18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 5 MART 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Suriye... İsteyişin Zorluğu TAM hak etmeden bir şey isteyenin yüzü daha çok kızarır. Anadolu’dan giden sanat ürünlerini geri isterken iyi düşünmek gerekiyor. UNESCO sanat yapıtlarını üretildikleri yerde saklayıp sergilemek istemeyi hak sayıyor; ama istemekten istemeye fark var. Örneğin, görkemli Bergama Zeus Sunağı’nı Doğu Berlin’deki müzede seyrederken yüreğiniz “cız” eder ve onu asıl yerinde sergilemenin doğru olacağını düşünüp geri istemek içinizden geçer, ama ne ölçüde haklı sayılırsınız? Hele, dışa taşınmasının padişah fermanıyla olduğunu bilirseniz. Elin Almanı toprak yığınlarından çıkmış mermerleri alıp götürmek isteyince, “Taş değil mi, al götür” denmişse, götürülmekle kalınmayıp eksikleri tamamlanarak müzenin en büyük salonunda yeniden kurulmuş, arkasındaki duvar Ege göğünün açık mavisine boyanıp Anadolu mermerinin uygarlık simgesi olarak parlaması sağlanmışsa. eç de olsa, bu tür sahiplenme iddialarımız elbet doğrudur ve sonuç alınıncaya kadar sürdürülmelidir. O açıdan, Kültür ve Turizm Bakanı’nın bu iddialar olumlu karşılanmadıkça geçici sergiler için istenen yapıtları dışa göndermeme kararı da yerinde. Ayrıca, Elmalı Definesi gibi bir yığın yapıtın geri alınmasını sağlamış Özgen Acar’ın çabaları anımsatılmalı, istenip de verilmemiş bütün ürünleri içeren bir albüm, onun önsözüyle, bizim müzeleri gezenlere sunulmalı. Ne var ki bunu yapmak, ziyaretçilerin “Siz de kaptırmasaydınız” demelerine davet çıkarmak olacaktır. N’apalım, o da bize ders olsun. azarlarımız çoğu zaman “Türk olmanın güçlüğü”nden söz ederler. Doğrudur, bunca tarihin omuzlarımıza yüklediği suçlamalar, önyargılar, nefretler, düşmanlıklar saymakla bitmez. Yalnız, bunların büyük bölümü, uzun bir yolculuğun tarihinden değil, uzak yerlerden gelerek gidecek başka yerimiz olmadığı için hiç ayrılmamak üzere bu coğrafyaya yerleşmiş olmamızdan kaynaklanır. Kaçırılanlar vaktiyle buralarda yaşamış olanların bıraktığı emanetlerdir. Kaçıranların çoğu, “Bıraktığımızı alıyoruz” diyebilecek eski sakinler değil de geçmiş uygarlıkların izlerini arayan bilginler oldu. Buna “kaçakçılık” demek belki ayıp olabilir. “Tarihi iyi saklama özeni” diyorlarsa, bizim müzeciliğimiz onlarınkinden daha da özenli olmalıdır elbet... Bu iğrenç oyunun dünyanın gözü önünde oynanabilmesi iletişim araçlarının bu derece gelişmiş olmasına karşın bazı güçlerce nasıl manipüle edildiğini göstermektedir. Şimdi oyunun yeni bir “fazına” geçilmiş bulunuyor. Daha üç gün önce despottan kurtulurken emperyalizmin kucağına düşen Tunus’un yöneticileri, bir uluslararası toplantı yaparak Suriye konusunu görüştüler. Aydın AYBAY üney komşumuz uluslararası bir kıskacın pençesinde. Aynı etnik kökten gelen Arap Birliği ülkeleri başta olmak üzere, ilgiliilgisiz bir sürü ülke meşru hükümeti “demokrasiye” ve “insan haklarına” saygılı olmaya davet ediyor. Bu çağrının en komik yanı, çağrıyı yapanların, Suudi Arabistan ve Körfez üyesi devletleri olması. Sanki hepsi çarktan çıkmış demokrat ve insan hakları savunucusu. Ama söylemleri şu: Suriye siyasi reform yapmaya yanaşmıyor ve kendi halkını katlediyor! Önce şunu anımsatmak lazım: Başkasına nasihat verenin, öncelikle kendi elleri temiz olmalıdır. Hadi bunu bir yana koyalım; Atlantik ötesinden işi gücü bırakıp olayın Suriye’nin ısrarla olayın “iç işi” olduğunu; dahili “isyanı” bastırmaya çalıştığını vurgulamasına rağmen ille de “ateş etme; teslim ol” demesine ne demeli? Aslında sorunun nereden kaynaklandığı besbelli: Emperyalist güçler (USA, UK, Fransa vs.) Suriye’nin petrolünü, petrol boru hatlarını ele geçirmek ve bir yan “ürün” olarak Hafız Esad’dan (şimdiki başkanın babası) beri Ortadoğu’da bir çıbanbaşı olan İsrail’e güven sağlamak! Baba Esad, bütün bas G kılara karşın, bu güvenceyi vermediği gibi, öteki Arap devletlerinden farklı olarak, güçlü bir ordu da kurmuştu. Evet, aslında hedef Mısır, Libya, Tunus’tan sonra, Ortadoğu’yu yeniden “dizayn” eden “küresel planın” uygulamasına göre sıra Suriye’ye gelmişti. Kendileri sadece Irak’ta plan uyarınca Saddam’ı yok edip, bir milyon Iraklı Arabı katlederken insan hakları pek umurdaymış gibi şimdi, bir devletin (Suriye Birleşmiş Milletler üyesi, bağımsız bir devlettir) “terorizmle mücadele” iddiasıyla yaptığı eylemi insan haklarını çiğneme sayıp müdahale etmeye kalkıyorlar. Kan dökülmesin çağrısı Şimdiye kadar her yolu denediler. Tehditler savurdular; “fevkâlâde demokrat” Arap Birliği ülkelerini araya koyarak Beşşar Esad’a “gel teslim ol”, kan dökülmesin dediler. Bizim aklı evvel Hariciye Bakanımızı bile devreye sokup “gelirim ha!” dedirterek BM Güvenlik Konseyi’nden müdahale kararı çıkarma girişimi de (Rusya ve Çin’in vetosu ile) şapa oturunca, günlerce timsah gözyaşları döktüler. Bu arada dünya kamuoyununu medya aracılığı ile etkilemeye de devam et G tiler. İğrenç oyunlarını gizleyerek, dünya basınına ve TV’lere yalan ve sahte haberler verdirdiler. Örneğin BBC, bir hafta müddetle Humus’ta nasıl bir katliam olduğunu (kendi temsilcileri ve muhabirlerinin gözlemi olarak değil) “meçhul kaynaklara” dayanarak dünyaya yaydı durdu. Ayrıca, ilginç bir yöntemle, asilerin, binlerce kişiyi toplayarak yaptıkları hükümeti protesto toplantılarını da TV’lerde dünyaya yaydılar. Ne var ki bu toplantı haberlerinin film karelerine ve toplantıda taşınan pankartlara biraz dikkatlice bakarsanız, bunun bir “sahtekârlık” olduğunu anlarsınız. Bu iğrenç oyunun dünyanın gözü önünde oynanabilmesi iletişim araçlarının bu derece gelişmiş olmasına karşın bazı güçlerce nasıl manipüle edildiğini göstermektedir. Şimdi oyunun yeni bir “fazına” geçilmiş bulunuyor. Daha üç gün önce despottan kurtulurken emperyalizmin kucağına düşen Tunus’un yöneticileri, bir uluslararası toplantı yaparak Suriye konusunu görüştüler. Baş konuk, tabii, ABD’nin hırslı Bayan Hariciye Bakanı ile İngilizin Hariciye Bakanı idi. Arkalarında da (bu iki bakan toplantı masasının baş köşesinde oturuyorlardı), güçleri körfezin petrol zenginliğine dayanan, çoğu halkının hakkını yiyen, Arap kralları ve şeyhleri. Bu üruhun içinde bizim “güleç” yüzlü Hariciye Nazırımız da ahzı mevki etmeyi kaçırmamıştı. İnsanın içini acıtan 80 küsur yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı’nın, daha bir iki nesil önce çölden çıkıp uyduruk devletler kuran Arap şeyhleri ile aynı konumda olmayı kabul etmesi idi. Yazık. Eee’leyerek Konuşmak Güney DİNÇ İzmir’e ‘Bir El de Sen Ver’ Kadınların yaşadıkları sorunlar kendi aralarında üretilmiş değildir, erkek egemen siyaset ve bu siyasetin kültürdeki yansımalarının bir sonucudur. Bu yüzden mücadele kadınların kendi arasında değil, giderek kapsayıcı bir biçim alarak tüm toplumun özgürlüklerini tehdit eden erkek egemen siyasete karşıdır. Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN Y zmirli kadınlar, bu yıl 8 Mart’ı salon söyleşilerinin dışına çıkarıp kitleselleştirme kararı aldılar. İzmir sahillerinde uzatılan her el sessizliğin sesi olacak. Konuşmadan, tek bir söz söylemeden, sloganı ve pankartı olmayan, kadın için birlikteliğin öne geçtiği bir eyleme tanıklık edecek İzmir. Tüm kadın örgütleri, herkesi 8 Mart günü bulundukları en yakın sahile çağıran çalışmalar yapıyorlar. İzmir’e kıyısı olmayan ilçelerin kadın kuruluşları da bu birliktelikte yer alma çalışmalara başlamış durumda. Toplumdaki eşitsizliklerin, sosyal, ekonomik ve siyasal alanda geri bırakılmış konumu ile mağduru olan biz kadınların hak mücadelemizde, taleplerinin dile getirildiği önemli bir gün olan Dünya Kadınlar Günü, son yıllarda hak talepleri yerine, kadına yönelik şiddet ve artan şiddetin nasıl önlenebileceğine ilişkin söyleşilerle yakınmaların yığıldığı bir güne dönüşmeye başladı. Kadınlar, erkeklerle eşit hak ve özgürlükler için mücadele edecek yerde, sözlü ve fiziksel tacizden cinayete kadar her türlü şiddete karşı söylem, tavır ve refleks geliştirmek zorundalar artık. Bu yüzden kadın hareketinin yeni ses, soluk ve söyleme gereksinimi var. İzmir’de, “Bir el de sen ver” seslenişi ile kadınların sorunlarının, yalnız bu sorunları yaşayanlar ve gidermek için mücadele edenlerin değil, tüm toplumun sorunu olduğu bi İ lincinin yaygınlaşmasında önemli bir adım, önemli bir günde atılmış olacak. Kadınların eşitsizlikleri giderme mücadelesinde, erkek egemen anlayışın, eşitliğin önünü açan yasal ve toplumsal çabalar yerine, eşitlik çalışmalarına “fırsat” sözcüğü ile paravan oluşturduğu sürecin, kadın hareketini de bölerek yönetecek bir başlık açtığını görmek ve göstermek gibi bir zorunluluğumuz var artık. Kadının özgürlüğü Kadınları farklı renklerle bezenmiş tek tip giysiye çeken özgürlük tanımlarının çoğaltılışına kadın inisiyatifini katma girişimleri çoğaltırken, kimsenin durduğu yerden bakarak ve ideolojik olarak kadının özgürlüğünün sınırlarını kendince belirleme hakkı olmadığını savunmak fazla bir anlam ifade etmez oldu. “Kadının insan hakkı olarak ve sadece insan olması nedeniyle özgür olmayı hak ettiği bakış açısı ile, eşitliğin demagojiye kaçmadan, araya ‘fırsat’ gibi sözcükler sıkıştırmadan konuşulabileceği ortam bugün Türkiye’de var mı?” sorusunu atlamamak gerekiyor. Otoriterliğin totaliterliğe evrilişinin bıçak sırtı noktasında özgürlükler parantez içine alınmışken, kadın ve erkek hakları arasındaki mesafe daha fazla açılmış oluyor. Kadınerkek eşitliği çabalarının bir kenara fırlatılıp kadınlar ara sında yaratılan eşitsizlik üzerinden kadınların mücadelesini bölecek söylemler karşısında haklı bir soru geliyor akıla: “Neden hep içinde tutsaklık olan ‘özgürlük’ düşüyor kadının payına?” Bulundukları yerleri hak edip etmediklerini sorgulamak yerine, bulundukları yerleri buyurganlıklarının kalesi gibi görenler tarih boyunca hep var oldular. Şimdi onlar yoklar. Özgürlük ve eşitlik fikirleri buyurganlara karşın yol aldı ve bizler sınırlı da olsa soluduk bu havayı. Şimdi geri dönmemizin istendiği noktada, kadınları eşitsizliğin içinde eşitlemek ve kadının acizliğini ve erkekle eşit olmadığını ifade eden “fırsat eşitliği” parantezinin içine sıkıştırmak isteyen zihniyet, dünyanın kadının hak ve özgürlükleri için biriktirdiklerinin çok uzağına düşmektedir. Türkiye’nin kadın hareketi de bu birikimi yansıtacak kadar donanımlıdır ve elde ettiği haklardan geriye düşmeye razı olmayacağı gibi, kadınları bu eşit olmayan zeminde kendi içinde eşitlik çatışmasına iten söylemlere itibar etmeyecektir. Kadınların yaşadıkları sorunlar kendi aralarında üretilmiş değildir, erkek egemen siyaset ve bu siyasetin kültürdeki yansımalarının bir sonucudur. Bu yüzden mücadele kadınların kendi arasında değil, giderek kapsayıcı bir biçim alarak tüm toplumun özgürlüklerini tehdit eden erkek egemen siyasete karşıdır. İçinden özgürlük geçen kent İzmir, 8 Mart’ta kadınlar için özel bir kent olacak. İzmirli kadınlar, kadın dostu bu güzel ve aydınlık kente, kadın dostu yazar, sanatçı ve aydınların da el vermesini bekliyor. Ben de saat: 12.00’de sahilde el ele tutuşanların arasında olacağım. Ya siz?.. Bir el de siz verecek misiniz?.. Antalya’da Al Yazma Anıtı Yüksel PAZARKAYA yi şeyler de oluyor. Aynı zamanda ilgiyi ölçme deneyi olarak Antalya’da ilk kez Cam Piramit mekânında gerçekleşen 1. Tüyap Kitap Fuarı, Antalyalıların beklentileri aşan büyük ilgisiyle başarıya dönüştü. Aynı günlerde Doğan Hızlan adının onurlandırdığı güzel kütüphanenin açılışı bir şenlik oldu. Yıllar sonra yeniden görüşmenin keyfini çıkardığım sevgili Fikret ve Filiz Otyam ile sohbet akşamı tam bir güzellikti. Bu akşama sevgili Ataol Behramoğlu da zenginlik kattı. Ama bu satırlarla beni derinden etkileyen bir girişime değinmek istiyorum. Bu girişim, Antalya Kent Konseyi’nin, altı değerli aydın kadınımızın öncülüğünde gerçekleştirdiği kadın cinayetleri Al Yazma Anıtı. Öncülerden sevgili Filiz Otyam kitap Fuarında sergilenen anıt maketini göstererek bilgi verdi. Kadın cinayetleri toplumumuza sürekli kan kaybettiren kanayan yaramız. Bu ürkünç ilkelliği, namus gibi, gelenek gibi keyfe göre her yöne çekilen kavramları istismar ederek siyasetten yargıya zararsız göstermeye çalışmak, toplumu kökünden çürüten büyük suç. Son zamanlarda artarak İ sürdüğünü izlediğimiz kadın cinayetleri insanlık suçudur. Bu suçu kanıksatmaya çalışan her söz, her davranış suça ortak olmaktır. Al Yazma Anıtı, kadın cinayetlerinin ve cinayete uğrayan kadınların isimlerinin hiç unutulmaması, sürekli anılması amacını taşıyor. Açıklama şöyle: “Projenin ana amacı, son yıllarda günde ortalama 5 kadının katledilmesi sonucunu doğuran namus, töre, kıskançlık, kadın üzerinde baskı kurma gibi nedenlerle işlenen cinayetlerin son bulmasını sağlamak, bu hedef için toplumu eğitmektir. Kadına yönelik şiddet konusunda bilinçlendirme ve duyarlık yaratmak. Toplumun çağdışı kültürel öğelerden kurtarılması, şiddetin önlenmesinde toplumun sanat yoluyla bilinçlendirilmesini sağlamak ve diğer kentlere örnek olmak.” Al Yazma Anıtı, Meriç Hızal’ın tasarladığı ve gerçekleştirdiği bir sanat yapıtı. Beş buçuk metre yüksekliğinde içine girmek için bir yanı açık konimsi bir yapıt. “Bireysel ve toplumsal şiddetin sonucu yaşamını yitiren kadınların anısına hazırlanan” Al Yazma Anıtı, 7 Mart günü Antalya Muratpaşa Belediyesi’nin Palmiye Parkı’nda törenle açılacak. Paslanmaz çelikten yapılan anıtın tabanı Afrika mermeri. Koninin yüzünde şiddet kurbanı yüzlerce kadınımızın isimleri çelik delinerek yontulmuş. Gün ışığında bu isimler mermer zemine yansıyarak orada da okunuyor. Bu anıt: “Kadınların yaşam hakkı için toplumsal yüzleşmeye davet!” Çağrı, anıtın aynı zamanda toplumumuz ve yönetimimiz için bir utanç anıtı olduğunu gösteriyor. Kurucunun çağdaş uygarlık hedefinden henüz yıldızlar kadar uzak olduğumuzu, her kadın cinayetiyle daha da uzaklaştığımızı düşündürüyor. Bu günahta en büyük payın, toplumu yönlendiren ve yöneten siyasete düştüğü açık. Son on yılda kadını daha da metalaştıran, toplum yaşamından uzaklaştıran, kendi içine kapatıp sesini kısan ve şimdi sözde eğitim girişimiyle eğitim olanaklarını ve şansını iyice güdükleştiren bir siyasetle kadının insanlık hakları ayaklar altına alınıyor. Büyük Atatürk’ün deyişiyle, yarısının zincirlerle kıskıvrak yere bağlandığı bir toplumun yükselmesi, çağdaş uygarlık düzeyini tutturması olanaksızdır. Bunun sonucunda tam bir toplumsal çöküş kaçınılmazdır. Bu çöküşün sorumluluğuna katılmak istemiyoruz. irlikte yaşayan insanların aralarında iletişim kurmak amacıyla çıkardıkları seslerin gelişmesi sonucunda diller oluşmuştur. Hiç kuşku yok ki konuşmak, toplumsal bir olaydır. Toplumsal koşullar değiştikçe, konuşma biçimleri de değişiyor. Demek ki, büyük yanılgılara düşmeden, toplumdaki değişimin yönünü, dildeki değişime bakarak yorumlayabiliriz. Günümüzde TV’ler, sesli iletişimin en etkili araçları. Kameralar önündeki tartışmalara katılanların önemli bir bölümü söz sırası kendilerine geldiğinde ağızlarını açar açmaz, daha tek söz etmeden eee’lemeye başlıyorlar. Bu tür anlamsız sesler çıkarmak öylesine yaygınlaştı ki, birinin sunumu bitince arkasından gelen, öncekinden eksik kalmamak için saçını başını düzelttikten sonra ah ya da eh çekmeden konuşmasına geçemiyor. Bu alan, çok da başıboş görünmüyor. Kimileri sözcükleri hecelere bölerek makineli tüfek örneği tek tek vurgularken, bazıları da alaturka makamları anımsatan uzun ve dalgalı sesleri yeğliyorlar. Hele gülücükler arasında geçen bazı düzeysiz tartışmalarda ortalıkta dolaşanlar, sözcüklerden çok böğürtüye dönüşen anlamsız sesler oluyor. Sorumsuzca sergilenen bu tür davranışlar, ne idüğü belirsiz sesleri dinlemek zorunda bırakılan izleyicilere karşı açık bir saygısızlıktır. Önce işin bu yönünü vurgulayalım. Türkçe ders kitaplarında, yazım kılavuzlarında, sözlüklerde nasıl adlandırılacağını bilemediğim bu seslerin karşılığı, tanımı, açıklanması bulunmuyor. Toplum önderleri, sanatçılar, politikacılar gibi kendilerini çok önemseyen kişilerin eee’lemeleri o kadar yaygınlaştı ki, görmezden gelinerek geçilemez. Bu insanlar yalnız anlamsız sesler çıkarmakla kalmıyor, konuşma dilini bozarak, TV izleyicilerine ve özellikle gençlere uygunsuz örnek oluşturuyorlar. Neden böyle yapıyorlar? Bilgisizlik mi, moda mı, bilinçsiz bir akım mı, yoksa sağaltılması gereken bir hastalık mı? Hani “muzur yayınlar” örneğinde olduğu gibi! Dillerin doğuşu, bir şeyleri anlatma gereksiniminin sonucu olmuştur. İlk insanların ağzından çıkan her farklı ses, ? Kameraların bir nesneyi ya da duyguyu karşısında farklı Tıpkı görünmek ve hava atmak anlatıyordu. yenidoğan için eee’leyenlere de çocukların sıkça rastlanabiliyor. Hani çıkardıkları sesler gibi. Eee’lemek “TV önünde böyle neyin simgesidir? konuşulur” der gibi. Eee’leyenler Bunlar kötü alışkanlıklar neyi anlatmak ve yakışıksız örneklerdir. istiyorlar? Başta Nedenleri ne olursa olsun Hiç! eee’leyenlerin eee’leyerek konuşmak, kendileri olmak üzere kimse bu yanlış ve dilin akışkanlığını bozan çirkin soruya anlamlı bir yanıt veremez. O sapmalardır. Türkçeye hiç zaman bu saçma uygun düşmüyor. sapan sesleri çıkaranların bilinç düzeyi, henüz konuşma aşamasına gelmeyen binlerce yıl önceki atalarımızın da gerisinde kalmıyor mu? Bu tür görüntüleri izlerken, ben de kendime göre bazı ipuçları çıkarmaya çalıştım. Eee’lemek, genellikle unutkanlıktan ileri geliyor. Konuşmanın başında eee’leyenler, hangi sözcükle konuya gireceklerini bilemeyenler. Bir şeyler anlatırken, sunumunun ortasında olayı ve sözcükleri unutanlar oluyor. Onlar da, zaman kazanıp sözün gerisini getirmek için hemen eee’lemeye başlıyorlar. Böyle yapacakları yerde bir süre susmaları, ne anlatmak istediklerini düşünmeye çalışmaları ya da açıkça unuttuklarını söylemeleri çok daha doğal olurdu. Yani yanlış davranışların kaynağı, öncelikle iyi hazırlanmayan konuşmacıların yetersizliği. Halkın önüne çıkmadan önce ne diyeceklerini iyi tasarlamaları, ayrıntılı notlar almaları ve gevelemeden düşüncelerini dile getirmeleri gerekirdi. Doğru konuşmayı beceremeyenlere yapılacak bir başka anımsatma da, ortalıkta bu kadar çok dolaşmamaları olmalıdır. Kameraların karşısında farklı görünmek ve hava atmak için eee’leyenlere de sıkça rastlanabiliyor. Hani “TV önünde böyle konuşulur” der gibi. Bunlar kötü alışkanlıklar ve yakışıksız örneklerdir. Nedenleri ne olursa olsun eee’leyerek konuşmak, yanlış ve dilin akışkanlığını bozan çirkin sapmalardır. Türkçeye hiç uygun düşmüyor. Bu konunun üzerinde durularak nedenlerinin araştırılması gerektiğini düşünüyorum. Bu denli yaşamsal sorunlarla yüklü bir ülkede, kimi dostlar başka konu kalmamış gibi eee’lemeden söz etmemi eleştirebilirler. Onlara yürekten katılıyorum, ama sorunlar böyle başlayıp büyüyor. Unutmayalım, Türkçe üzerindeki çok yönlü baskılar günümüzde dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Dilimizi korunmasız bırakmayalım. B C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle