17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 29 MAYIS 2012 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Değişen AB Değişen Türkiye Sırları Saklamak Zor! Kaşif Kozinoğlu’nun “Sırlar”ını okuyorum. Uzun yıllar emniyette, MİT’te hizmet yapmış bir görevli... Ergenekon davasında tutuklandı, yargılanmaya giderken öldü. Ergun Gedek’in hazırladığı “Kaşif Kozinoğlu’nun Mezara Götüremediği Sırlar”ını tarihe bırakarak... Herkesin bir sırrı vardır. Kimseye söylemediği, bir yaşamboyu gizlice sakladığı, bir sır ya da sırlar... El yazılarıyla bir belgesel kitap! Bir anı mı, bir belge mi, işin içinde sırlar olan bir kitaba ne ad verilir? Hapishanede yatarken yaşamını yitiren Kozinoğlu’nun el yazısıyla bizlere ulaştırılan birtakım açıklamalar... Günümüzün gerçeklerinden bir parça!.. Kozinoğlu, Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatma olayından başlamış anlatmaya... Anımsıyoruz, Anayasa Mahkemesi bir eksik oyla iktidardaki AKP’yi kapatma kararını alamamıştı. AKP’ye bilmem ne kadar lira ödeme cezası verilmişti. O karşı oyu veren kişiyi anlatmış Kozinoğlu. Kimliğini, şimdi nerde olduğunu, niye kapatmaya karşı oy verdiğini... Sır’lardan biri bu!.. Gerçek sır bile değil, hepimiz yakından biliyoruz, AKP’nin hem de iktidarının ilk yıllarında “irtica” nedeniyle kapatılmak istendiğini. Bir tek karşı oyla yakayı kurtardığını... “Mezara götüremediği sırlar”ın önsözünde önemli bilgiler var. Sır değil, herkesin az çok bildiği şeyler... Kitabı yayımlayan Aydınlık önsözde şöyle yazıyor: “Kaşif Kozinoğlu bu bilgilerin, yeni araştırmalarla geliştirilmesini ve hızla yayımlanmasını istedi. Yazılar okunduğu zaman görülecektir, araştırılacak konuları da bildiriyordu. Ayrıca elinde bütün bu bilgileri kanıtlayan belgeler olduğunu da yer yer kanıtlamaktadır.” Kozinoğlu el yazısıyla düzenlediği bu belgeleri ya da kendi deyimiyle sırları da Silivri Cezaevi’nde yazdı. Yayımlanması için dergiye yolladı. Mahkemede tam konuşacaktı ki, 12 Kasım 2011 günü Silivri Cezaevi’nde hastalandı, hastaneye götürülürken son nefesini verdi. Son yıllarda içinde yaşadığımız ilginç olaylarla ilgili gerçek bir araştıma. Sırları sır olmaktan çıkaran bir tanığın ölmeden önce el yazısıyla bizlere bıraktığı... “Mezara Götüremediği Sırlar” bir ayna gibi yansıtıyor içinde yaşadığımız acılı, epeyce de karanlık işlerin içyüzünü... İlgiyle okunmaya değer bir kitap... Siyasilerden sonra şimdi Avrupalı aydınlar da Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıkmaya başladılar. Onlar, niteliği değişen Avrupa Birliği üzerine de eleştirel düşünüyorlar. Hem AB, hem Cumhuriyet Türkiyesi nitelik değiştirmektedir. Bu değişim iki tarafı bütünleştirmek yerine, karşı karşıya getirebilir. Yüksel PAZARKAYA lmanya’nın kamusal Birinci Televizyonu ARD’nin saygın söyleşi izlencesi “Menschen bei Maischberger” (Maischberger’in Konukları), 8 Mayıs akşamı eski Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker, duayen gazeteci yazar, kitapları çok satar Ortadoğu uzmanı Peter Scholl Latour, tanınmış tarihçi Prof. Dr. Arnulf Baring ile Spiegel yazarı Jacob Augstein’ı konuk etti. Avrupa Birliği sorunlarının irdelendiği söyleşinin sonuna doğru yayını yönlendiren Bayan Maischberger, “Ekonomisi güçlenmiş, bölgesinde söz sahibi Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olur mu” diye sordu. Kalburüstü konukların dördü de “Türkiye tam üye olamaz” görüşünde birleşti. Merkel, Sarkozy, Seehofer gibi iktidar sahibi politikacıların, Türkiye’nin tam üyeliğini istemediklerini ve bu söylemi özellikle seçim kampanyalarında oy avı için kullandıklarını biliyorduk. Ama adı geçen dört toplum sözcüsünün bir ağızdan hayır demesine belki de ilk kez tanık olduk. Fransa başkanlık seçiminde Sarkozy cephesi, sosyalist rakip Hollande’ı seçmen gözünde zayıflatmak için seçimi kazanırsa, Türkiye’yi AB’ye alacak söylentisini çıkardı. İrdelersek, bu tavrı anlayabiliriz. Ama Ankara’nın konuk olarak bile açıktan istenmiyorsunuz denen Avrupa evine sığınmak, yerleşmek istemesini anlamak olanaklı değil. Elbette on yıllar önce imzalanan sözleşme ve anlaşmalarda verilen bir söz var ve bu sözden doğan hakkı talep etmek anlaşılır bir şey. Ancak, yine bu sözleşmelerde yer alan ve 1 Ara A lık 1986 tarihinde yürürlük kazanması öngörülen serbest dolaşım hakkından karşılıksız vazgeçen rahmetli Turgut Özal’ın kendisiydi. Yine 1997 yılında Almanya’daki Türklerin çifte yurttaş olma hakkından vazgeçen de Sayın Mesut Yılmaz oldu. Ucu açık, yani çıkmaz ayın son çarşambasına hedefli görüşmeleri kabul eden bugünkü iktidar. Berlin ve Brüksel istiyor diye Yurttaşlık Yasası’nı değiştiren de bugünkü iktidar. AB bugünkü iktidara üyelik görüşmeleri sürecini sunarken karşılığında Kıbrıs konusunda, Ege sorununda, ekonomide, en başta da askerin yetkilerinin, daha doğrusu gücünün kısıtlanması konusunda çok önemli ödünler bekliyordu ve özellikle sonuncusunu çok rahat aldı. Bu sonucusu Washington’un da, doksanlı yıllarda ulusalcı seslerin yükselmesi yüzünden, iktidarı desteklemek için en başta gelen talebiydi. Ama burada bir çıkar ortaklığı vardı. Laik kalenin yıkılması, en azından büyük gedikler açılması iktidarın da temel hedeflerindendi. AKP iktidarı, ucu açık görüşmelerin başlamasını havai fişeklerle utku diye kutlarken daha kısa bir süre önce, Hıristiyan Birliği diye kötülediği Avrupa Birliği’ne girmeyi gerçekten istiyor muydu, kuşkulu. Kendi ideolojik hedefleri için bir süre oraya arkasını dayamak istediği kesin. 1990 dönüşümü olmasaydı, çaresiz Türkiye’yi tam üye yapmaya hazırlanan Avrupa Birliği, ‘Demirperde’ düştükten sonra Türkiye’yi, görüşmelerin başlatılmasına karşın tam üye yapmak istemediğini açıkça dile getirdi. Ama Türkiye’nin her alanda sunduğu olanakları AB çıkarları için kullanmak istediğini de saklamadı. İki tarafın, birbirinin saklı hedeflerinden karşılıklı haberinin olmaması düşünülemez. AB özellikle 1990 sonrası yeni dünya düzeninde, birliğin kuruluş temelini oluşturan ekonomik çıkarların uyuşumuyla bir barış kültürü ilkesinden vazgeçerek genişleme adı altında emperyal yayılmayı gerçekleştirmek istedi. Günün birinde sıra Türkiye’ye gelirse, ancak emperyal yayılmada henüz açık kalan Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Makedonya, BosnaHersek ve Kosovo’dan sonra gelebilir. Belki bu ülkelere düzeni Batılılaştırıldıktan sonra Ukrayna’yı katmak gerekir. Türkiye’ye gelince, 1963 Ortaklık Anlaşması, Cumhuriyet ilkelerine hâlâ iyi kötü bağlı, laik ve demokratik 1961 anayasasının Türkiyesi ile imzalamıştır. İmzalayan Başbakan İsmet İnönü de, barış kültürü ilkesinden sapabileceği olasılığını göz önünde tutarak, imzasını gereğinde geri çekmek koşuluyla atmıştır. Ortaklık Sözleşmesi, laik düzeni, yargısı, eğitimi, demokrasisi, özgürlükleri ve insan hakları durmadan törpülenen bir Türkiye için aslında geçerliliğini yitirmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin en fazla ceza verdiği, yargının ve özerk olması gereken birçok kuruluşun tarafsızlığını yitirdiği, milletvekillerinin, gazetecilerin, yazarların, komutanların özel yetkili mahkemelerde yargılandığı ve yargı kararı olmadan süresiz hapiste tutulduğu nerdeyse seksen milyonluk bir ülkenin karar mekanizmalarında oy sahibi olmasını Avrupa kamuoyunun toplum sözcüleri ve aydınları da artık istemiyorlar. Bunun üzerinde iyice düşünmelidir. Görüşmelerin başlamasından sonraki yıllarda Ankara, Kopenhag ölçütlerine değil yaklaşmak, gittikçe daha da uzaklaştı. Bu yüzden, siyasilerden sonra şimdi Avrupalı aydınlar da Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıkmaya başladılar. Onlar, niteliği değişen Avrupa Birliği üzerine de eleştirel düşünüyorlar. Hem AB, hem Cumhuriyet Türkiyesi nitelik değiştirmektedir. Bu değişim iki tarafı bütünleştirmek yerine, karşı karşıya getirebilir. Horoz Öttüğünde... “9 ay 10 gün uygun mu?..” “Aşermek nasıl olmalı?..” “Lohusa günleri...” Bunlar da bir dahaki il kongresinde inşallah... ? En iyisi en baştan almalı: “Çocuk yapmada ilk adım?..” Detayları, modern tıp yerine, M. Hakkı Hazretleri’nin Menkıbeler Külliyatı’nda yazılı, siz iyisi mi önceden bulup okuyun... Nasıl yapmalı ki çocuk memlekete faydalı olsun?.. Mekân olarak mesela... “Kapı eşiğinde yapılan çocuk münafık olur” diyor menkıbe... “Damda” yapılırsa?.. “Uçarı, dağınık, savurgan ve havai...” Peki, “kapı eşiği” ile “damdan” başka sevişecek yer mi yok derseniz, en uygun yeri göreceksiniz: “Ceviz altı...” Şöyle diyor menkıbe: “Ceviz ağacının altında yapıldığında, o temastan meydana gelecek çocuk ilim ve fen bakımından büyük devlet adamı olur...” ? Zamanlama da önemli... Bu da ilerde Türkiye’nin gündemine gelecek olsa bile benden söylemesi... Menkıbeye devam: “Horoz öttüğü an yapılan çocuklar ise sesi gür, azmi yüksek, cesareti ileri...” ? Belediyelerin daha çok keçiboynuzu ektiği kentlerde, karıştırıp da “ceviz altıdır” diye keçiboynuzu altında yapma tehlikesi yanında... “horoz öttü” diye, taksicinin korna sesine denk getirirseniz... İşte, tarifteki bizler çıkıyoruz ortaya: “Tinerci nesil...” ? Kadının başı bitti... Geçti alt tarafa... Çünkü hukuktan eğitime kadar üstyapıyı kendisine göre değiştiren istila, altyapıyı dizayn etmeye geçiyor yavaş yavaş... Nasıl anlamazsınız?.. Doğumdan ölüme yaşam biçimini değiştirecek ufak ufak... Yeni yaşam biçimi “din” referanslıdır... Dinci yaşam biçimi dayatılacak, zorlanacak... İstesen de istemesen de... ? Kurtuluş?... Bekleyeceksiniz... Horoz öttüğünde... Y ıllar boyu herkesin tekrarladığı, “Ülkede sağlam iki kurum kaldı; Genelkurmay Başkanlığı (Türk Silahlı Kuvvetleri anlamında) ve Dışişleri Bakanlığı” ifadesi ne yazık ki doğruluğunu hızla yitirmektedir. Yıllarca değeri, gücü Kurumları Çökertmenin Bedeli Süha UMAR Emekli Büyükelçi ve etkisi dünya dış poli mektedir. 2004 yılına kadar Batika âleminde kabul ve takdir edilen Dışişleri Ba kanlıkta her göreve, hele kanlığı, kararlı ve bilinçli üst makamlara “liyabir biçimde değiştiril kat” ve “deneyim”i esas alan, Bakanlığın, dışarıdan müdahale edilemeyen iç mekanizmasının, başkalarına “gaddar” bile görünebilecek sürecinden ve süzgecinden geçilerek ulaşılabilirdi. Buna bir de Bakanlığın, yazılı olmayan “koridor sicili” eklenirdi. Görevlere böyle gelen diplomatlar, siyasi iktidarlara, yanlış düşündüklerini ve yaptıklarını söyleyebilirler, çoğu kez de onları doğruları yapmaya yönlendirebilirlerdi. İktidarlara, bakanlara “şükran borçları” yoktu. AKP ile birlikte, “gençleştirme” gerekçesi ile “liyakat” ve “deneyim” kıstaslarını hiçe sayan bunlar başarılı bir diplomatın olmazsa olmazlarıdır atamalar süreci başlatıldı. Bu politikanın en vahim uygulamalarından birine, 2004 yılında, zamanın Dışişleri müsteşarı imza attı. Bir iki istisna dışında, Bakanlık, dolayısıyla dış politikanın oluşturulması ve yürütülmesi, yeterli bilgi ve deneyim birikimine sahip olmayan diplomatlara teslim edildi. Hazır olmadıkları görevlere getirilen bu diplomatlar siyasi iktidara şükran borcu duydular ve geleceklerini “bakanın iki dudağı arasında” gördüler. Doğruları bilebilecek durumda değillerdi, bilseler de söylemeyi uygun görmediler. Birçoğu yeterli deneyimi kazanacak zaman tanınsaydı aynı makamları layıkiyle doldurabilecek olan bu diplomatlara da kötülük edildi. Diğer taraftan, Vatikan ile başlayan, Lefkoşa gibi kilit bir büyükelçilikle endişe verici hale gelen ve nihayet TİKA Başkanı, YÖK Başkanı gibi, ehil olmayan kişilerin büyükelçi olarak atanmasıyla devam eden süreç, Dışişleri Bakanlığı’nın ve meslekten diplomatların ileride sadece “sekretarya” olarak kurgulandığının çarpıcı bir kanıtıdır. Sayın Davutoğlu’nun, deneyimsizliği dışında, gerçekler den ve gerçekçilikten uzak “iyi niyeti” de eklenince, dış politikada Türkiye’yi bugüne getiren vahim yanlışlar zinciri yaşanmaya, “cehenneme giden yolun taşları döşenmeye” başlandı. Görevi ülke savunması olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, yüksek yetenek yanında ciddi deneyim ve liyakat gerektiren komuta kademesi, ayrıca insan yaşamına anında etki yapabilen kararlar almak durumundadır. “Sıfır sorun” diye yola çıkıp “her yerde, herkesle sırf sorun” başarısını(!) gösteren AKP’nin Türkiye’yi getirdiği yerde, Silahlı Kuvvetler’in, insan yaşamını doğrudan etkileyen bu niteliği, ciddi bir sorumluluktur. Komuta kademesinde yaşanan ve başka yöntemlerle gerçekleştirilse de Dışişleri Bakanlığı’ndakine benzer sonuca yol açan değişim, Uludere gibi yanlışları daha da kolaylaştırmaktadır. Kıyas yolu ile baktığımızda, ciddi bir uluslararası çatışma halinde bu zafiyet,Türkiye açısından vahim sonuçlar doğurabilecektir. Kurumların çökertilmesine örnekler çoğatılabilir ama Uludere olayında adı, istihbaratı sağlayan kurum olarak da geçen Milli İstihbarat Teşkilatı’nın, KCK konusundaki işlevi ile gündeme gelen üst düzey yönetiminin, bu açıdan dikkat çektiğini belirtmekle yetinelim. Sade vatandaşın her an gerek duyabileceği kurumlar olmaları nedeniyle devletlerin yaşamında çok özel yeri olan yargı ve Emniyet Genel Müdürlüğü konusunda yaşananlar ayrıca endişe vericidir. Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki değişikliği ise daha farklı amaçlarla da yapıldığı için, ayrı bir değerlendirmenin konusu olarak ele almak doğru olur. Ehliyetsiz yöneticilerin eline bırakılan kurumların çökmesi, sonuçta bunu yapan siyasi iktidarı ciddi sıkıntıya sokar. Nitekim öyle de olmaktadır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle