19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
16 NİSAN 2012 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] EKONOMİ 11 Türkiye’de yoksullar gıda, barınma masraflarını karşılamakta zorlanırken zenginlerde kaynak bol Yoksulzengin uçurumu Ekonomi Servisi İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın (İSMMMO) ‘En Zenginler, En Yoksulların Türkiye Harcama Görünümü’ adlı raporuna göre; Türkiye’de yoksulu gıda, barınma ve yakıt masrafı zorlarken yüksek gelir grupları; gıda yanında araç alımına, kiraya, restoran ve kafelere kaynak ayırabiliyor. Ortadirek olarak anılan kesim de yoksulluğa daha yakın durumda. İSMMMO’nun raporunda şu tespitlere yer verildi: ? En yoksul 3 milyon 761 bin hanehalkı Asıl Uyuşmazlık! Genel olarak İslam özel olarak da AKP ile ilgili söylem ve eylem konularında, geleneksel olarak o kültürle iç içe olmayanlar tarafından yapılan yorumlar ve çözümlemeler, genel olarak büyük bir yöntem uyuşmazlığıyla karşı karşıya kalıyor. Bu konuda iki somut örnek yeterli olacaktır. E. Fuat Keyman AK Parti bugün toplumu sürü ya da çocuk, kendisini de çoban ya da anne/baba olarak gören bir niteliğe bürünüyor alt başlığıyla, AKP’nin giderek daha belirginleşen bu özelliğini, ‘Aristo, Eflatun ve AKP yazısıyla çözümlemeye çalışıyor (Radikal İki, 25 Mart). AKP’nin kuruluş yıllarında toplumun istemlerini hesaba katarak Aristo’nun yaklaşımına uygun davrandığını belirten Keyman, bu partinin çıraklık ve özellikle de ustalık dönemlerinde değiştiğini ve Eflatun’un, filozofkral ya da çoban sürü yaklaşımını uygulamaya başladığını vurguluyor. Sonra da... kendi mutlak gücü için aşırı merkezileşen ve siyaseti minimize etmeye çalışan bir AK Parti ile demokrasi, dönüşüm, ilerleme olabilir mi, diye soruyor. Oysa çobansürü imgelemi, AKP anlayışına kaynaklık eden düşüncenin temelinde çok köklü ve yaygın bir biçimde var. Bu yerleşik anlayış, bakın İstiklal Marşımızın yazarı ve emperyalizme karşı onurlu bir duruş sergilemiş olan ve bu yönüyle AKP ile hiçbir yakınlığı bulunmayan şair Mehmet Âkif Ersoy’un bir şiirine bile nasıl yansıyor: Kenarı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adli İlahi sorar Ömer’den onu! (Safahat, İnkılâp ve Aka, 1982, s. 97). AKP düşüncesi, eğer çobansürü benzetmesiyle incelenecekse, bunun asıl kaynaklarına gidilerek yapılması gerekir. İkinci örnek, Nilüfer Göle. Ezgi Başaran ile yaptığı söyleşide: İslam ile terör hareketlerinin bağının kesilmesi lazım. Bakın 11 Eylül’den sonra ‘neoşehit’ diye bir kavram oluştu. Çünkü bu tür terör olaylarına karışan kimselerin gerçekten ne kadar İslamla ilişkisi olduğunu bilemeyiz ama hiç yoktur da denemez. Dolayısıyla bu kimselere ‘cihadist’in ötesinde yeni isimler aranıyor. Tüm bu olayları sosyal psikolojik sebeplerle açıklamamız mümkün değil. O nedenle sağcı görüşün parmak bastığı önemli bir yer var: İslamın bu yönünün tartışılması ve kınanması. “İslam ile terör hareketlerinin bağının kesilmesi lazım. Müslümanların kendisini kötü hissetmesi bir tarafa, şüpheli konumuna gelmeleri başka bir tarafa. Dolayısıyla ‘Müslümanlar bu terör olaylarını onaylamaz’ dedikten sonra radikalleşen İslamı tartışmaya açmak gerekiyor, diyor (Radikal, 26 Mart). Göle’nin çözümlemesinin ana fikri şu tümcesinde yatıyor: Tüm bu olayları sosyal psikolojik sebeplerle açıklamamız mümkün değil. Göle, bilimsel bilginin, radikal İslamın açıklanmasında açıkça duvara tosladığını; başarısız olduğunu itiraf ediyor; bunu kanıtlayan bir gerçeği dile getiriyor. Bu doğru sonuca vardıktan sonra yaptığı konuyu tartışmaya açmak gerekiyor isteği de iyice anlamsızlaşıyor, içi boş bir dilek ve temenni olarak kalıyor. ??? Örnekler çoğaltılabilir. Yalnız bilim insanları değil, çok sayıda yazar ve yorumcu da AKP’yi, yıllarca, kendi bildikleri düşünce yöntemleriyle irdelediler. Bu süreçte toplum, AKP konusunda yanıltıldı. Oysa, AKP’nin kimi niteliksel yönlerini bilim dünyasında geçerli akıl ve mantık yöntem ve kurallarıyla, giderek evrensel değer ölçüleriyle anlama ve yorumlama olanağı, başından beri, yok denilecek kadar azdı. Eğer tartışılacaksa ve geç kalınmadıysa, tartışılması gereken asıl nokta budur. Yürürlüğe giren yeni eğitim düzeninde yetişecek nesillerin bu tür tartışmalara bile giremeyeceğini kestirmek ise hiç de güç değil! ? İSMMMO’ya göre Türkiye’de sayıları 18 milyon 808 bin 172 olan hanenin, en zengin 3 milyon 761 bin 634 hanesi ile en yoksul 3 milyon 761 bin 634 hanesinin harcama analizlerine göre, zenginin araba masrafı bile yoksulun gelirinden fazla durumda. 2010’da yıllık araç alımı harcaması ile toplamda sadece 377 adet araba alabilirken en zengin 3 milyon 761 bin hanehalkı toplamda 651 bin 144 araba almış. Zengin için gıda ile araç alımının payı neredeyse aynı. ? En yoksul yüzde 20 risklere karşı kendini korumak amaçlı sigorta yaptıramazken sosyal amaçlı hizmetler satın alamıyor. Örneğin yıllık toplam sigorta poliçesi adedi en yoksul 3 milyon 761 bin hanehalkı için 2 bin 515 iken en zengin 3 milyon 761 bin hanehalkı için toplamda 1 milyon 207 bin. ? En yoksul haneler yılda bir çift ayakkabı alabilirken en zengin aileler 7 çift ayakkabı alıyor. ? En yoksul yüzde 20 içinde paket turlara katılanların sayısı 18 bin ile sınırlı iken bu en zengin yüzde 20 içinde 940 bine çıkıyor. ? En zengin yüzde 20’nin, en yoksul yüzde 20’ye göre gıda harcamalarına ayırdığı pay 2.8 kat, kira için ayırdığı pay 2.4 kat, elektrik, gaz ve diğer yakıtlarda 2.8 kat fazla iken araç alımında bu fark 1729 kata ulaşıyor. ? En zengin dilim ile ortadirek arasında da araç alımı için ayrılan paylar arasında 38.7 kat fark bulunuyor. ? Hanehalkları yıllık 416 milyar TL tüketim harcaması yaparken bunun 173 milyar TL’sini (yüzde 42) en zengin yüzde 20’lik kesim yaptı. En yoksul yüzde 20’nin yaptığı harcama 30 milyar TL ve yüzde 7’lik pay ile sınırlı düzeyde gerçekleşti. Ortadirek ise harcama pastasından 69 milyar TL ile yüzde 17’lik pay aldı. ? Zengin ile yoksul harcamaları arasında; eğlence ve kültür alanında 90 kat, konaklama hizmetlerinde 94 kat, sosyal hizmetlerinde 108 kat, sigorta hizmetlerinde 480 kat ve araç satın alımında 1.727 kat fark bulunuyor. ? Dar gelirli, aylık sadece 93 kuruşunu şans oyunlarına, sinemaya, tiyatroya ya da maça ayırabiliyor. Yıllık olarak bu tutar 11 TL’yi buluyor. Buna karşın en zengin yüzde 20, bu kalemler için yıllık 560 TL’lik bir bütçeye sahip. Rakamlarla Erdemir Grubu Kalitesiz çelik piyasayı vuruyor ? Erdemir Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Tar, damping seviyesindeki fiyatlarla ithal edilen kalitesiz ürün nedeniyle Türkiye’nin yassı ürün kapasitesini kullanmadığını belirterek cari açığın kapatılması için yerli üretimin önemine dikkat çekti. gibi entegre tesislerin girdi fiyatları (cevher ve kok) mamul fiyatlarının iki katı arttı. Bu da kârlılıkları olumsuz etkiliyor. ? Erdemir Grubu, toplam 9.1 milyon tonluk yıllık üretim kapasitesine sahip. Erdemir geçen yıl Ekonomi Servisi Erde3.48, İsdemir 4.2 milyon mir Grubu Yönetim Kuruton olmak üzere toplam lu Başkanı ve Murahhas 7.68 milyon ton üretim Aza Fatih Tar, “Türkiyaptı. ye’de özellikle 2008’den ? Grupta 1.297’si itibaren yassı üründe mühendis, 13.433 kişi üretim kapasitesi hızla çalışıyor. Taşeronlarla bu arttı ve ülkemiz kendine rakam 16 binin üzerinde. yetebilir konuma geldi ? Ödenen yıllık ücret ama neredeyse sıfır toplamı 500 milyon doların gümrükle giren kalitesiz üzerinde. Kişi başına ücret ürünler nedeniyle bu yıllık 53 bin lirayı geçiyor. kapasiteyi kullanamıyoBu MESS ortalamasının ruz. 2007’de yüzde 85 iki katı. civarında olan yassı ürün ? Tesisler arasında kapasite kullanım oranı, irtibatı sağlayan ve 2011’de yüzde 5560’lara limanlara uzanan fabrika içi geriledi. Oysa bu kapasidemiryollarının uzunluğu teyi kullanmak, özellikle toplam 108 kilometre. ? Türkiye’nin en büyük cari açığı azaltmak açısından büyük önem taşıyor” limanlarından ikisi, diyerek önlem alınması ge16’şar milyon tonla rektiğini bildirdi. Tar, özetle Ereğli ve İsdemir’de. şunları söyledi: ? Son 5 yılda Dünya ham çelik üretimi yılyaklaşık 3 milyar lık 1.5 milyar ton. Bunun yarısıdolarlık yatırım nı oluşturan Çin’de üretim, tükeyapıldı. Halen 561 timinden hızlı artıyor. Bu, dünya pimilyon dolarlık yasaları için bir tehdit. yatırım devam Son 10 yılda dünyada Erdemir ediyor. Yassı üründe koruma yok Türkiye’ye yapılan ithalatın yüzde 50’si AB ve Serbest Ticaret Anlaşmaları, yüzde 29’u dahilde işleme rejimi kapsamında gümrüksüz. Gümrük muafiyetinden yararlananlar dahil, sıfır gümrükle giren yassı ürün toplam ithalatın yüzde 89’unu buldu. Yassı mamul ithalatının sadece yüzde 11’ine ortalama yüzde 7.99 vergi ödendi. Toplamda ödenen vergi oranı yüzde 0.89’da kaldı. Sektör tümüyle korumasız. Oysa normalde yüzde 215 vergi var. Ama uygulanamıyor. Rus, Ukrayna ve Uzakdoğu mamulleri yüzünden yerli kapasite kullanılamıyor, dış ticaret açığı artıyor. Bütün kaçak yolları tıkanmalı, serbest ticaret anlaşmalarında demir ve çelik yarı ve nihai mamulleri kapsam dışında tutulmalı. Üretim 31.9 milyon ton Fatih Tar: 2011’de toplam üretimimiz 31.9 milyon ton. Bunun yüzde 73’ü yuvarlak (inşaat demiri vs.), yüzde 27’si yassı mamul. Geçen yıl uzun üründe 9.1 milyon tonluk arz fazlası, yassı üründe 4.1 milyon ton arz açığı vardı. Arz açığı, kullanılamayan yurtiçi kapasiteden kaynaklanıyor. güvenceye alınacak, böylece ekonomik toparlanma yıllarca ertelenecek. Ya da bankaların batmasına izin verilecek, böylece kimi özel sektör kredi kurumları zarar görecek, ama ekonomik toparlanma hızlanacak. Bu yüzeysel bir “ikilem” ama algının nereye doğru gittiğini göstermesi açısından anlamlı. Yüzeysel, çünkü bankaların batmasına izin vermenin önünde iki güçlü engel var. Bunlardan biri, “yüzde bir” metaforuyla ifade edilen, Citibank’ın bazı raporlarında “Plütonomi” olarak nitelediği, Rhokopf’un “süper sınıf” başlıklı kitabında dökümünü yaptığı, “finans oligarşisi” var. Bu kesim aynı zamanda, devletlerin zirvelerinde, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların, merkez bankalarının yönetim kurullarında, Trilateral Komisyon, Bilderberg, Davos zirvelerinde, diğer bir deyişle, politik karar alma merkezlerinde etkin. İkincisi, bankaların batmaya başlaması halinde toplumda yaşanacak siyasi çalkantıların hükümetleri düşürecek boyutlara ulaşması kaçınılmaz. Bu düğümü çözmek için İskender’in yaptığı gibi bir “kılıç darbesiyle” kesmekten başka çare yok. Bankaları kamulaştırmak yükü de vergilerle, (örneğin Fransa’da solun adayı Melenchon’un 350.000 Avro üzerindeki gelirlere yüzde yüz vergi koyacağım demesindeki gibi) “süper sınıfın” üzerine yıkmak gerekiyor. Yanlış anlaşılmasın, sosyalizmden filan değil, kapitalizmi kurtarmanın bir yolundan söz ediyorum. Ama kapitalist hükümetlerin buna gücü yetmez. Buna yetecek gücü olan hükümetler de bu gücün doğası gereği bu tedbirlerde duramaz. İşte bir “ikilem” daha... Bir süredir ekonomi yönetimlerinde, medyada, piyasalarda Avrupa Merkez Bankası Başkanı Draghi’nin deyişiyle “krizin en kötü aşaması artık geride kaldı” havası egemendi. Deutschebank ekonomistlerine göre, İspanya doğru yola girmişti. Piyasaların dikiz aynasından bakınca Yunanistan’ın şarampolde can çekişmekte olduğu görülüyordu ama olsun, artık sesi duyulmuyordu ya... IMF Başkanı Lagarde da geçen hafta ortasında Wall Street Journal’la yaptığı söyleşide, krizdeki bu “nefesini toplama” döneminin, ekonomilerin tamir edilmesi için kullanılması gerektiğini, küresel ekonomik büyüme beklentilerini az da olsa yükselttiklerini söylüyordu. Bu sırada “gerçek dünyada” gelişmeler, krizin “hey, ben hâlâ buradayım” diyerek el salladığını gösteriyordu. Haftanın ikinci yarısı bu gelişmeleri tartışarak geçti. Borsalardan al haberi Dünyanın önde gelen borsaları mart ortasından bu yana değer kaybediyor. Örneğin, FT 100 (Londra), 6000 düzeyinden 5600’lere geriledi. S&P 500 ve DJI (New York) sırasıyla 1300 ve 13.300 düzeyinden 12.800’lere düştü. Dax (Frankfurt) 7200 düzeyinden 6500 düzeyine, Nikkei (Tokyo) 10.300 düzeyinden 9600 düzeyine gerilemiş. Aynı dönemde Heng Seng (HongKong) 21.300 düzeyinden, 21.140’a vurduktan sonra haftayı 20.701’de kapattı. Borsalarda geçen hafta yaşanan sert dalgalanmalar, “nefesini toplama dönemi”nin, daha “tamirat” başlayamadan bittiğini düşündürüyordu. Piyasaların haklı olduğunu söyleyen başka göstergeler de var. ABD’de, işsizlik parası için ilk kez başvuranların sayısında, geçen hafta beklenmedik bir artış yaşandı. Daha önce tüketim harcamalarında gözlenen göreli toparlanmanın tümüyle yeni borçlanmalarla, tasarrufların çözülmesine bağlı ve sürdürülemez olduğu anlaşılıyordu (Bkz: A. Gary Shilling, “Will USA Avoid Recession in 2012”, Bloomberg, 912 Nisan yazıları). Dünyanın bir diğer büyük ekonomisi Çin’de enflasyon oranı artarken büyüme, 2009’dan bu yana ilk kez yüzde 8 düzeyine iniyor, açıklandığı anda gerek emtia piyasalarında, gerekse de mali piyasalarda sarsıntı yaratıyordu. Avrupa Birliği (17) ülkelerinde işsizlik artar, İngiltere’de büyüme oranı negatif alana geçerken son veriler AB’de sanayi üretiminde belirgin bir gerilemeye işaret ediyordu. Bu koşullarda Dünya Ticaret Örgütü Başkanı Pascal Lamy, AB’deki yavaşlamanın dünya ekonomisini etkilemesinin kaçınılmazlığına işaret ederek küresel büyüme oranı beklentilerini 2012 için yüzde 2’ye çektiklerini açıklıyordu. Dünya ekonomisinin resesyon sınırı yüzde sıfır değil, yüzde 2.5 büyüme. Demek ki Lamy, dünya ekonomisinin 2012’yi resesyonda geçirmesini bekliyor... Petrol, bakır, diğer temel emtia fiyatlarındaki gerilemeler de bu beklentiyi destekler yönde. Kriz ‘Ben Hâlâ Buradayım’ Dedi oldu. İspanya Maliye Bakanı, GSMH’nin yüzde 4.4’ünde kalması gereken bütçe açığı hedefini tutturamayacağını açıklayınca, Spiegel’in yorumuna göre, Avrupa Merkez Bankası’nın muazzam nakit enjeksiyonunun etkisi tükenmeye, belirsizliğin geri gelmeye başladığı ortaya çıkmıştı. İspanya, İtalya, Yunanistan, Portekiz, hatta Fransa’da, İngiltere’de ekonomi küçülür işsizlik artmaya devam ederken muhafazakâr hükümetlerin ekonomiyi daraltıcı bütçe, borç ödeme önlemleri siyasi belirsizlikleri de arttırıyordu. The Guardian’dan Lary Elliot’un işaret ettiği gibi, piyasalar bu ülkelere bakınca, ekonomik toparlanma değil, ekonomik önlemlere karşı artan direnişleri, genel grevleri, toplumsal huzursuzlukları görüyorlar. Sonuç vermeyen, hatta krizi daha derinleştiren ekonomik önlemler, bu önlemlere karşı toplumsal muhalefet, hem piyasalar hem de ekonomi yönetimleri açısından kritik bir ikilemi gündeme getiriyor. Ama önce Washington Post’tan Robert J. Samuelson’un, Ya bankalar, ya ekonomik büyüme Dikkatlerin, aslında, krizin hâlâ burada olduğu gerçeği üzerinde yoğunlaşmasına, İspanyol ve İtalyan devlet borçlanma kâğıtlarının faiz oranlarının, uzun bir aradan sonra yeniden hızla artmaya (kâğıtların fiyatları düşmeye) başlaması neden Georgetown Üniversitesi’nden Prof. Shambough’a dayanarak birbirini güçlendiren “üç kriz dinamiğine” ilişkin yaptığı özete bakalım. Özet, “kaba iktisadın” sınırları içinde kalmakla birlikte, şu anda yaşanan sıkışmayı açıklamak, değineceğim ikilemi sergilemek açısından yararlı. Birinci kriz, banka krizi: Bankaların sermaye tabanları çok zayıfladı, zararlarını karşılayamayacak düzeylere geriledi. Bu koşullarda yeni kaynak yaratmak, borçlanmak çok zorlaştı. İkincisi, bankaları ayakta tutmaya çalışan devletlerin mali krizi. Üçüncüsü ekonomik büyüme krizi, diğer bir deyişle resesyon/depresyon: Bankalar kredi vermekte isteksiz davrandıkça, devlet, bankaları kurtarmanın maliyetini halka yıkan önlemleri dayattıkça, basınç üretimi, yatırımları olumsuz etkiliyor, işsizliği yoksulluğu arttırıyor. Ekonomik büyümenin daralması, hem devleti borç ödemek için gerekli kaynaklardan yoksun bırakıyor, hem de bankalara borçlu kişilerin, şirketlerin borçlarını ödemelerini zorlaştırıyor. Böylece, bankaların krizi => hükümetlerin mali krizi => ekonominin krizi => bankaların kriz => hükümetlerin krizi.. sürüp gidiyor. Bu özetin atladığı gerçek şöyle: Krizin aşılabilmesi için, öncelikli (ama yetersiz) bir koşul olarak ekonomideki kapasite fazlasının, batık kredilerin temizlenmesine ilişkin bir “yıkımın” yaşanması gerekiyor. İşte bu noktada karşımıza bankalar ve The Guardian’ın bile görebildiği gibi radikal bir ikilem geliyor: Ya bankaların ayakta kalması Traktör satışları otomobili solladı Ekonomi Servisi Çiftçilere traktör alımlarında kullandırılan yüzde 50 düşük faizli kredi uygulaması traktör satışlarını patlattı. Geçen yıl traktör satışları yüzde 71 artarken otomobil satışlarındaki artış yüzde 16’da kaldı. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, tarımın belkemiği olan traktör satışlarının 2002’de ihracat dahil 8 bin 100 adet olarak gerçekleşirken 2011’de 10 bin 437’si ihracat olmak üzere yüzde 695 artarak 64 bin 359 adede ulaştığı belirtildi. İç piyasada bir önceki yıla göre yüzde 71 artış yaşandı ve 68 bin 872 adet traktör satıldı. Tarım sektörü de teşvik istedi Ekonomi Servisi Uludağ Meyve Sebze Mamulleri İhracatçıları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Gençoğlu, “Türkiye’nin işsizlik ve cari açık sorunlarının çözümünde kilit rol oynayan tarım sektörüne apayrı bir teşvik verilmeli. Sektöre verilen teşviklerde ürün bazına ya da yöre ayrımına bakılmamalı. Verilecek teşviklerle sektörde 2023’te ihracat hedefimiz 150 milyar dolar civarında olacak” dedi. Gençoğlu, dünya nüfusunun 7 milyara yaklaştığı ve önümüzdeki dönemlerde en stratejik ve hayati önem taşıyan konulardan birinin su ile gıda olacağını anlatarak Türkiye’nin öneminin bir kat daha artacağını aktardı. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle