15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 27 EYLÜL 2012 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Dil Devrimi 80. Yıla Erişti Sen, Hep Susacak mısın? Sen istediğin kadar yaz. Köşeni acının acısı gerçeklerle doldur... Her gözü olan okuyor, öğreniyor... Duymayan, bilmeyen kalmadı. Türkiye’de bir iç savaş, daha doğrusu bir iç kavga var. Kim dost kim düşman, kim kimin dostu ya da düşmanı belli değil. Ama iki taraf da kıyıcı, acımasız, insafsız... Şu hapishanelere, Hasdal’lara, Silivri’lere bakın! Yüzlerce, nerdeyse binlerce gençyaşlı insanımız yıllardır tutuklu... Savcılar, yargıçlar öyle istemişler, yasaları öyle yorumlamışlar... Konuyu uzun uzun anlatmaya gerek yok! Kendimize kıyıyoruz, askerimize, ordumuza, aydınımıza, kendi insanımıza... Ne var ki kıyıcılar da bizden, yani insan denen yaratıktan!.. Ben, en az altmış yıldır gazetelerde yazıyorum; Kemalist devrimi, demokrasiyi, insanlığı, özgürlüğü savunuyorum. Bu yüzden mahkemelere gittim, az çok hapislerde de yattım. Ama vazgeçmedim. Yurt ve insan gerçeklerini yazmaktan vazgeçmedim. Her şey geçer derler! Geçmez ya... Bir iğne batsa elinize acısı bile günlerce sürer, nerde kaldı üç yıl, dört yıl, 18 yıl, 20 yıl tutuklu olarak, mahkum olarak hücrelerde, koğuşlarda çile çekmek... Yönetim kadrosundakiler, yani işbaşındakiler, ülkeyi on yıldan beri yönetenler, yönettiklerini sananlar!.. Bu tür yazıları okumazlar mı? Niye kalkmış bu yaşlı başlı yazar ikide bir, bizleri uyarmaya kalkışıyor, diye hiç düşünmezler mi? Evet, ben hep muhaliftim, yani iktidara gelenlerin hepsine değilse de pek çoğuna karşıydım. Benim savunacağım bir iktidar gelmedi! Geleceği var mı bilmem! Bu gidişle yurt yönetimi çok daha başka, çok daha beter bir yola sürüklenecek. İmam mektebinden çıkan doktoru, mühendisi, savcısı, yargıcı, yazarı ortalığa dökülünce, sen eli kolu bağlı kalacaksın! Demokrasicilik buymuş diye katlanacaksan diyecek söz yok! Ama direnç denen bir güce sahipsen boyun eğmeyeceksin! Doğruyu, doğruları yazacak, söyleyecek, uygulatacaksın... Evet ben yazacağım, konuşacağım, gerektiğinde bağıracağım! Sesim, gücüm yettiğince!.. Ya sizler, başa gelen çekilir diye hep susacak mısınız, hep boyun eğecek misiniz? Tarihin akışına bakalım; devrimleri yığınlar değil, öncüler yükseltmiştir. İnsan tutsak olsa da dili olmaz; dil, siyasaya araç yapılabilir; ama aklın ipini koparan siyasanın boyunduruğuna girmez; bunun en canlı örneği Türkçedir. Sevgi ÖZEL tatürk’ün öncülüğünde, Samih Rifat’ın “reis”liğini, Ruşen Eşref ’in “umumi kâtip”liğini üstlendiği, Celal Sahir’in “aza ve veznedar”ı, Yakup Kadri’nin “aza”sı olduğu dernek 12 Temmuz 1932’de kuruldu. “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” adını, Ata’nın sağlığında Türk Dil Kurumu olarak Türkçeleştirdi. Ondan bir yıl önce çalışmaya başlayan Tarih Kurumu gibi “devlet dairesi” değildi. Atatürk bu iki kurumu özellikle “dernek” olarak kurmuş, böyle kalmaları için de kalıtından pay ayırmıştır. 12 Eylülcüler, Atatürk’ün eliyle yazdığı “vasiyetname”yi çiğneyerek bu iki derneği yasa zoruyla kapatmıştır. Bugün var olan Türk Dil Kurumu Kenan Evren’le ona destek olan hukuk tanımazların ürünüdür. Başbakanlığa bağlı Türk Dil Kurumu Atatürk’ün değil, Kenan Evren’in kurumudur. 12 Eylül’le hesaplaşacağını söyleyenler, nedense 12 Eylül ürünü olan Atatürk kurumlarından ve Atatürk’ün kalıtından hiç söz etmezler. Dahası adının önünde akademik san olanlar, 29 yıldır bir hukuk lekesinin üstünde oturmaktan hiç utanç ve üzüntü duymaz; Atatürk’ün dilde devrimden caydığı gibi gerçekdışı masallarla kendilerini aklamaya çalışırlar. Evren kurumu, 1980’lerin ortasında bozduğu ölçünlü dil ve yazımı, “milliyetçi muhafazakârlığı” gericiliğe taşıyan MEB ve YÖK eliyle üniversiteye, tüm okullara sokmuştur. Türkiye Türkçesinin sorunlarını çözemeyen, üstelik varlığıyla sorun yaratan, sözlüğünde ve belleğinde ‘Dil Devrimi’ bulunmayan, siyasetin buyruğundaki Evren kurumunun yayınları, etkinlikleri, Atamızın koyduğu A ilkelerin ne denli uzağına düştüğünü göstermektedir. 80. Dil Bayramı’nı, 4+4+4’lük eğitim ucubesinin çocuk ve gençleri, yalnız ‘Dil Devrimi’nden değil, bir bütün olan Türk Devriminden kopardığı ortamda kutlayacağız. Dayatılan sistemin özünde dil bilinci yoktur; çünkü Atatürk’le ve Türk Devrimiyle hesaplaşma üzerine kuruludur. İnanç odaklı bir sistemle çağdaş eğitim yapılamayacağı açıktır. Yabancı dille eğitime ses etmeyen MEB, İngilizcenin yanına Arapçayı yapıştırarak, okulları imam hatipleştirerek, Kuran kurslarını okul içine taşıyarak Atatürk’ün adını ve devrimlerini silmeyi amaçlamaktadır. Dünyanın gidişine baktığımızda bu sistemin “hayırlara vesile olmayacağı” bellidir. İşte 80. Dil Bayramı’nı böyle karanlık bir gündemle kutlayacağız. Atatürk’ün kurumu kapatıldıktan sonra 29 yılda iki kuşak yaşama atıldı. Yabancı çocuklara Türkçe öğrettiği için gözyaşı döken sistem, kendi çocuklarını dilsizleştirmek için elinden geleni yapmaktadır. 26 Eylül, ilk Türk Dili Kurultayı’nın toplandığı gündür. Kurultayın son gününde Ruşen Eşref, Türk Devriminin dile yansımasını vurgulayan coşkulu bir konuşma yapmıştır: “Bir davayı bütün gerçekliğiyle göz önüne koymak, onu zaman ve mekân içinde yerine ve sırasına koymak, beynin laboratuvarında inceden inceye elenip dokunmuş olan bu işin nasıl bir iş olduğunu görmek, göstermek, düşünceleri o iş etrafında bir araya toplamak, o işten çıkan sonuçları ilerisi için hedef edinmek; işte Mustafa Kemalce düşünüş bu demektir. (…) Mustafa Kemalce dü şünmek demek, incelemek, bütünleştirmek, bilinçlendirmek, düzene sokmak, sistemleştirmek demektir.” Bugün toplum, Mustafa Kemalce düşünmemeye zorlanıyor. Mustafa Kemal’in “Karakterim” dediği özgürlük ve bağımsızlık aşkımız, “karakter”inde “özgürlük ve bağımsızlık” olmayanlar yüzünden siliniyor. Yaşamın her alanı gibi dilimiz de yara aldı; halk, “okey” ile “inşallah” arasına sıkıştı; arka arkaya iki tümce kuramaz oldu. “Milliyetçi muhafazakâr”lar, dil ile din arasındaki bağı ayıran Harf ve Dil devrimlerine düşmanlığı, devlet eliyle örgütlediler. Eski yazı ve dil özlemiyle ussal ve bilimsele değil, dinsel ve ırksal olana sarılıyorlar. Osmanlıca tutkunlarının en kabadayısı bile ‘Dil Devrimi’nin sözcükleriyle öfkesini kusuyor. Nâzım Hikmet’in dediği gibi “dil yürür”, ancak Atatürk’le ve devrimlerle hesaplaşmanın bedelini çocuklara yükleyenler de yürüyor. Eğitim ve gelir düzeyi düşürülen halkı inanç baskısıyla özgürce düşünemeyen “kul”a dönüştürmeye yeltenenler, kendi içlerindeki “kul”un öfkesini dizginleyemiyor. Kullandıkları dil, onları ele veriyor. ‘Dil Devrimi’nin 80. yılını karamsarlığın derinleştiği bir ortamda kutluyoruz. Çokları “azınlık” duygusu içinde; Kurtuluş Savaşı’nı başlatan, laik Cumhuriyeti kuranlar da başlangıçta bir avuç değil miydi? Tarihin akışına bakalım; devrimleri yığınlar değil, öncüler yükseltmiştir. İnsan tutsak olsa da dili olmaz; dil, siyasaya araç yapılabilir; ama aklın ipini koparan siyasanın boyunduruğuna girmez; bunun en canlı örneği Türkçedir. Yüzyıllar sonra, Mustafa Kemal Atatürk’ün kaldırdığı Osmanlıca perdesinin altından dipdiri çıkmıştır. Laik Cumhuriyetin 89, ‘Dil Devrimi’nin 80. yılında 4+4+4’lük tıngırdamak boşuna çaba; ‘Dil Devrimi’, durdurulamaz. Bu duygularla ulusumuzun 80. Dil Bayramı’nı kutluyorum! Cop... Hukuk; balyoz... Dış politika; beysbol sopası... Size de portatif cop getirdiler... ? 6 bin adet... Polislerin yaptığı bir şovla katlamalı portatif coplar medyaya tanıtıldı... Hani şovla araba, giysi, ayakkabı, çanta manta tanıtılır da... Cop tanıtım şovu ilk kez duyuyorum... ? Polisler üçerli sırayla çıkıyorlar şova... Müzik başlıyor... Ellerinde şu yeni demir coplardan, sol bacaklarını yukarıdan yana atarken hep birlikte aynı anda havada sallayıp şak diye açıyorlar... Bale gibi diyelim... Sonra üç kez sağa... Aynı anda sağ ayaklarının parmakları üzerinde bir tur dönüp “hula” şeklinde bağırarak uzatıyorlar copu... Bu kez gerisin geriye üçlü zıplama... Arkasından bacaklar, içinde bir şey olmayan parantez gibi açılıp üzerinde yaylandıktan sonra... ? Gülün siz... Cop kafanıza indiğinde, otomatik olarak şöyle diyorsunuz: “Nerede bu devlet?..” ? Taklacı İçişleri Bakanı Naim Şahin ise yeni coplarla ilgili bir soru önergesine yazılı olarak şu bilgiyi verdi resmen: “Açılıp kapanması ile kullanma kolaylığı sağlarken, avuç içinde taşınması ile de yaygın şekilde kullanılması imkân dahilinde olmaktadır... Böylece vatandaşlara Avrupa standartlarında hizmet verebilmek de mümkün olacaktır...” İnsanın içi çekiyor... ? Bizi ilgilendirmez diyeceksiniz... Bakın Türkiye ne hale geldi... Sıkıysa iki kişi çıkın da “Bunca dert yetmiyormuş gibi bir de başımıza zam yağdırıyorsunuz” deyin... Ya da işsizliğe isyan edin... Mesela çıkıp güvenlik, huzur, hukuk isteyin... ? Demokrasilerde hakkıdır insanın, çıkıp tepkisini gösterebilir, meydan toplantılarına katılabilir, bağırabilir, çağırabilir... Tüm demokrasi dünyasında böyledir... Siz de yapsanız ya... ? Ayakları aynı anda yere vurarak pıt pıt pıt diye üç adım öne zıplanıyor... Kollar havada kelebek motifi çizerken... Bir ağızdan “hula” nidasıyla birlikte avucun içinden katlanabilir portatif demir cop çıkıyor... Faşizmdir öbür adı... Portatif... Yaygın kullanım olanağı... Standardı yüksek... Sıra Kime Gelecek? Daver DARENDE Emekli DiplomatYazar avaş çığlıklarının atıldığı bugünlerde Bertolt Brecht’in “Savaşı lanetlemeyen tüm yönetimleri lanetleyelim” sözlerini nasıl anımsamazsınız? Hermann Hesse, “Savaş ve Barış Üstüne Notlar” başlıklı yazısında bakın savaş için neler söylüyor: “Savaş isteyenler, hazırlayanlar ve bizi, gelecekteki bir barışa ilişkin bulanık vaatlerle oyalayarak ya da dıştan gelecek saldırılarla korkutarak tasarılarına ortak etmeye çalışanlar, dünyamızın ve her türlü barışın baş belasıdırlar. Savaş dünyayı ileri götürmez, bir şeyleri erteler.” Gerçekten de savaşlar hep bir şeyleri ertelemiştir. Yirminci yüzyıldaki savaşlara bakalım. Önce Birinci Dünya Savaşı, ardından İkinci Dünya Savaşı… İkisi de daha başlamadan felaketlerin habercisi oldu. Yirminci yüzyılın geride bıraktıkları unutulmuyor, savaş çığlıkları ile “tiksinti çağı” bugün de devam ediyor. Irak’ta insanlık dışı savaşın ardından, Afganistan’daki kanlı olaylar gözlerimizin önünde… Savaş çığırtkanları Libya’da taş üstünde taş bırakmadılar. Şimdi sıra Suriye’de… Küresel gücün çığırtkanlarının örtülü savaşı devam ediyor. Günümüzde “Sıra kime gelecek” sorusu sıkça sorulmaya başlandı. Kör gidişe “dur” diyen olacak mı? İşte o bilinmiyor. Hermann Hesse’in S dediği gibi “Hastalıklardan hasta düşmüş bir dünyada yaşıyoruz.” Küresel gücün temsilcileri ne yazık ki bize iyi bir dünya bırakmadılar. Çok uzun süren savaşların galibi olmuyor. Dünya üzerinde mutlak egemenlik kurmak isteyenler sonunda hüsrana uğruyorlar. Yarattıkları dünya karanlık bir dünyadır. İçinde ölüm, vahşet ve insanlık dramı vardır. Ünlü Rus yönetmeni Andrey Tarkovski, “Solaris” adlı filminde “Dünyayı kurtaracak şey utançtır” mesajını vermişti. Bugün onun bu sözlerini dinleyen var mı? Günümüzde yeni tür faşizm tüm dünyada hızla yayılırken sirenler durmadan çalıyor, ne zaman susacakları belli değil. Türkiye, tehlikelerle dolu bir süreçten geçiyor. Ülkemize yönelik çağdışı özlemler ne yazık ki sona ermedi. Amaç belli: Türkiye’nin 1918 dönemine yeniden dönmesi isteniyor. Sevr gündemin başköşesindedir. Küresel gücün mimarları görev başındadır. Onların öngördüğü yol haritası ülkemizde bölünmelere ve bölgemizde yeni oluşumlara yol açacaktır. Yüksek ölçekli savaş koşullarının hazırlandığı yaşamsal önemde bir dönem yaşıyoruz. Savaş çığlıklarının atıldığı, Türkiye’nin kıskaç altına alınmak istendiği bu duyarlı dönemde ülkemizin ulusal çıkarlarını ve üniter devlet yapısını korumak birincil görevimiz olmalıdır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle