23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 13 EYLÜL 2012 PERŞEMBE 2 Cemiyeti, Birleşmiş Milletler!.. Hâlâ da bu yönde çabalar var. Avrupa Birliği’ni kurmak bile gerçekleşemedi. Her millet kendi başına yaşamak dileğinde! Ben varım, başkasına ne olursa olsun! Bunu açıkça belli etmezler, ama yıllar yılı yürüttükleri politika budur. “Yurtta barış dünyada barış” demişiz! Mustafa Kemal nice savaşlardan sonra barışın en önde gelen savunucusu olmuş... Barış ama, korkuyla, ürküyle sinmek değil! Direnmenin, savaşmanın yeri geldiğinde kaçınmamak. Barışın ancak savaşa hazır olmakla gerçekleşeceğine inanmak, inandırmak... ??? Türkiye’nin doksan yıllık varlığı nice kurtuluş savaşlarına dayanır. Barış istemek, ama savaşımdan korkmamak!.. Barış durup dururken yaratılmaz. O nice savaşımlarla elde edilen bir değerdir. İnsanlar hep böyle bir dünya kurulsun derler, içlerinde gerçek bilgeler bu yolda umut verirler, ama döner dolaşır insanoğlu yine kör karanlıklara dalar. Bilerek mi, bilmeyerek mi? Birleşmiş Milletler 1945’ten beri var. Amaç dünyada savaş denen acılara son vermekti. Oldu mu? Gerçek bir barış kuruldu mu? Hemen her gün orda burda insanların en kanlı biçimde birbirlerine girdiğini görmedik mi, görmüyor muyuz? Barış bir düş olarak mı kalacak? İnsan denen yaratığın “insanlaşması”nı beklemek gerek? Ne demişti Melih Cevdet: “Biz insanın ceddiyiz, gelecek mutlu insanın...” OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Varlık ve Yokluk H. İbrahim TÜRKDOĞAN ‘Yurtta Barış Dünyada Barış...’ “İnsanlarım, ah benim insanlarım, antenler yalan söylüyorsa, rotatifler yalan söylüyorsa... Bu ölümlü, bu yaşanası dünyada bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin, diyedir.” Nâzım Hikmet... İnsanoğlunun yazgısı böyle yazılmış!.. Binlerce yıldır güçlü olan, güçsüzü emir kulu, kölesi yapmış... Kim karşı çıkmışsa, en ağır cezalara çarptırılmış! İşkencenin türlüsü, acıların en derin olanı... İyilik, güzellik diye bir şeyler de uydurmuşlar! Bunları yaşamlarında gerçekleştirmek, yaygınlaştırmak isteyenler, dünyanın neresinde olursa olsun yok edilmiş. Uyduruk özgürlüklerle insanoğlu aldatılmış, aldatılmakta! Güçlüler yasalar çıkarmış, anayasalar düzenlemiş, hepsi bir avuç azınlığın yararına. Para para para!.. En güçlü silah para! Onsuz insan bilinçsiz bir kul! Bunu bilse, bunu görse, ama güçlüler dünyasında yığınlar bir sürü! Nasıl koyun sürüsünü bir çoban yönetir, yönlendirirse, insan sürüleri de öyle yönetiliyor. Yüzyıllardır hep aynı başlangıç, aynı sonuç... Hep güçlü olmak, daha açığı mal mülk sahibi olmak. Etkileyici tüm silahları elinde tutmak... ??? Kaç kez dünya milletleri bir araya gelmek, sürekli barış yaratmak istedi. Milletler B ir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde gökyüzü ile yeryüzü arasında insanlar yaşamazken, Varlık ve Yokluk bir bütünken yıldızların dilinde bir masal dolaşırmış. Bu masal bütün masalların kapsamıymış, bir bakıma ilk masal. Hem var hem yok. Ben hiçbir şeyim. Ben hiçbir şey değilim, ancak her şey olabilirim. Bir şey olmakla bir şey olmamak arasında hiçbir fark görmüyorum. Bir şey olsam da olmasam da aynı kapıya çıkar. Nedir bu kapı? Dünyaya bir şey olmak için mi gelindi? Dünyaya bir şey olmamak için mi gelindi? Kendime isyan yetkisi veriyorum. Bu bir hak arama değildir, kimsenin bana hak vereceğinden de yola çıkmıyorum. Hem, kimsenin bana hak vermesiyle haklı mı olurdum? Hayır. O halde? Kendime isyan yetkisi veriyorum, çünkü bir süredir böyle duyumsuyorum. Bir şey olmak ya da bir şey olmamak arasında kalmanın bir hissi değildir bu. Kendimi arada kalmış hissetmiyorum. Kendimi hissediyorum. Bu bana fazla geliyor. Demek ki kendime isyan ediyorum. Acaba? Belki. Ve bazen. Ama kendime isyan yetkisi verişimin nedeni kendimi hissetmemden kaynaklanmıyor. Sosyolojik varolanlara mı isyan ediyorum? Kurallara, yasalara, dinlere, ibadetlere, bütün kimliklere? Sanmıyorum: Kimlikler estetik, etik ve felsefi duruşumla özdeşleşmiyor. Kimlikler ruhumun alevini dindirmiyor. Ama isyan ede cek kadar önemsemiyorum kimlikleri. Üstelik fazla kimlik var, çok fazla. Hiçbirinin temelinde estetik yok. Kimlik kalabalığında boğulan dünyada varlığımı hissediyorum. Kuralsız da değilim. Hiçbir şeye karşı değilim, karşıolmak varolmak kadar komik ve absürttür. Benim kendi ritüellerim var, ama kendimin, benim şayet ben varsam. Varolduğumu düşünüyorum. Düşündüğüm için varolabilir miyim? Düşüncenin bir ilüzyon olabileceğini de düşünüyorum. Aynı zamanda varolduğumu duyumsuyorum. Duyumsamam da mı bir illüzyon? Bu olasılık da var. Ben bir nihilist değilim. Dedim ya, bir şey değilim; bir şey olabilirim ve olabiliyorum ama olmayabiliyorum da. Kimim ben? En ufak bir bilgim yok bu konuda. Bir kedim var, beni benden daha iyi tanır. Ona sorun. Herhangi bir sosyolojik olguyla gururlanamıyorum hatta çok onursuzca buluyorum bir şeyle gururlanmayı. Çok mu onurluyum bu nedenle? Hiç sanmam. Ayrıca gururlu olmak ne değiştirecekti yaşamımda? Aradığım sorulara yanıt mı verecekti? Asla! Yalnızlığıma teselli mi olacaktı? Belki bazen ama sürekli değil, geçici. Ben bir Türk’üm, ancak Türkçü değilim. Neden Türk’üm? Çünkü Türkçe düşünüyor ve Türkçe konuşuyorum. Bu kadar dil kalabalığında birini ya da birkaçını seçiyorum; seçtiğim dil ile, seçtiğim diller ile kendimi ifade ediyorum. Hepsi bu kadar. Düşünmenin kaynağı dildir. Dil ile düşünür, dil ile yaşarız. Beni düşündüren dil ise Türkçedir; düşünmemi sağlayan dil Türkçedir. Yaşlı filozof haklı olarak “dil insanın evidir” demişti. Ayrıca Türkçe düşünüyor olabilmekten de estetiksel ve felsefi bir haz alıyorum. Derin bir haz. Ataerkil bir dil olan ve bu nedenle de birçok felsefecinin ve edebiyatçının ruhunu sıkan Almancanın tersine Türkçe öz itibarıyla nötr bir dildir. Nötr olması sözcüklere pek fazla önyargı katmaz, dolayısıyla nesnelere daha arı, daha yalın ve daha gerçekçi bir içerik kazandırılabilir. Önyargısız insan, analizlerinde çok daha objektif, çok daha bağımsızdır ve indirgemeci değildir. İndirgemeci kişi sabit düşünmeye yatkındır, hem kendisini hem karşısındakini kalıplarda görmeye alışkındır. Alışkanlık düşünce tembelliğini besler ve yeni düşünce üretmeyi, yeni düşünceler benimsemeyi engeller. Düşüncedeki önyargı ve alışkanlık sabit fikirli kişinin oluşmasında temel etkenlerden ikisidir. Neticede sabit fikir kişinin ‘kendi’ni yaratmasını engeller. Başka deyişle: Sabit düşünceli kendini imha eder. Kendi, sabit düşüncelerin ötesinde yüzeye çıkar ve belirginleşir, belirginleştikçe de gerçekleşir. İnsan hiçleştikçe varlaşır, varlaştıkça sabit düşüncelerden arınır. Ben varım, çünkü hiçim. Ve ben her şeyim, çünkü hiçbir şeyim. Benim düşüncelerim an’a hitap eder; kalıcı da olsalar her zaman kontrolümdedirler. Düşüncelerim bana sahip olamazlar, çünkü onları yaratan benim. Tanrı benim bir düşüncemdir, bu düşüncenin mahkumu olmak ya da onun efendisi olmak benim elimdedir. Sabit düşünceli düşüncelerinden vazgeçemez, çünkü o, düşüncelerin egemenliğinde yaşar, düşünceler onun sahibi ve efendisidir. ‘He’diye... Hediye “he”den gelir... Maksat; hediyeyi alan “he” diye... ? Sıradan insanlar arasındaki hali masumdur hediyenin... Bir gülümseme, biraz olsun mutluluk, belki iki damla gözyaşı ve bir öpücük dışında bir şey beklenmez... Hediyeyi alan beğensin beğenmesin “Ay ne kadar güzel bir şey” der... İkisi de bilir aslında, kel alaka... ? Ayrıca hediye işe yarasın mesela... O seneler parasız pulsuz evimizi yaptırırken, yaş günümde Andree bana kürek almış, gitara benzeyen paketi açınca “Ne kadar da güzel bir şey” demişimdir... Onun yaş gününde de ben; iki torba çimento... Evlilik yıldönümü geldi... Ben; beş yüz kilo, sekizlik inşaat demiri... Gözlerimi kapatıp takur tukur sesi gelen hediyemi beklediğimde “Hadi aç gözünü” komutu ile açtım ki sürpriz: Kalıp tahtaları... ? İşte, siyasetçiler olsun, bürokratlar olsun, rüşvete bir masum isim arıyorlardı, sonunda en uygununu buldular: “Hediye...” ? Burada sıradan insanların o mutluluk gülümsemeleri, teşekkürleri, duygulanmaları, belki mutluluk gözyaşları aranmaz... İçi dolar dolu hediye deri çanta alınca “Ah... ne kadar da güzel bir şey...” diye hediyecinin boynuna sarılmaz yani... Sadece iş için “he” der... Maksat zaten: “He” diye... ? Yaş günü, mezuniyet, yıldönümü gibi hediye çeşitlerinin yerini de yeni isimler aldı zamanla: İhale hediyesi, kredi hediyesi, tahsisat hediyesi, ödenek hediyesi, onay hediyesi, imza hediyesi, izin hediyesi, ruhsat hediyesi... ? Paşa’yı tenzih ederim, kilimin lafı mı olur... O da resimde eğilmiş bakıyor zaten: Bu ne kilim?.. ? Bir kilimi dilinize doladınız... Niçin Arap krallarının, emirlerin, şeyhlerin Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a getirdiği hediyeyi ağzınıza alıp bir kez olsun sormuyorsunuz diyelim... Sevgili Mehmet Yılmaz, Hürriyet’teki köşesinde sora sora canı çıktı... Yanıt yok... Devlet adamlarına verilen hediyeler kamunun malıdır... Tutanakla demirbaşa teslim edilir, sır gibi saklanmaz... On senedir gelen hediyelerin açıklanmasını isteyin mesela... Bakalım “He” diye mi?.. Dinciler ve Dindarlar Coşkun ÖZDEMİR Böyle bir ayrım boşuna değil. Dinci inandığı İslam dininin yaşamın tüm gösterilerine, tüm alanlarına egemen olmasını isteyen bundan hiç ödün vermeyen kişidir. Köktencidir, inancını tartışmaz. O tek doğrudur, bundan sapmaları affetmez. Verdiği uğraşlar, karşı koymalar, hatta şiddet ve müdahaleler yasa sınırlarını aşsa bile makbul ve muteberdir, çünkü onları Allah uğrunda yapmaktadır. Bir kutsalın izindedir. Bu yüzden Cumhuriyeti ve kurucularını sevmez. Onlar, milleti Allah’ın yolundan saptırmışlardır. Medeni kanun, kadın erkek eşitliği, kıyafet devrimi İslam karşıtı eylemlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Müslümanlara zulmedildiği iddiası bundan kaynaklanır. O yıllarda insanların dinine, ibadetine değil, dini kuralların toplum yaşamında yer almasına engeller getirilmiş, laiklik uygulaması geçerli kılınmıştır. İşte zulüm dedikleri budur. Bunu laikçilik diye anar. Dincinin isteği kişisel ibadet özgürlüğü değil tüm toplumun din kurallarına göre örgütlenmesi ve kişilerin bunlara kayıtsız koşulsuz itaat etmesidir. Dekolte giyim günahtır. Dindarlar ise dine saygılı oldukları gibi bilime de saygılıdırlar, uygarlık, çağdaşlık gösterilerine, sanata, resme, müziğe, baleye karşı çıkmazlar. Örtünen ve örtünmeyen kadınları dekolte giyinenleri suçlamazlar. Kendileri içse de içmese de alkol alanları engellemeyi düşünmezler. Alevileri ya da başka bir dinin mensuplarını karalamazlar. Her inanışa ve görüşe karşı hoşgörülüdürler. Kurtuluş Savaşımızı, 23 Nisan’ı, 30 Ağustos’u, Lozan’ı, Atatürk’ü küçümsemek akıllarından geçmez. Gelişmeden, ilerlemeden, haktan, adaletten, eşitlikten yanadırlar. Türkiye’yi, uygarlıktan, sanattan, eşitlikten, adaletten yana, sömürüye karşı, emperyalizmin din ve inançlar üzerinden oynadığı oyunları görebilen vicdan sahibi, bilinçli yurtsever dindarlar aydınlıklara çıkarabilir. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle