12 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 23 TEMMUZ 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ‘Kültür Varlıklarını Bilinçli Koruma’ Üzerine “Korumada bilinçli bir değerlendirme”, sağlıklı yönetimsel ve bilimsel altyapının başarısıyla ancak gerçekleşebilir. Aksi takdirde, kültür varlıkları koruma kurullarının varlığına duyulması gereken saygı ve güven her gün azalacaktır. Prof. Dr. Mete TAPAN B irçok bilimsel, sosyal, hukuksal, teknik vs. sistem ve yöntemleri gelişmiş Batı ülkelerden aldığımız gibi, taşınmaz kültür varlıklarımızın korunmasına yönelik yasa ve yönetmeliklerinin büyük bir bölümünü de yine genelde ekonomik alanda gelişmiş olan ülkelerden almış ve bu yasa ve yaklaşımları ülkemizdeki koşullar dikkate alınmadan uygulamaya çalışmışızdır. Batı ülkelerdeki koşulların bir sonucu olarak saptanan yasa ve yaklaşımların, ülkemize uygulanırken yarattığı olumsuzlukları kurullardaki görevlerim nedeniyle yakından izleyen bir kişi olarak aşağıdaki özet yazıyı kaleme almaya karar verdim. Özellikle uygulamadan uzak, daha çok sorunun akademik, başka bir deyişle “kuramsal” yönüyle sorunlara bakan ve çözüm arayanlar, koruma konusunda daha rijit, daha tavizsiz bir tavır içindedir. Akade misyenlerin büyük bir bölümünü mevcut yasa ve koruma ilke kararları doğrultusunda restorasyon projelerini değerlendirme çabası içinde olduklarını kişisel olarak yaklaşık 24 yıllık koruma yüksek kurul ve bölge kurullarındaki görevlerimde izledim. Yine buna karşıt, uygulamanın bilfiil içinde olan, ne pahasına olursa olsun mimarlık mesleğini bir yaratıcılık, bir kültür varlığına yeni değerler katma işi olarak gören meslektaşlarımın yaklaşımlarını, ise akademisyenlerden çok farklı olduğunu gördüm. Akademisyenler ve akademisyen olmayanların yaklaşımları şeklinde bir ayırım yapmanın her zaman da doğru olmayacağını bu vesileyle belirtmek isterim. Yine deneyimlerim bu iki yaklaşımın da doğru ve yanlış taraflarının olduğunu, ancak “korunacak kültür varlığının” özelliklerine göre gerçek “doğruların” ortaya çıkabildiğine şahit oldum. Çok yönlü, farklı aktörlerin amaçlarına yönelik bir optimizasyon sürecinin sonucunda koruma eyleminin gerçekleşmesine yönelik çabaların daha “doğru” sonuçlar vereceğine inanıyorum. Farklı aktörlerin ister istemez farklı amaçlara sahip olması koruma süreci ve yöntemini etkilediği bir gerçektir. Hepimizin bildiği gibi, bu amaçların zaman zaman birbirleriyle çatıştığı, dolayısıyla da koruma sürecinde aktörlerin farklı amaçlara sahip olmaları nedeniyle birbirlerine taviz vermeleri, optimizasyonun vazgeçilmez olgusudur. Ancak evrensel koruma kuramının evrensel kırmızı çizgilerinin bu optimizasyon sürecinde çiğnenmemesine çalışılmıştır ve çalışılmalıdır da... Kuşkusuz bu çizgilerin, bazen kesin maddeler, bazen de temenniler niteliğinde farklı uluslararası sözleşmelerde belirlendiği, ayrıca Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak da bu sözleşmelerin çoğuna imza attığımızı bu vesileyle anımsatmak isterim. Ancak, çiğnenmemesi gereken bu kırmızı çizgilerin, dünyadaki farklı ülkelerdeki örnekler incelendiğinde, çağın ekonomik, teknolojik ve kültürel değerleri nedeniyle zaman zaman çiğnendiğini veya değiştirildiğini de görmekteyiz. Kuşkusuz ülkemizdeki gelişmelerde de koruma konusunda zaman içinde tutarsızlıklara rastlamak olanaklıdır. Hatta bu tutarsızlıklar, koruma sürecinin önemli adımlarından biri olan projelendirme, hatta kentsel planlama evrelerinde başlamakta, farklı onay mercisi olan koruma kurullarının aldığı kararlarda somutlaşmaktadır. A bölge koruma kurulunun verdiği, B koruma bölge kurulunun benzer veya eşdeğer proje konularında aldığı kararla uyuşmamakta, yüksek koruma kurulunca oluşturulan koruma ilke kararlarının yorumları farklı kurullarca, farklı farklı değerlendirilmektedir. Kuşkusuz, bu olgu “koruma konusunda” bir güvensizlik, bir tutarsızlık yaratmaktadır. Dolayısıyla, sağlıklı yasalarda olduğu gibi, olanak dahilinde farklı yorumlara yol açmayacak biçimde var olan ilke kararlarını revize etmek, bazılarını yenileriyle değiştirmek ve böylece objektif “eşdeğer, bilinçli bir korumanın” yollarının önünü açmak gerekir. Buradaki “bilinçli” sözcüğü, daha proje bazında koruma ile ilgili verilen kurul kararının nedeninin somut olarak tanımlandığını işaret etmektedir. Başka bir deyişle, böyle bir yaklaşım karar verme sürecinin kurul üyelerince bilinçli bir değerlendirmeyle gerçekleştiğinin kanıtı olacaktır. Kuşkusuz bütün bu nesnel olma çabalarına karşın, nitel değerlendirme kriterlerini yok sayamayız. Ancak bunların sayısı, olanak dahilinde en aza indirilmelidir. Ayrıca bilinçli bir değerlendirmeyle, kurul içi kurul üyeleri arasında anlamsız tartışmaların da önü kesilecek, bir öneri proje hakkında yoruma kapalı, somut kriterler göz önüne alınarak, nesnel bir karar verilebilecektir. Restorasyon projelerinin bilinçli değerlendirilmesinde, yine karar vericilerin projeyle ilgili sağlıklı bilgilere gereksinmeleri vardır. Dolayısıyla, bugünkü sistemimizde, sağlıklı bilgi edinilmesinde karar vericilerin en önemli yardımcıları kurul raportörleridir. Kurul raportörlüğü ile ilgili yönetimsel mekanizmaların güçlendirilmesi, raportörlerin başka bir deyişle çok iyi yetişmeleri ve maddi ve manevi koşullarının güçlendirilmeleri doğru, bilinçli bir değerlendirme için en önemli şarttır. Kurul üyeliği niteliği 2863 sayılı yasada tarif edilmiş ve bu tarife uygun üyelerin seçimi Kültür Bakanlığımızca yapılmaktadır. Bugün hepimizin bildiği gibi koruma bölge kurullarının sayısı tüm ülkemizde yanılmıyorsam otuz beş adettir. 2863 sayılı yasaya uygun kurul üyesi bulmak da maalesef çok zor olmaktadır. Dolayısıyla, kurul üyeliklerinin seçimi, seçilenlerin çalışma koşulları, sayıları gibi sorunlar yeniden gözden geçirilmeli ve ülkemiz koşullarına göre koruma politikalarımızın yönetimsel strüktürü yeniden düzenlenmelidir. “Korumada bilinçli bir değerlendirme”, sağlıklı yönetimsel ve bilimsel altyapının başarısıyla ancak gerçekleşebilir. Aksi takdirde, kültür varlıkları koruma kurullarının varlığına duyulması gereken saygı ve güven her gün azalacaktır. Bugünkü kurullarda görev alan meslektaşlarımın iyi niyetleri ve bakanlığımızın çabaları bu güvenin sağlanması için yeterli olmayacaktır. Her zaman sistemin, kişisel çabalardan daha önemli olduğunu ve sorunun kişilerde değil, sistemde yattığını bir kez daha belirtmek isterim. Türkçenin Unutulduğu Ülkede Türkçe Olimpiyatları(!) Deniz BANOĞLU aka gibi, ama insanın içini acıtıyor. Cennet ülkemde iktidar ehlinin söylemleri, tek el, tek söz siyasetiyle toplum yaşamına aktardıkları inanılacak gibi değil, bir yandan Cumhuriyet değerlerini bir bir yok ederken diğer yandan adeta kendi rotasında olmayan yüzde elliyle alay ediyor. Saymakla bitmez... Komşu ülkelerde diktatörlük heveslerinden söz ederken, tek adam otoritesiyle kendi topraklarında diktatörlüğe kapı açmak... Komşu ülkelerdeki zulmü ve zalimi eleştirirken kendi insanına yapılan ve yaptıkları zulmü zalimlikleri görmezden gelmek... Komşu ülkelerde çocukların katledilmesine, insanların merhamet göstermemesini sert bir dille yererken kendi insanlarına acımasız ve merhametsizce davranmak… Millet iradesiyle iktidar olduk derken, milletin iradesiyle seçilenleri dört duvar arasında soluksuz bırakmak... Yargı ve hukuku, ancak ucu kendine dokunduğu zaman anımsayıp, iktidar karşıtı çıkan olası bir yargı ve anayasa kararı için “hukuk garabeti” diyebilmek; vesaire, vesaire… gerçek yurtsever aydınları adeta bunaltan bu ve benzer uygulamalar, olanların vahametini kavramış siyasetçilerimiz ve medya yazarlarımızca hemen her gün topluma aktarılıyor. Bu nedenle fazla ayrıntıya gitmeden bu yazımda “Türkçe olimpiyatları” garabetine değinmek istiyorum. Evet Türkçe olimpiyatları garabeti diyorum... Fethullah’ın girişimiyle gerçekleştirildiği söylenen bu olimpiyatların bu yıl kaçıncısının yapıldığını bilmiyorum, ama metro duvarlarına gelinceye kadar birçok yere konulan boy boy asılı afişler, duyurular ve kimi televizyon programlarında yapılan yayınlarla adeta göklere çıkarılan olimpiyatların amacını doğrusu merak ediyorum. Afişlerde Çin’den Maçin’den, Afganistan’dan, Afrika’dan, gelen Hintlisi, Afganlısı, Ginelisi, Togolusu, ak esmer tenli, güleç yüzlü gençler Türkçe öğrenmenin konuşmanın gururu ve övüncüyle boy gösterir ve etkinlikte sahne alırken, bizim gariban ülkemizdeki gençler, sırtlarında İngilizce yazılı gömleklerle, Hard Cafe, Happily Ever After adlı çay ve kahvehanelerinde, karşılıklı ‘Türkilizce’ söz dalaşı yapıyorlar. Sanıyorum iki yıl önce yapılan olimpiyatları rastlantıyla bir televizyon programında yakaladığımda, başbakan ve o dönemin meclis başkanının, yüzlerinde alaycı bir gülümsemeyle, sahneye çıkan Türkçecilerin, Türkçe paralayan ve kimi yanlış kimi kulağa komik gelen sözcüklerine güldüklerine tanık olmuştum. Büyük övgü vesilesiydi tabii onlar için, yabancıların Türkçeye olan bu merakları; ama acaba, aynı siyasiler, yazılı, görsel ve sesli Türkçemizin korkunç bir yabancı dil kuşatması altında olduğunun farkındalar mı? Ülkemize gelip de İstanbul sokaklarını gezen, yabancıların, şaşkınlıkla “Acaba burası Türkiye mi” dediklerini hiç duymadılar mı? Yabancıların, gittikleri ülkede otantiği, geleneği, ora kültürünü yaşamak istediklerini unutup, kurulan yeni sitelerden otellere, lokantalara, minicik dükkânlara varıncaya dek bir yabancı dil sevdası ve hayranlığı ile İngilizce adlar yakıştırmak galiba, Batı’ya hayran olup, kendi kültürünü hor gören biz Türklere özel olmalı. Yabancı adlar yakıştırmanın yanı sıra, olur olmaz, örneğin minicik börek dükkânına “börek center”, yemek ile seyahati bir araya getiren bir etkinliği, “gurmebüs” mutfakta buluşalım başlığı altında tanıtılan yerlere, “Chef’s İstanbul” “Chef’s Table” “Delikatessen” “Cocolat” adlarını koymak, Türkçe çeşni sözcüğünü, “ceshni” diye, sözde yabancıya kolaylık sağlamak da bizlere özel bir ayrıcalık olmalı. Ve böylece dünya vatandaşlarına Türkçeyi öğretmekle övünürken, biz kendi ülkemizde kendi topraklarımızda, öz dilimizi unutturmakla kalmıyor, bir o kadar da yozlaştırıyoruz. Ve başta siyasiler, Kültür Bakanlığı, yerel yönetimler, buna seyirci kalıyorlar. Başbakanımız Trumph Towers’ın açılışında, nasılsa “tower” sözcüğüne takılıp uyarmış, ama ona gelene kadar İstanbul ve diğer büyük kentlerde kaç yüksek binanın “tower” ve yerli yersiz onca yerin “center” olarak adlandırıldığını unutmuş olmalı. Türkçemiz neredeyse unutturuluyor, yozlaştırılıyor, giderek yabancı dillerin kuşatması ve boyunduruğu altında özünü yitiriyor. Gerçek ve durum böyleyken yapılması gereken Türkçe olimpiyatları değil, ama ciddi bir Türkçe seferberliğidir. İlgililer, yetkililer, sorumlular, siyasiler, dilimizin ciddi bir yozlaşmanın kuşatması altında giderek ‘Türkingilizce’ olmasına seyirci kalmamalıdır. İç ve dış siyasette dışa bağımlı hale gelen ülkemizde dilimizi de İngilizceye teslim ettik. Hepsine bir dur demenin zamanı gelmedi mi? Ş C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle