19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 7 HAZİRAN 2012 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Tasma Kime Takılır? “Tasmalarını çıkardık” diyor. Köpeklere takılan bir araçtır bu. Yalnız köpeklere... Kedilere takmaya kalkarsan... Yüzün gözün parçalanır. O uslu görünen hayvan tasma takmaya çalışanı perişan eder. Özgürdür kedi, canı ne isterse onu yapar, köpek ise kendisini besleyen efendisinin kölesidir. Başbakan, kimin tasmasını çıkarmış? Bir bir adlar sıralamalı mıyım “işte tasmalılar” diye! Öyle tasmalar var ki gözle görülmez. Ama takan bilir tasmanın ucunda kim var? Bilerek hizmet eder, kimi bir lokma ekmek için, kimi çıkar payını arttırmak için... Köpeklik denen şey budur. Tasmayı sana takana, eliyle seni oraya buraya sürükleyenlere koşulsuz bağlılık... ??? İç politika tartışmaları fazla ileri gitti. Ağır hakaretler, çirkin sözler, utanılası konuşmalar, gırla... İşin başındakilerdir, bu kötü gidişi başlatanlar, sürdürenler... Bir toplumu yönetmekle görevli insanlar konuşmasını, tartışmasını bilmelidirler. Mahalle kahvesinde en çirkin sözlerle bağırıp çağıranlar gibi olmamalıdır politikacı dediklerimiz. Topluma en iyi örnekleri onlar vermeli. Oysa en kötü örnekleri iktidardakiler veriyor! ??? Yetersizliktir, başarısızlıktır, ilkelliktir, bilgisizliktir. Denecek ki iktidarda muhalefette ön yerlerdekiler öğrenim görmüş kişiler, hatta içlerinde üniversite profesörleri de var. Ama incelikten, daha açığı terbiyeden yoksun kalmışlar. Daha beteri politikada üstün olmanın yolunu bayağılıkta aramışlar... Bir başbakan “Tasmalarını çıkardık kurtardık” mı diyor? Kendi emrindeki görevlilerden mi söz ediyor, onları emir kulu saydığından mı? Yoksa basında kendini eleştirenlerden mi söz ediyor “tasma taktılar” diye! Evet öyleleri de var, körü körüne işbaşındakilere hizmet edip ödüller almayı becerenler... “Tasma taktılar” öyle mi? Bir gün gelir başkalarına tasma takmaya kalkışanlar da, o tasmaların tadını duyacaktır. Politika dünyası yerinde saymaz, değişir, bugün sana yarın bana!.. Derken bir başkası çıkar ön yeri herkesten önce kapar. Tıpkı AKP’nin on yıl önceki beklenmedik çıkışı ve on yıldır yerini kaptırmayışı gibi... İspanya İç Savaşında Bir Rektörün Direnişi: Miguel de Unamuno Kendi üniversitesinin çatısı altında baskına uğrayan Miguel de Unamuno ‘işgalciler’in şaşkın bakışları altında, şu tarihsel konuşmayı yapar: ‘Hepiniz, benim, susmadığımı ve susmayacağımı biliyorsunuz. Yetmiş üç yıllık ömrümde susmayı, suskun kalmayı bir türlü öğrenemedim.’ Ercan EYÜBOĞLU Siyaset Bilimci evgili Rona Aybay Hoca’nın 24 Mayıs 2012’de bu sütunlarda yayımlanan yazısı, pek çok yapıtı Türkçeye de çevrilen fakat gereğince tanınmayan büyük İspanyol Direnişçisi Cumhuriyetçi Miguel de Unamuno’nun soylu ve yüce anısını tazelememize vesile olabilir. Miguel de Unamuno (29 Eylül 1864, Bilbao 31 Aralık 1936) yirminci yüzyılın ilk yarısında ilgilendiği hemen her alanda damgasını vurmuş bir İspanyol romancısı, şairi, dilbilimcisi, tiyatrocusu, eleştirmeni ve düşünürüdür. İspanyol kültürünü özümsemekle yetinmemiş, “anadili gibi” 14 dili bilmekteydi. Yaşadığı çağı seçemese de o çağın içinde kendisini seçmiş ve konumunu belirlemiş, iki büyük savaş arasının büyük kavgasında, güçlülerin yanında değil, özgürlüklerin ve demokrasinin Cumhuriyetçi cephesinde yerini almıştır. Cumhuriyete ve onun değerlerine öylesine içten, öylesine kararlılıkla bağlıdır ki, Falanjistlerin katlettiği Frederico Garcia Lorca’nın akıbeti bile onu caydırmamış, tam tersine, rektörü olduğu Salamanca Üniversitesi’ni demokrasinin ve Cumhuriyetin kalesi olarak algılamak istemiştir. 1931’de kurulan Cumhuriyete kendini adayan Unamuno, 1936’da başını General Franco’nun çektiği faşist hareket, özgürlükçü demokratik Cumhuriyete baş kaldırınca, kendini üç yıl sürecek olan İç Savaş’ın içinde ve bilimkültür cephesinin en ön saflarında bulur. İç Savaş, adı üstünde, cephesi belirsiz bir savaş. Zaferi ya da yenilgiyi, (sivil) toplumun her alanında bireysel tavırlar, teslimiyetler ve direnmelerin belirleyeceği bir savaş. İdeolojilerin belirleyici olduğu bir savaş. İşte, bu İç Savaş’ın başlangıç yılı olan 1936’da Miguel de Unamuno, Cumhuriyetin görevlendirmesi ile Salamanca Üniversitesi’nin rektörlüğünü yapmaktadır. Ne var ki, Avrupa’nın en eski ve köklü üniversitelerinden biri olan Salamanca Üniversitesi, Falanjistlerin ilerlemesi sonucu, milliyetçi kuşatmanın içinde bir Cumhuriyetçi adacık olarak kalmıştır ve her fırsatta taciz edilmekte, kışkırtılmaktadır. Aşağıdaki olay işte bu kışkırtmanın öyküsüdür. Cumhuriyet karşıtları orduda ve Falanjist ör S gütlenmeler içinde yuvalanmışlardır ve Cumhuriyeti devirmek için bin bir komplo, bin bir entrika tezgâhlamaktadırlar. Franco yanlılarının etki alanı içinde yer alan ve Miguel de Unamuno’nun rektörü olduğu Salamanca Üniversitesi’nin büyük amfisinde 12 Ekim 1936’da rektörün izni olmaksızın bir ‘Irk Şenliği’ düzenlenmiştir. Şenliğin onur konukları arasında, daha sonra iyice ünlenecek olan o mahut Caudillo’nun karısı Dona Carmen Franco da vardır. Bütün o davetli resmi erkânın ve bindirilmiş kalabalığın önünde kürsüye çıkan Francocu General MillanAstray, Cumhuriyetin ilanı ile “İspanya’nın maruz kaldığı büyük iç ve dış tehlikeleri” sayıp döken ve faşizmi öven bir konuşma yapar ve konuşmasını, coşturulmuş kalabalık tarafından sık sık tekrarlanan “Viva la muerta! Yaşasın ölüm!” nidaları ile bitirir. Kendi üniversitesinin çatısı altında böylesi bir baskına uğrayan Miguel de Unamuno, kendinden emin, kararlı adımlarla ve söz almaksızın, generalin ardından kürsüye çıkar, oluşan bir ölüm sessizliği içinde ve “işgalciler”in şaşkın bakışları altında, şu tarihsel konuşmayı yapar: “Şimdi benim burada ne söyleyeceğimi büyük bir merakla beklediğinizi biliyorum. Beni tanıyorsunuz, beni biliyorsunuz. Hepiniz, benim, susmadığımı ve susmayacağımı biliyorsunuz. Yetmiş üç yıllık ömrümde susmayı, suskun kalmayı bir türlü öğrenemedim. Ve bugün de öğrenmek istemiyorum suskun ve sessiz kalmayı. Bazı durumlar vardır ki, orada susmak, yalan söylemektir. Zira sükut, ikrar olarak yorumlanabilir. Bugüne kadar içimde daima birbiri ile tutarlı bir uyum içinde yaşayagelen sözüm ile vicdanım arasında bir boşanmaya asla izin veremem. Kısa konuşacağım. Süslemesiz ve dolambaçlı cümleler olmaksızın dile geldiğinde gerçek, daha bir gerçektir. Bu çerçevede, biraz önce dinlediğimiz ve şu an aramızda bulunan Genaral MillanAstray’in konuşmasına, eğer buna bir söylev denebilirse birkaç şey ek lemek istiyorum. Basklara ve Katalanlara ilişkin iftira ve aşağılamalar yığını içinde kişiliğime yönelik olanları bir yana koyalım… Marazi ve anlamdan yoksun bir çığlık dinledim: ‘Yaşasın ölüm!’ Ben ki, ömrümü, anlamını kavrayamayanların tüylerini diken diken eden paradoksları hale yola koyup aşmaya çalışmakla geçirdim, uzman kimliğimle, bu barbar paradoksun benim için tiksindirici olduğunu söylemeliyim. General MillanAstray bir maluldür. Bunu, kaba bir art düşünce olmaksızın vurgulayalım. Kendisi gerçek bir harp malulüdür. Cervantes de bir harp malulü idi. Bugün İspanya’da, ne yazık ki, çok fazla sakat kimse vardır. Ve eğer Tanrı bize yardımcı olmaz ise yakın bir gelecekte, maalesef daha pek çok sakat insanımız olacak. General MillanAstray’in bir kitle psikolojisinin temellerini atmakta olduğu düşüncesi, bana acı veriyor. Cervantes’in ruh büyüklüğüne sahip olmayan bir malul, bu kompleksinden kurtulup rahatlamayı, genellikle başkalarının da sakat kalmasını sağlamakta arar. Yenmek ikna etmek demek değildir; aslolan önce ikna etmektir; oysa duyguya ve tutkuya yeterince yer vermeyen kin, hiçbir zaman ikna edemez. Siz yeneceksiniz, çünkü siz, gerekli olandan daha fazla kaba kuvvete sahipsiniz. Ama kandıramayacak, inandıramayacaksınız. Zira, inandırabilmeniz için, ikna edebilmeniz gerekli. Oysa ikna etmek için, size, sizde bulunmayan iki şey gerekir: Akıl ve mücadelede haklılık. Sizi İspanya’yı düşünmeye çağırmanın, İspanya için tasalanmanızı beklemenin bir yararı olmadığını, bunun beyhude bir çaba olduğunu düşünüyorum. Bu kadar!” General MillanAstray’in, oturduğu yerden, “Kahrolsun zekâ, Kahrolsun akıl!” nidaları ile sık sık kestiği ve coşturulmuş amfiye yuhallattığı bu konuşmasının ardından, Miguel de Unamuno kürsüden inerken faşist militanlar namlularını ona doğrultmuş, General MillanAstray’ın bir işaretini beklemektedirler. Tam o sırada Dona Carmen Franco’nun ayağa kalktığı ve Unamuno’nun koluna girdiği görülür. Namlular şaşkınlık homurtuları içinde indirilir ve Unamuno amfiden yuhalamalarla çıkar, evinde göz hapsine alınır ve 31 Aralık 1936’da ölür. Ne demişti büyük Tolstoy: “İnsan sadece uluorta yalan söylemekten sakınmakla yetinmemeli, susarak yalan söylemekten de kaçınmalı.” Neremizi İstersen... Kadının rahmi size ait ise... Baktım da; neremiz bizim?.. ? Misal şu burnumuz... Neye sokacağız, neye sokmayacağız?.. Ya da nerede kaldıracağız, nerede indireceğiz, karar sizin... ? Dilimiz sizin... Sus, sus... Konuş konuş... Fazıl Say “dilim benim” dedi, gidiyor... ? Gözlerimiz sizin... Türkiye’nin nereye gittiğini gören var mı?.. Yok... “Görmeyenler görsün” dediğinde, fıskıyeli havuzları göreceğiz... Ama artık yerinde olmayan 3 bin kamu malını, ormanı, koruluğu, derenin şelalesini gören mi var?.. İstanbul’un on asırlık siluetini gör bakalım?.. Sırada Haydarpaşa gar binası... Yok gözünü açan oldu mu, içine biber gazı... ? Kulaklarımız... Senin... Seni dinlemeye iki kulak az bile... Eşek kulağı lazım... ? Ayaklarımız senin... Git, gidiyoruz... Dur, duruyoruz... Bak iniş aşağı geri geri gidiyor Türkiye, ayakları tut tutabilirsen... ? Midemiz senin... Artık nasıl istersen... Helal gıda mı?.. Aşure mi?.. Rakı, şarap yasak... ? Kıçımız... “Otur” de, oturur... “Kalk” de, kalkar... O da gitmiş Beyoğlu’nda sandalyeyi öne koymuş oturmuş, tabii “Kalk” dediler... Komutan kalkmadığı için gidip hapishanede oturmaya başladığından bir önceydi... ? Geldik pipiye... En az üçe göre mi, en az beşe göre mi?.. Nasıl dersen... ? Beynimiz senin... Bak koca medyada senin olmayan beyin kaldı mı?.. Ya da senden farklı düşünen; bilim adamı, savcı, yargıç, rektör, dekan, polis, asker, bürokrat, işadamı, vali var mı?.. Yok... ? Bir o kalmıştı; kadının rahmi... Artık neremizi istersen... Tiyatroyu Hafife Alanlar… Daver DARENDE Emekli DiplomatYazar ültür devrimimizin yaratıcısı Ulu Önder Atatürk tiyatroyu “bir ulusun kültür düzeyinin aynası” sözleriyle tanımlamış, tiyatronun bir eğitim kurumu olduğunu vurgulamıştı. Kültüre, sanata, uygarlığa ve güzele düşmanlığın artarak devam ettiği ülkemizde, geçmiş yıllarda Devlet Tiyatroları’nda harikalar yaratan, çağdaşlığa gönül vermiş devlet sanatçısı Macide Tanır’ın (Onun 1956 yılında Ankara’da Büyük Tiyatro’da sahnelenen İbsen’in Nora’sındaki görkemli oyununu ve diğer oyunlarını nasıl unutabilirim?) “Tiyatro’nun Cadısı” adlı kitabını yeniden okumaya başladım. Sanatçılarımızın seslerinin kısılmak istendiği bu günlerde Macide Tanır’ın tiyatronun hafife alınamayacağına ilişkin sözleri belleğimden silinmiyor. Tiyatro bir okuldur, insanın ufkunu genişleten bir eğitim kurumudur. Tiyatronun bir eğlence aracı olduğunu düşünenler büyük bir yanılgı içindedirler. Uygar bir toplum tiyatrodan asla vazgeçemez. 1972 yılında Budapeşte’de bir hafta beraber olduğum tiyatro ustası, değerli yazar Haldun Taner bir söyleşimizde tiyatroyu çok nazik bir bitkiye benzetmiş, “Tiyatro her an çok yoğun özen ister. K Biz ise ona sadece hoyratlık, ilgisizlik, gösteriyoruz. Yine de yaşamakta devam ediyorsa buna sadece şaşmak gerekiyor. Sanat ve kültür Batı’da bir lüks değildir, yüzyıllar boyu bireyin güncel yaşamına sinmiştir.” demişti. “Dünyanın en tehlikeli hali cehaletin örgütlü eyleme geçmesidir.” Goethe’nin bu ünlü sözünü nasıl unutabiliriz? Örgütlü cehalet yalnız dünyada değil, ülkemizde de epeyce yol aldı, başarıdan başarıya da koşuyor! Geçmiş yıllarda ülkemizde sanatın çok sorunlu olduğunu açıklayan “Evrensel kültür yoktur, opera toplumumuza mal olmamıştır, yağlı güreş toplumumuzun simgesidir” diyebilen kültür bakanlarını tanımadık mı? Aydınlanmanın bilgesi İlhan Selçuk, “Savaş uçakları kentleri bombalarken tiyatro perdesini açan çağdaş insandır” dememiş miydi? İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerle bir olan Almanya’da önce fırınlar açıldı, sonra tiyatrolar! Tiyatroyu hafife almayalım. Atatürk’ün kültür devriminin ödünsüz savunucusu dostlar, çağdaşlıktan çağdışılığa doğru hızla yol aldığımız bugünlerde Ulu Önder’in bizlere miras bıraktığı uygarlık düzeyine nasıl ulaşacağız? C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle