluslararası düzeyde insanlığın gelişimi adına kazanılan ‘teşekkür’ yansımaları. Bizler de bu teşekkürü ODTÜ öğretmenleri ve öğrencileri olarak birlikte üretebildiğimiz yapıcı sinerjiye ve bu sinerjiyi yaratıcı ve yenilikçi ürünlere dönüştürebilmemize borçluyuz. 2013’te ülkemizde ve tüm dünyada barışçıl eğitim ortamlarının yaygınlaşması dileğiyle!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle