24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 28 TEMMUZ 2012 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Lozan ve İsmet Paşa Öncülük ON yılı aşkın bir muhalefet işlevinin CHP’ye verdiği öyle bir alışkanlık var ki, koca parti bunu bir an önce bırakmazsa, bu gidişle alışkanlık hiç iyileştirilemeyecek kalıcı bir hastalığa dönüşebilir: Sadece iktidarı eleştirmek ve karşı çıkmakla yetinip politikacılık denen yüce ve meşakkatli uğraşın özünü unutma hastalığıdır bu. Doğal olan, iktidar mücadelesiyle ülkeyi yönetir duruma geçip benimsenen ilkelerin ve program hedeflerinin gerçekleşmesini sağlamak değil midir? Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş bir partiye üye olanların yerel düzeyde sıradan bir mevki edinip birazcık kişisel saygınlık kazanmak ya da birkaç paralık servet edinmek için politikacılığa soyunmuş olmaları da asla düşünülemez elbet. halde, “iktidar amaçlı politika” konusunda CHP’nin şimdiye kadarki tuhaf üşengeçliği ya da isteksizliği nasıl izah edilebilir? İktidar sorumluluğunun ürküntüsü mü? Hazırlıksızlık, program eksikliği ya da düşünce dağınıklığı mı? Çok şey söylenebilir ama galiba en doğru ve doğru olduğu kadar da komik olan bir başka neden var: “Parti içi politika”, yani örgütte falanca mevkiye gelmek ya da başkasının gelmesini önlemek, filanca liderden veya gruptan olmak ya da olmamak CHP’li politikacıya yıllar yılı çok daha ilginç geldi, daha fazla emek harcattı hep. ma artık öyle bir lüks olamaz. Başbakan’ın öğleden önceki nutkunu dinleyip öğleden sonra ona laf yetiştirme politikacılığı da yetmez. Gündemi iktidarın oluşturmasını bekleyip o konuda bir şeyler söylemek bu devleti kurmuş bir partiye hiç yakışmıyor. Ana muhalefet, aynı zamanda yeni bir iktidar doğurması beklenen bir anadır. Şimdiye kadar cumhuriyetçi kesime önderlik edememiş olsa bile, artık “öncülük” etmesi, ülkenin ve toplumun özlediklerini somut hedeflere dönüştürmesi, iktidarı eleştirirken kendi hedeflerini gündeme getirmesi, toplumun ilgisini kendinden yana çekerek yapılması gerekenler listesinde ön alması beklenir. Başarı için muhtaç olduğu insan gücü, vaktiyle kurduğu devletin ideolojisinde ve o ideolojiyi çağdaşlaştırıp geliştiren cumhuriyetçi kuruluşlarda yetişerek şimdiki kadrosuna katılanlarda fazlasıyla mevcuttur. Türkiye Cumhuriyeti tarihine asker ve sivil olarak 66 yıl damga vuran İsmet İnönü’nün hizmetleri birilerince yok sayılarak, tarihi gerçekler saptırılmaktadır. Geçmişini saptıran milletlerin geleceklerinin olmadığını da yine tarih yazmıştır. O tatürk’ün deyimi ile “Milletin makus talihini yenen” kader adamı İsmet (İnönü) Paşa, 1906 yılında, Harp Akademisi’nden kurmay yüzbaşı olarak birincilikle mezun olur ve Osmanlı İmparatorluğu’nun her cephesinde görev yapar. Biz, onu daha çok, I. ve II. İnönü Savaşı, Sakarya Savaşı ve Garp Cephesi kahramanı biliriz. Sivil yönü olarak da onu, Mudanya Barış Antlaşması’nın temsilcisi ve Lozan Türk Delegasyonu Başkanı, başbakan, cumhurbaşkanı, Köy Enstitüleri’nin kurucusu ve çok partili sisteme geçişin mimarı olarak biliriz. Türkiye Cumhuriyeti tarihine asker ve sivil olarak 66 yıl damga vuran İsmet İnönü’nün hizmetleri birilerince yok sayılarak, tarihi gerçekler saptırılmaktadır. Geçmişini saptıran milletlerin geleceklerinin olmadığını da yine tarih yazmıştır. Bu nedenle, onun kahramanlığını, ülkesi için yaptıklarını yazmaya bu sütunlar ve kitaplar yetmemiştir. Işıklar içinde Atatürk ile beraber Anıtkabir’de yatan İsmet Paşa’nın, sadece Lozan Barış Antlaşması’ndaki direngenliğini ve kazandığı başarılarından birkaç cümle aktaracağım. İsmet Paşa, Lozan’da 1. gün, kimseden izin almadan yaptığı açılış konuşmasında: “Bütün uygar uluslar gibi özgürlük ve bağımsızlık” istediğimizi vurgu A Ahmet GÜREL Latife Hanım Köşkü Md. lamıştır. Paşa’nın bu çıkışı, diplomatik kurallara aykırı görülmüşse de o, bu davranışıyla konferansa eşit haklarla katıldığımızı göstermek istemiştir. Çünkü o, “Lord Curzon konuşursa ben de konuşurum” demiş ve İngiliz diplomatının konuşmaması halinde kendisinin de konuşmayacağını açıkça dile getirilmiştir. Lozan Konferansı’nda Amerikan Müşahit Kurulu’nun üyesi olan John Grew, Lord Curzon’un İsmet Paşa’ya söylediklerini şöyle nakleder: “İsmet, sen bana tıpkı laternayı hatırlatıyorsun. Bizi bıktırıp usandırana kadar hep aynı havayı çalıyorsun: Milli egemenlik, milli egemenlik, milli egemenlik. Bu sözü duymaktan hepimize gına geldi.” Lozan Antlaşması’nın çıkmaza girme aşamasına geldiğinde İsmet Paşa, Lord Curzon’a: “Memleketi esarete mahkum eden bir belgeye imza koyamam. …Hangi imtiyazlar, hangi mukaveleler hangi koşullar altında verilmiş? Bilmiyorum ki imza edeyim. Bunları bana gösteriniz, tetkik edeyim. Hayır, şimdiden, görmeden, bilmeden, anlamadan imza edemem.” Lord Curzon’un yerine görevlendirilen Sir Horace Rumbold, Lozan’daki İsmet Paşa’nın başarısını şöyle anlatır: “Savaş meydanlarından gelen İsmet Paşa sadece usta bir diplomat değil, aynı zamanda bir devlet adamı olduğunu da kanıtladı.” İngiliz heyetinin ikinci adamı William Tyrrell, İsmet Paşa’yı şöyle tarif ediyor: “İki çeşit Türk biliyorduk. Biri eski Türk ki öldü. Biri de Jön Türk ki artık o da yok. Şimdi onlardan başka bir tip görüyoruz, İsmet Paşa. O artık bizim için üçüncü Türk’ü canlandırıyor. Barışı bu Türk’le imzalayacağız.” Amerikalı Müşahit John Grew şunları söylemiştir: “Basın haberlerinden hepiniz öğrenmiş bulunuyorsunuz ki İsmet Paşa Lozan’da büyük bir diplomatik zafer kazanmıştır. Bütün müttefik diplomatların sırtını yere getirmiştir. Bu olayı inkâr etmenin yararı yoktur.” Gazi Mustafa Kemal Paşa, Lozan hakkında tespitleri şöyledir: “Bu antlaşma, Türk ulusuna yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme eyleminin çökertilişini yansıtan bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir utkunun ürünüdür.” Sonuç; yukarıda kısaca anlatıldığı gibi, emperyalist ülkeler karşısında verilen Kurtuluş Savaşı’ndan sonra eşit koşulları sağlayarak tam bağımsızlığını “kayıtsız koşulsuz egemenlik” ilkesiyle kazanmak gerçekten akıllara durgunluk veren büyük bir tarihsel başarıdır. Bu tarihsel bilinçle, küllerinden yeniden doğan ülkenin tapusu olan Lozan Barış Antlaşması’na ve utkuyu kazandıranlara saygılarımızla... AKP ve Suriye Tuzağı A Alper TAŞDELEN Dış Politika Uzmanı A Anlamadan İnanma YILMAZ ÜLGER E. Kpt. Pilot T oplumda abartılmış din saygısının insan sevgi ve insan saygısının ötesine geçmiş olmasını yadırgamamak mümkün değil. İyi ya da kötü olmak için dindar olmaya gerek yok. Dindar olmak da ahlaki ve insani değerlere sahip olmak demek değil. Ahlaki anlayışlarının kelimesi kelimesine dine ve Kuranıkerim’e dayandığını iddia edenler, aslında ne Arapça Kuranı okuyabilmiş nede onu anlayabilmiş değillerdir. Bu yüzden din egemen siyasilerce alt kesimleri zapt etmek için kullanılan bir araç olmuştur. Eğitim seviyesi ya da zekası yüksek olanların bir inancı anlamadan barındırması çok zordur. Dinsel inanç kavramının dayandığı gücün, ihtişamın esası akla ve mantığa bağlı olmamasındadır. Herkesin bildiği gibi din bil gi üzerine değil, sanal inanç ve iman kavramı üzerine kuruludur. Bu nedenle inancın en büyük düşmanı mantıktır. Dindarın mantığı kaderini sanal büyük bir gücün kontrol ettiği varsayımına dayanır. Anlamadan inanıp iman etmenin olumsuz etkilerinden biri, bir şey anlamadan iman edip tatmin olmanın bir üstünlük bir erdem sanılmasıdır. Bu konuda Einstein: “Eğer insanlar cezalandırılmaktan korktukları, ya da ödüllendirilmeyi umut ettikleri için iyi kalplilerse, gerçekten çok acınacak haldeyiz demektir” demiş. Dindar, çocuklukta beyninin sanal safsatalarla yıkanmış olmasının kurbanıdır. Beynine bulaştırılmış olan safsatanın çeşidinin de pek önemi yoktur. Çocuk beynine safsata bir kez bulaştı ğında çeşidi ne olursa olsun, büyüdüğünde bunu bir sonraki nesle bulaştıracaktır. İnsanlar dinsel kültürü sürdürmeyi dini bir görev sayıp ısrar ederler. Aldıkları iman eğitimi etkisiyle doğal felaketleri de insani meselelerle ilişkilendirirler. Küçük insani hataları, günahları abartıp bunlara evrensel bir önem katarlar. Doğal bir doğasal bir felaketi insani kötü amellerin bir bedeliymiş gibi görürler. Örneğin; Yalova depreminin nedeni insanların günahlarına, dinsel ilgisizliklere bağlanmıştı. Einstein: (Dinsiz Bilim Topal, Bilimsiz Din kördür) demiş.Hiçbir şey anlamadığı halde, kendini inançlı imanlı dindar zannetmek de herhalde bir geri zekâlılık belirtisi olsa gerek. Geniş çapta ele alındığında günah ve korku temelli ruhsal öğretileriyle dinler toplumsal birleştirici güç olmaktan çıkıp bölücü güç haline gelmiştir. KP’nin Suriye politikası Türkiye’yi sıcak bir çatışmaya sürükleme tehlikesi barındırdığı kadar, Cumhuriyet dönemi dış politikasının temel paradigmalarını da yok etmekle karşı karşıya bırakmaktadır. Suriye süreci bu şekilde devam ederse, Türkiye’nin 89 yılda inşa ettiği dış politika temelleri yıkılarak, ülkemizin jeopolitik şifrelerine, tarihi gerçeklerine ve oluşturduğu uluslararası ilişkiler dinamiklerine aykırı yeni bir yola girilmiş olacaktır. Türk dış politikasının akılcılığa ve gerçekçiliğe dayanması, bununla birlikte macera türü dış politika uygulamalarının dışlanması tesadüfen gelişmemiştir. Atatürk ve arkadaşları Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşadıklarından ve özellikle de İttihat ve Terakki’nin uyguladığı politikalardan çok büyük dersler çıkarmışlardır. Başta Enver Paşa olmak üzere, İttihat ve Terakki yönetiminin hayalperest yaklaşımları ve uçuk emperyal hedefleri koskoca bir imparatorluğu yok etmiş; on binlerce Mehmetçik şehit olmuştur. Bu nedenle yeni devleti kuran kadrolar dış politika paradigmasını, güç analizini iyi yapmak, her koşulda gerçekçi ve akılcı olmak, kendi ulusal çıkarlarını ve sınırlarını korurken, sorunlar karşısında uluslararası hukuk ve meşruiyetten ayrılmamak olarak belirlemiştir. Bu dış politika anlayışının diğer bir gerekçesi ise elbette ki, Türkiye’nin jeopolitiği ve coğrafi konumudur. Bu ayağı yere basan politika ilk olarak Lozan Antlaşması’nda hayata geçmiş ve ileride kalıcı sorun yaratmamak adına, Misakımilli’de sayılan bazı haklardan feragat edilirken, karşı tarafın istediği yeni devlet ile ilgisi olmayan, siyasi ve ekonomik bazı yükümlülükler de kabul edilmiştir. Kısacası Türkiye’nin Cumhuriyetle başlayan dış politika perspektifini tesadüfler değil; tarihi gerçekler, deneyimler ve zorunluluklar şekillendirmiştir. AKP hükümetinin uygulamakta olduğu dış politika ve özellikle Suriye süreci ise Cumhuriyetin oluşturduğu bu temel parametreleri tamamen dışlamış, hatta AKP’nin dış politikadaki ilk hedefi dar ve kalıplaşmış olarak nitelediği bu parametreleri tedavülden kaldırmak olmuştur. Dış politika elbetteki durağan, değişmez kalıplar bütünü değildir; zamana, şartlara ve yeni oluşan siyasi, ekonomik, uluslararası konjonktüre göre elbette dış politikalar da değişir ve değişmelidir. Suriye’de yaşanan katliamlara karşı çıkmak, totaliter yönetime karşı demokrasi, insan hakları ve özgürlüğü savunmak elbette her demokrat için bir zorunluluktur. Ancak Türkiye açısından bu politikanın temel zemini Birleşmiş Milletler olmalıdır. Birleşmiş Milletler’in alacağı yaptırım kararlarına uymak ve gerekirse bu kararlar için öncülük etmek ana yol olarak benimsenebilir. Suriye’de girilen bu yol, Türkiye’yi sıcak çatışma ve bedeli ağır faturalarla karşı karşıya bırakacak bir duruma dönüşürse, kaybeden AKP iktidarı değil, Türkiye olacaktır. Türkiye acilen Suriye politikasını gözden geçirmeli; yeni süreçte rolleri değil; ulusal çıkarlarını öncelemeli ve uluslararası toplumun ortak akıl üreteceği Birleşmiş Milletler zeminini temel almalıdır. Bu yolda pusula uzaklarda aranmamalı; Cumhuriyetin dış politika uygulamalarına, jeopolitiğin ve tarihin gerçeklerine bakılmalıdır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle