14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 24 EYLÜL 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ‘Doğa Hakları’ Kavramı Adelet ve Politika BALYOZ davasının bu aşamadaki sonuçları kamu vicdanında adalet güvenini sarsmışa benziyor. Bu sarsışın yargıçlar, savcılar ve avukatlar olarak adalet mekanizmasında yer alan hukukçuların eğitiliş, yetiştiriliş, atanış ve göreve getiriliş yöntemlerini de tartışma konusu yapması kaçınılmazlaşmıştır. Konu, yüksek düzeydeki bütün kamu görevlileri açısından da önemli olmakla birlikte, kamu vicdanıyla ilgili olarak daha çok adaletin tecellisi alanında güncellik kazandı. Bu yüksek düzey, aynı zamanda, kısmen ve dolaylı biçimde de olsa, parlamentoyu ve devlet başkanını da yargı sürecinde etkili ve sorumlu duruma sokan bir düzeydir. “Nasıl olur, güçler ayrılığı yok mu” diyeceksiniz ama şöyle bir düşünün: Siyasal sistemimiz yargı organlarının oluşumunda ve uygulanan kuralların yasalaşmasında öne çıkarak baş rolü oynamıyor mu? Gerçi bu durumun nedenlerini düşününce zincirini hukukçuları yetiştiren fakültelere kadar indirip konuyu büsbütün dağıtmak da işten değildir. Öyle olmaması için yargıyı eleştirirken konudaki siyasal özden fazla uzaklaşılmamalı. vet, devlet sistemimizde maaşlı kamu görevlisi savcılar ve yargıçlar ile yine bir türlü maaşlı ama seçimden çıkma politikacılar ve hele iktidardakiler arasındaki ilişki hayli ilginçtir. Genel olarak, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da “seçilmişler” ile “atanmışlar” arasında yapay bir çelişki ya da sorun yaratılmış ve bunu gidermenin çaresi de yargının oluşturulup işletilmesinde seçilmişlerin etkisini artırmakta aranmıştır. Ama pratikte sadece iktidardaki seçilmişlerin etkisini. Güçler ayrılığı ilkesine pek aldırış etmeden, savunulmasını da muhalefete bırakarak. Böyle olduğu içindir ki anayasa son değişiklikleriyle “parlamento”ya ve “cumhurbaşkanı”na mahkeme üyelerinin seçilmesi ve atanmasında dolaylı biçimde etkili olabilme olabilme olanakları sağlayan maddelerle dolduruldu. İktidar bol bol kullansın diye. Zaten, üye sayısı hayli çoğaltılıp seçilme ve çalışma yöntemleri değiştirilen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu da Adalet Bakanı ile müsteşarının başkanlığına emanet edilmiş oldu. Yapılacak atamalar iktidarın tercihleriyle olabildiğince uyumlu olsun diye. Bütün o çabalardan sonra, durum ve sorun budur; eleştiri oklarını yalnız yargıya yöneltmek yetmiyor. Eskiler olsaydı, “Çelebi böyle olur bizde hukuk dediğin” derlerdi. Toplumsal Uyku ya da... Belkide topluca uykuya yattık, üstelik pirelenerek! Aymazlık da olabilir! Ya da hafızası olmayan bir toplum, tanımı çok yakışır sanıyorum bizlere. Yok yok, en iyisi korkusunu hızla çoğaltan bireysel yalnızlığın beslendiği toplumsal yalnızlık yakışır bize. Gürol SÖZEN eçmiş uygarlıklardan kalan hem de bu topraklarda, yaşamımızı derinden etkileyip bizi sarmalayacak yazılı, sözlü ve görsel öylesine zengin belgeler ve birikim var ki!.. İster savaş ve barış adına, ister yönetim ve halk adına olsun, ister ihanet, yalan dolan, korku ve tutsaklık. İsterse umut ve umutsuzluk adına. Tabii ki onur ve başkaldırı işin gereğiydi. Ve isterse de sevda, coşku, hüzün olsun; şiirler, efsaneler, şarkılar, oyunlar, giysiler, mimarlık ve resmetmeleri ile onlar göçüp gittiler. Ama her biri kendi kimliğinden ödün vermeden uygarlıkları yarattı. Bizler adına dersler de alınacak büyük bir şölendi geçen yüzyıllar... Rengârenk ve bereketli doğasını da 12 bin yıllık bu topraklara ekleyelim... Yani, bugün de bu coğrafyanın en büyük tanığı her biri. Tabii ki dersini iyi çalışanlar için! Aç kapağını, aylarca, yıllarca araştır, merak et, keyif al ya da sorgula kendini “Ben şimdi kimim?” diye. Yalnızca, “Pandora’nın kutusu”ndan ibaret değil bu topraklar. “Bana rahmet yerden yağar” diyebilen bir Yunus Emre. Döşeğinde, “Oğul üstüme bir Yunus oku da öyle öleyim,” diyen bir halk. Dört bin yıl öncesinden, Gılgamış Destanı’ndan, dost Talat Halman’ın Türkçesi ile “Ülkede sonsuz sürüp gider mi nefret? /Irmak hiç durmadan yükselip sel olmaz ki!” Hadi, işe yaramasa da 7. yüzyıldan Rabia ibn Süfyan da karışsın günümüze: “Kan yarışında öne geçenler / Hiçbir şey kazanamadı.” Hitit çağına ait bir mezar ste Bozkurt GÜVENÇ C HP’nin sosyal politikalardan sorumlu genel başkan yardımcısı Sayın Şafak Pavey, dünyada ilk kez bir partinin ‘doğa hakları’ söylemini kullandığını vurgularken, “İnsana hizmet eden doğal çevre, insanın sömürüldüğü bir meta (mal, sermaye) kavramına dönüştü...” demiş. (Cumhuriyet, 6 Ağustos 2012) Sanımca doğru söylemiş. Yeni bir kavram Yüzyılların konusu ve sorunu, ama “doğa hakları” yeni bir kavram! Yeni olduğu kadar hayati bir varlık konusu, yani insan türünün hayatta kalması, yaşamın sürdürülmesi sorunu. CHP’nin sorunu sahiplenmesi, görevi, Şafak Pavey gibi yeni ve saygın bir üyesine vermesi her türlü övgüye ve desteklenmeye değer bir politika kararıdır. Medeniyet dediğimiz – şair dilinde o tek dişi kalmış canavar – insan türünün yarattığı ve onu yaratan, “canlıüstü” (süperorganik) bir varlık alanıdır. Onu koruyup kollamak, sürdürmek görevi ile sorumluluğu yine insana düşüyor. Postmodern dünyanın insanlığa dayattığı refah (tüketim) ekonomisi, doğal çevreyi sömürmekle kalmıyor, insanı da sömüren ve kendini tüketen bir canavara dönüştürüyor. Bu açıdan bakıldığında, “doğa hakları”, insan türünün kendi varlığını koruma ve sürdürme, kaderine ve geleceğine sahip çıkması sorumluluğudur. “Doğa” dediğimiz varlık, dünya adını verdiğimiz uzay gemisi “yerkürenin” tümü değil, onu sarıp sarmalayan, yer, su, hava ve türlü canlılardan oluşan incecik bir “yaşamküre”dir. Coğrafya kitaplarında görünümü kabaca portakal kabuğuna benzetilen yaşamküre, aslında, yerküre çapının binde biri kadar ince, bir soğan zarıdır. Şu farkla ki, soğanın katmanları arasında zarlar bulunduğu halde, yaşamküre zarı tektir, yedeği de yoktur. Medeniyetin ve insanın geleceği işte bu zarın korunmasına bağlı görünüyor. Sayın Pavey, işte bu koruma görevine ve yaşamı sürdürme bilincine “doğa hakları” diyor. Varlıkbilim ve felsefesi (ontoloji) açısından yaşam, insandoğa ilişkisi sorunudur. Kültür tarihi boyunca denenmiş üç yolu biliniyor: 1) “İlkel” olarak nitelenen, tarihöncesi küçük, basit toplumlar, kendilerini ‘doğa’nın bir parçası olarak görür, sorunları yoktur. 2) Uzakdoğu’nun geleneksel toplumları, uyum ve barış içinde, doğaya saygılı yaşamayı seçtiler, sürdürüyorlar. 3) Endüstri devrimini dünyaya kabul ettiren Batılı toplumlar ise, “Medeniyeti insanın doğaya egemenliği olarak tanımladı.” G İnsandoğa ilişkisi Nice müdahale eder, ne çok değiştirirsen o kadar medenisin, derler. Isınma, kirlenme, tükenme, tüketme, sürdürülebilirlik sorunlarının kaynağı burada. Çevre ve doğa sorunu, endüstri medeniyetinin ve tüketim ekonomisinin yani Batı’nın sorunuydu; küresel dünyanın sorunu oldu. Çevrebilimciler, daha az enerji ile daha çok üretip daha az tüketen “doğa dostu” teknolojilerle dünyayı avutmaya çabalıyor. Ne var ki tüketim çılgınlığına tutulmuş kitleleri daha aza razı etmek hiç kolay değil. Kimi bilginler, “İnsanlık belki de bilinçaltı bir kararla intihar ediyor” derken; bilgeler, insanlık, yerkürenin sınırlı olduğunu belki gördü ama yaşamküre kaynaklarının sınırlı olduğu gerçeğini görmemek de direniyor. E Neler yapılabilir? Milyarlarca gezegen arasında bir dünya benzerini bulup göçmek sanal bir düş. Evrenden tek bir yankı almış değiliz henüz. Uzman kişiler bunları yazıp çiziyor ama okuyan varsa bile çok az. Siyaset yapan kişiler ve kurumlar, araştırma ve uyarılara değil, toplumdan gelen istek, dilek ve umutlara duyarlı; ekonomiyi ve refahı büyütmeye çabalıyor. Oysa refahın artması tükenişi hızlandırıyor. Büyüme mi yaşam mı, hangisini sürdürelim? Bilim insanları toplumu uyarın, uyandırın diyor. Toplum, yaşamı seçerse yönetimin ilke ve öncelikleri belki değişebilir. Ülke ufkundaki bir “şafak”ta, Sayın Pavey’i yalnız bırakmamak, yalnız CHP’nin değil bütün yurttaşların insanlık görevi olmalı. lini de “kadın hakları” hanesine yazalım: “Ben ülkenin beyi Suhi’nin (yasaklanmamış şarap tüccarı) şerefli karısıyım / Her nerede birisi kocamın adını saygıyla anacak olursa / Beni de saygıyla şereflendirecektir.” Hitit ceza yasalarına göre, “bir kavga sırasında ya da tutsak bir kimse öldürülürse, öldüren kendi ailesinden iki ya da dört kişiyi (davasına göre) öldürülen kişinin ailesine kadın ya da erkek olsun köle olarak vermek zorundadır”. Buna kral ailesi de dahil... Öylesine çok şiirsel derinlik ve ayrıntı var ki her birinde, ölümün ve öldürmenin de faturasını çıkarmışlar: Günümüzden tahmini 4 bin yıl önce, “Hiçbir zaman hiçbir şey kalıcı olmamıştır / Birbirine ne kadar benzer uyuyanlarla ölüler.” Evet, iyi uykular! Hitit, Frig, Urartu, Lidya, Likya, İyonya, Pamfilya, Hellenistik, Roma ve Bizanslı ve saymadıklarımızın birçoğu da Selçuklu ve Osmanlılar gibi bu toprakların tanığıydı. Kadrini bilmediğimiz, dışladığımız ve “tu kaka” ettiğimiz ve “bizden değil” (bu bizler kim ise) diyebildiğimiz Hititler, Troya’lar ve vb. için söylüyorum bunu... “Biz cihanı terk edip gittik /Zahmet ve rahatını nakşedip gittik / Bundan sonra nöbet sizdedir /Biz kendi nöbetimizi tuttuk ve gittik” diyebilen Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus gibi her biri çekip gitti. Arkalarında seslerini, şarkılarını, şiirlerini, heykellerini, resmettiklerini, devlet yönetimindeki ustalıklarını, günahlarını ve anıtsal kentlerini de gü nümüze bırakarak. Ama onların farkında mıyız? Nemenem bir tarih ve coğrafya yoksulluğudur bu? Sanki bu toprakların onuru uğruna kimse, “Ksantos”lular gibi topluca intihar etmedi. Kimse, kilimlerimiz, oyalarımızda yer alan simgelerin, dünyanın en eski kenti Çatalhöyük ve hatta maden çağından esinlendiğinin hiç farkında değil. Ölüm ve dirim arasındaki bu büyük serüvende, bize öğretilenlerle birlikte ve görsel tanıkların hiçbirinde de kir, pas ve çözülme yoktu. Sana, bana, bizlere tepsi içinde bağışlanmış bir coğrafyayı sundular yalnızca. Onları yok sayıp küfretmeyi de öğretmedi kimse... Binlerce yıl sonrasına gelelim: Yani Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, yani dedelerimiz, babalarımız amcalarımız ve adsız kadınlarımız ölümü hiçe sayarak kazandıkları toprağı bir avuç içerisinde, ulus ve devlet olma özgürlüğünü, cumhuriyet bilincini de bizlere armağan ederken öylesine güvenle geleceğe bakıyorlardı ki! Bu ne kin ve aydınlık korkusu? Peki, bir soru: Aynı zaman diliminde ve aynı koşullarda siz olsaydınız ne yapardınız?.. Sağlığında bile yeri “münhal” olan ne çok bilmiş / okumuş ve “kiyafetsiz muhteris” var; hem de ateş bacayı sarmışken!.. “Dedimdedi”lere, geçmişi kendi yönetiyormuş gibi yok sayan bilgelere(!) son sorum şu: Anadolu toprağına çökmüş, 12 bin yıllık uygarlıktan arta kalan bir toplum mu, yoksa topluluk muyuz? Ve boşluğa mı sürükleniyoruz? Belkide topluca uykuya yattık, üstelik pirelenerek! Aymazlık da olabilir! Ya da hafızası olmayan bir toplum, tanımı çok yakışır sanıyorum bizlere. Yok yok, en iyisi korkusunu hızla çoğaltan bireysel yalnızlığın beslendiği toplumsal yalnızlık yakışır bize. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle