23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 11 HAZİRAN 2012 PAZARTESİ 2 parlamenter sistemden başkası olabilir mi? Meclis’in yönettiği bir savaşla kurulan ve Meclis üstünlüğüne dayanan bir devletin hem çok denenmiş hem de daha kıvrak bir sisteme bağlanması fena mı olmuştur? Parlamenter sistem, bir yandan demokrasi için gerekli mekanizmayı kurarken bir yandan da genç Cumhuriyetin başarmak zorunda olduğu devrimlerin dinamik yöneticilerce gerçekleştirilmesine olanak sağladı. imdi devletin geleceği için güvenilir sistem arayanlar ve bu arada elbet Sayın Başbakan, çapraşık sistemler peşinde kaybolmadan, parlamenter sisteme dönüş üzerine zihin yormalıdırlar. Başkanlık sistemi ve onun yumuşatılmış melezi yarı başkanlık türleri bu ülkenin işine yaramayacağı gibi onu yöneteceklerin de başına işler aşacaktır. Eski sömürgecilerin büyük çıkarlarını sürdürmek için her türlü kumpası denedikleri bir dönemde, koca ulusları ve kalabalık halkları kandırmak yerine baştakini kandırıp ketenpereye getirmek daha kolay. Sömürücülerin, başka devletleri istediklere yöne çekmekte onlara hizmet edecek kişileri bazı ülkelerin başına geçirmelerini kolaylaştıran başkanlık ve onun melezi sistemleri salık vermeleri boşuna mıdır? OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Atina’dan İleti Var Yüksel PAZARKAYA 2 Eylül döneminde tutuklanma tehdidi altında yurtdışına sürgüne giden birçok Türk yurttaşı, sıla özlemini dindirmek için, Yunanistan’a tatile giderdi. Özellikle memleket kıyılarının göründüğü Ege adalarından buğulu gözlerle karşı kıyıları seyrederlerdi. Yunanistan Nazi istilası altına girince canlarını bizim kıyılara atarak kurtarmış çok Yunan yurttaşı olmuştu. Kısaca, iki komşuyu ayıran dil, din ve özgüven, özbeğen sınırları, gereğinde her zaman dümdüz olmuş, ortadan kalkmıştır. Ayıran sınırlar, ortak özellikler yanında yeri gelir kolayca silinir. Şair, eski Elence ve Latince uzmanı, Atina’da yaşayan kardeşim Kostas ve ailesiyle 1983 yazında Lefkada Adası’ndaki yaz tatilinde tanıştık. İki kez Atina’da ziyaret ettim, kardeş evine konuk oldum. O da iki kez İstanbul’a geldi. O gün bugün sürekli yazışırız Kostas ile. Birkaç yıl öncesine kadar mektup yazardık birbirimize. Son yıllarda bilgisayar iletilerine döndü. Kostas yalnızca kültürlü bir dostum değil, güncel siyasi gelişmeler konusunda da görüşleri sağ Restorasyon CUMHURİYETİ yeniden tarihsel rayına oturtma vakti gelmiştir. Sayın Başbakan ağzından kaçırdı ve “partili cumhurbaşkanı” kavramından söz etti. Bununla asıl niyetini iyice açığa vurmuş oluyordu: “Yeni” denen anayasa girişimi hangi devlet sisteminde karar kılarsa kılsın, sistemin başına geçen kişi mutlaka belirli inancı ve ideolojisi olan biri olmalıydı ve öyle “dünyevi hırsların üstüne çıkmış, belirli hedefleri olmayan melekleşmiş, biri” olmamalıydı. Ayrıca “Cumhuriyetin yüzüncü yılı kutlanırken devletin başında ben olmalıyım” demeyi gerekli görmedi; hep bilineni o da biliyordu. zaman, devleti yönetenin “hangi sistem olursa olsun, yeter ki başında ben olayım” sözünden kalkarak yalnız onun değil, ulusun ve Cumhuriyetin geleceği için de doğru sayılabilecek daha sağlam bir zemine kayarak önümüzdeki yılları o zeminde düşünmek daha akıllıca olmaz mı? Öyle bir zemin, demokratik Cumhuriyetin kuruluşuna temel olan ve Mustafa Kemal ile İsmet Paşa gibi kuruluş sonrasında yaptıklarıyla da temeli güçlendirenlerce tercih edilen 1 Ş O lamdır. Yunanistan ekonomisinin girdiği darboğaz konusunda düşüncelerini öğrenmek istedim. Kısa ve öz bilgi verdi: “Önce şunu söyleyeyim: Buhran ortaya çıktığından beri intiharlar iki bini aştı. Bu sayı trajediyi apaçık gösterir. Hiçbir parti bunun nedenlerinden söz açmıyor. Bu durumda bile birbirleriyle anlaşmak yerine, hâlâ karşılıklı savaşıyorlar. Diğer Avrupa ülkeleri de Yunanistan’ı kenara itiyor. Öte yandan, Komünist Partisi hariç, hiçbir parti Avrupa Birliği’nden çıkmayı asla düşünmüyor, istemiyor. Yunanistan sorununa gelince, başta sorun ekonomik değil siyasidir. İktidara gelen her parti önce yandaşlarını kollar, bu yüzden reformlar hep sözde kalır. Kör tazminatı alanlar araba kullanırlar, ölenler daha yıllarca aylık çekerler... Bu koşullarda bütçede nasıl denge sağlanabilir? Mucize gerek! En kötüsü, şimdi bir de Nazi partisi kazandık! Gelen seçimlerde kararsızım. Vaatler çok, inanmak pek güç.” Uluslararası Saydamlık kuruluşu (Transparency In ternational) şimdi yayımladığı bir raporda, Avrupa ülkeleri arasındaki yolsuzluk araştırmasında Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin başı çektiğini saptıyor. Herkesin bildiği bir saptama da, Avrupa Birliği’nin yüz milyarlarca Avro’luk yardım paketinin, halka ulaşmadan yine Avrupa bankalarına olan borçların faizi olarak geri döndüğüdür. 17 Haziran seçimleri de, Kostas’ın öngörüsüne göre, bir çözüm getirmeyecek. Avrupa Birliği egemenlerinin korkusu, Tsipras’ın sol partisinin birinci parti olması. Kostas’ın öngörüsü farklı. Samaras yine birinci parti çıkar, diyor. Kostas haklı çıkarsa, 17 Haziran’dan sonra da Yunanistan’da hükümet kurmak kolay olmayacak. Kostas da zaten iletisini, “Yunanistan’ın geleceği neşeli görünmüyor” diyerek bitiriyor. Yunanistan’da geleceğin “neşeli” görünmemesi demek, Avrupa Birliği’nin geleceğinin de pek neşeli olmayacağı anlamına gelir. Her süreç, sistemin gerektirdiği uçuruma çıkar. Ama ne yazık, uçuruma yuvarlananlar hep sistemin egemenleri değil, halklar. Yunan halkıyla dayanışmamız ve duygudaşlığımız doğal. Boş Atıp Dolu Tutturmaya Çalışmak Sevgi Özel eğerli dilcimiz Emin Özdemir’in, ta 1974’te yazdığı “Yumuşakçalar” başlıklı bir denemesi var. Keşke bütününü aktarabilsek… Demek, Özdemir’in bu yazıyı kaleme aldığı günlerde de bugünkü gibi insanın içini karartan, öfkesini kabartan boş atıp dolu tutturmaya bakanlar önde koşuyormuş. Emin Özdemir’le yenilerde konuştuk; ikimiz de dilin bu denli kötü ve kötüye kullanıldığı, 90 yıllık devrim deneyimlerimizin bu denli horlandığı, dinsel kavramların siyasaya böylesine araç yapıldığı, kadın bedenini ilgilendiren bir olayın “cinayet”le adlandırıldığı ve “ulema”nın ağzına bakıldığı bir döneme hiç tanık olmadık. Bizler, dille uğraşarak geçirdiğimiz yıllar sonucunda bir bakıma dudak değil, yürek okur gibi olduk. Kullandığı sözcüklere, kurduğu tümcelere, ses tonuna, beden diline bakarak kişinin eğitim düzeyini, işinin ustası ya da uzmanı olup olmadığını, dünya görüşünü, sevdiği sevmediği şeyleri, sevincinin öfkesinin kaynağını, hoşgörüde sınırını, imzasız metne bakarak cinsiyetini, insan ya da hayvan sevgisindeki içtenliğini, toplum için mi yoksa kendi çıkarı için mi çabaladığını, ileriye mi geriye mi baktığını, din ve ırk farkını kullanıp kullanmadığını, dilinin, kaleminin, omurgasının ne işe yaradığını ve başka özelliklerini büyük ölçüde anlayabiliyoruz. Politikacıların en sık kullandığı adıl, “ben” oluyor; dolayısıyla yandaşlarının da. “Benim bakanım, benim valim” gibi söylemler, baştan yanlıştır, ama yandaş kafa sallıyor. Seçilmiş olanın ne bakanı vardır; ne valisi; ama bakanlar, valiler, seçilmişin “ben” alanına girmekte hiçbir sakınca görmüyor D lar. Doğallıkla yandaşlar da. Seçilmişler, “Ben yapacağım, ben göstereceğim…” gibi “ben”in sıklıkla yer aldığı biçemle, her sözlerinin yasa olmasını sağlıyorlar, kuşkusuz yandaşlar da bunu savunuyor. “Ben”i “biz” yapamayan politika dilini, yandaşlar daha da ağırlaştırıp bayağılaştırarak kullanıyor. Oysa toplumcu siyasanın asıl vurgusu “biz”de olmalıdır. Konu ne olursa olsun herkes konuşuyor; özellikle gazeteciler sınır tanımıyor, Tanrı’nın ülkemize armağanı üç beş gazeteci, aklınıza gelebilecek her konuda, her alanda dana dişi gibi iri laflar edebiliyor. Başta gazeteciler, bilimcinin, sanatçının, uzmanların ilgi alanına giren her konuya, gündem değiştirme ustalarına yağ çekerek balıklama dalıyor. Salt gazeteciler de değil yakın tarihi yeniden yazanlar, Atatürk’le ve Türk Devrimi’yle hesaplaşanlar, aslında bir halt bilmediklerini kendi ağızlarıyla kanıtlıyorlar, ama fatura tepki veren aydınlara çıkıyor. Sevgili Fazıl Say’a “git” diyor birileri, onlarca aydın, bilimci, gazeteci Silivri’ye atılıyor, kadın bedeni siyasaya iğrenç bir dille araç yapılıyor, üniversite öğrencilerinin geleceği yok ediliyor. Tam bu sırada Emin Özdemir’in, “Yumuşakçalar” denemesi bir kez daha usumuza düşüyor; “Yumuşakçaların sözlüğünde hayır yoktur. Bilmezler başkaldırmasını. Buyrukların en kirlisini bile ‘başüstüne’lerle karşılarlar. (…) Yumuşakçalaşmaktan kurtarmak gerek insanları. Yumuşakçalaşmanın sürüp gittiği düzenlerde bireysel mutluluktan da toplumsal mutluluktan da söz edilemez” diyen ustaya katılmamak olanaksız. Boş atıp dolu tutturmaya bakanlara ne diyelim şimdi? ‘Dilimiz Kuşatma Altında...’ Doğan HASOL B u sözler Başbakan’a ait. Geçenlerde Türkçe konusunda farklı iki ortamda iki tepkisi oldu. Birincisi “Trump Towers Mall”un açılışında, ikincisi “Anayasanın Dili” sempozyumunda. Dilin, başka dillerin kuşatması altında olmasından hepimiz rahatsızız. Bu saptama doğru: “Trump Towers Mall”, “Köfteland”, “Kebap House” gibi örnekler işin nerelere kadar vardığının en açık göstergeleri. Dilin başta, İngilizce sözcüklerle kuşatılmasından Avrupa ülkeleri de yakınıyor. Fransa, Almanya bile dillerinin bu anlamda kuşatılmasından rahatsız. Sayın Başbakan’ın itirazı anladığımız kadarıyla Batı kökenli sözcüklere... Arapça ve Farsçadan gelenleri bizden sayıyor. “Anayasanın Dili” toplantısında söyledikleri de bunu gösteriyor: “Eskilerin çok güzel bir sözü var, ‘Efradını cami, ağyarını mani olmak’. Anayasamızın dili efradını cami, ağyarını mani olmadı. Örneğin, 367 meselesinde anayasanın dili ciddi şekilde istismar edildi. Mana son derece açıkken lafız farklı yerlere çekilmek suretiyle Türkiye’ye ağır bedeller ödetildi. Dünyadaki her dil başka dillerden ödünç kelimeler alırken, bu son derece tabii bir şeyken, Türkçedeki tüm yabancı kelimeleri ayıklamaya yönelik tasarruflarda bulunuldu... Bu tabii olmayan ideolojik girişimler ne yazık ki Türkçeyi ciddi manada kısırlaştırdı. Türkçenin sağladığı o engin muhayyileyi de ciddi manada köreltti. En önemlisi de Türkçe üzerinde yapılan operasyonlar, kuşaklar arasındaki dil birliğini ortadan kaldırdı. Adeta bizim şah damarımızı kestiler. Muhayyile kelimesini, tasavvur kelimesini, inkişaf, mücerret, müşahhas, aklıselim gibi kelimeleri farklı dillerden Türkçeye geçti diye ayıklamak, bunların yerine kelime ikame etmek aynı manayı asla karşılamayacaktır.” Başbakan bunları söylerken Cumhuriyet döneminde yapılan öze dönüş çalışmalarının Türkçeyi yoksullaştırdığını düşünüyor, bu çabaların geçmişle bağlarımızı kopardığını ve dili kısırlaştırdığını ileri sürüyor. Bugünün modasına karşı tepkisinde haklı; ancak, tanı ve yorumlarında haklı olmadığını düşünüyorum. Osmanlıca; Türkçe, Arapça ve Farsça karması yapay bir dildi. Eğitimli seçkinlerin dili olarak kaldı; hiçbir zaman günlük yaşamın ve halkın dili olamadı. Öte yandan, padişahlıktan Cumhuriyete geçildiğinde Türkiye’nin nüfusu 10 milyon kadardı, okuma yazma bilenlerin ora nı da yüzde 10’u geçmiyordu. Bu durum karşısında, öze, halkın diline dönüş, Osmanlıcanın unuttuğu Türkçe sözcüklerin dile katılması, dile yerleşmiş ve genel kabul görmüş yabancı sözcükler korunurken Türkçenin dilbilgisi kurallarına göre türetilmiş yeni sözcüklerin dile kazandırılması en doğru yoldu ve bu yapıldı. Cumhuriyetin kurulmasından 9 yıl sonra 1932’de ilk Türk Dil Kurultayı’nın düzenlenmesi çok anlamlıdır. Öte yandan 1928’de Latin harflerine geçiş ise bu çabaları kolaylaştırdı; okuma yazma oranının hızla artmasını sağladı. Latin harflerinin benimsenmesinin daha önce Sultan 2. Abdülhamid tarafından da düşünülmüş olduğu biliniyor. Gerçekleştirmek Mustafa Kemal’e nasip oldu. Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277’deki fermanından sonra Türk diline yaklaşık 650 yıllık sürede sahip çıkan tek devlet adamı yalnızca Mustafa Kemal oldu. Değinilmesi gereken başka bir nokta, dilin canlı ve dinamik yapısıyla sürekli olarak gelişip değişmesi özelliğidir. Bu nokta bütün diller için geçerlidir. Yalnızca Türkçe için değil, Fransızca için de, İngilizce için de böyledir. Fransızlar Montaigne’in, İngilizler Shakespeare’in dilini konuşmuyorlar bugün. Diller arası etkileşim de kaçınılmazdır; ancak etkileşimin kuşatmaya dönüşmemesi gerekir. Bugün yerleri doldurulmuş, inkişaf (gelişme), mücerret (soyut), müşahhas (somut), aklıselim (sağduyu), müselles (üçgen), müddei umumî (savcı), erkânı harbiyei umumiyye (genelkurmay) gibi sözcüklerin yok olmasına hayıflanmak yerine, dilin başka bir yoldan kuşatılıp yok edilmesi tehlikesinin üzerinde durmak gerekiyor. Üniversitelerimiz kendilerini İngilizce eğitim tutkusuna kaptırmış durumda. Bu salgın, bilim dili haline gelmiş olan Türkçenin önünde büyük bir engeldir. Öte yandan, dil öğrenme yaşı geçmiş öğrencilere bir yılda öğretildiği ileri sürülen bir dille mühendislik, hukuk, tıp vb. eğitimlerin verilebilmesi olanaksızdır. Öğrenciler yabancı dili tam öğrenemedikleri için mesleği de öğrenemeyeceklerdir. Yabancı dil öğretmek üniversitelerin işi olamaz. Kaldı ki bilimsel ve mesleki eğitimi yabancı dilde sürdürebilecek kadrolara da sahip değiliz. Bugün, öğrenci kapma yarışı halinde sürüp giden olgu hem Türkçenin hem de üniversite eğitiminin önündeki en büyük engeldir. Şu sözlerle bitirelim: “Kamus namustur. Dilini korumayan kimliğini koruyamaz.” C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle