25 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26 MART 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Diktatörlük: Bir Tarih Dersi Bitmeyen Bitiş SON zamanlarda çoğaldılar yine. Kimler? Elbet, herkesten önce, iktidardakiler, yardakçıları, yandaşları, içte ve dışta Cumhuriyet Türkiyesi’ni kendi özlemlerine ve hesaplarına uygun duruma sokmak üzere yarım yüzyılı aşkın bir süredir çaba göstermiş ve göstermeye devam etmekte olanlar. Onlara göre, Kemalizmin defteri çoktan dürülmüş, dünya tarihinin en uzun süreli Jakobenizm deneyimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. O bakış açısı, tek partiyle başlatılıp laik ve çağdaş demokrasilerle yarışmak üzere kurulan devletin artık emperyalist hesaplara hizmet edecek bir “ılımlı İslam cumhuriyeti”ne dönüşebilecek kıvama getirildiğine inanır. Kısacası, devrim yenilmiştir Devrimciler, daha doğrusu kendilerini devrimci sayanlar, bu gidişi geri döndürebileceklerine inanmaz durumdalar. Melez bir rol, yani bir ayaklarıyla Batı’ya adım atmış olmak ve bir ayaklarıyla da İslam dünyasında ilericilik modeli olarak geçinmek onlara yetiyor gibi. ğer, “devrimcilik ya da cumhuriyetçilik bitti” deniyorsa, bilmek gerekir ki her ne kadar başlamış olsa da bitiş bitmemiştir. Kötümserliğe kapılanlar hiç mi yakın tarih okumaz? Bugünkü durum 1919’un Mayıs ayındaki durumdan daha mı kötüdür? Şimdi Atatürk’ün yok edilmek istenen Hitabe’sinden medet umacak kadar da aciz duruma mı düştük? Kalelerin bazıları düşmüş de olsa hepsi mi zapt edilmiştir? Ordu zayıflatılmış da olsa büsbütün mü dağıtılmıştır? Ülkenin bazı kurumları sinsice “bilfiil” işgal edilmiş olsa da her köşesi mi işgal edilmiştir? İktidar sahiplerinin bir kısmı en hafifi gafletle başlayan bir yığın yanlışa kapılmış olsalar ve şahsi çıkarlarını dıştakilerin siyasi emelleriyle bütünleştirmiş gözükseler de ülkede aklı başında ve yüreği pek hiç mi insan kalmamıştır? Çok şükür, böylesine ufuksuz ve umutsuz bir tabloyla karşı karşıya değiliz. İyi yetişmiş bir yığın insanımız, işletilmeyi bekleyen bir dolu kaynağımız var. Belleklerimiz geçmişin şanını ve şerefini unutacak kadar zayıflamadı. olayısıyla, bitiş henüz bitmemişken bütün bu sayılanları bir araya getirerek Cumhuriyeti karamsarlıktan çıkarıp yeni bir dirilişin atılımını yaratmak mümkündür. Yeter ki buna inanılsın. Böyle bir atılım için aynı düşüncede olanların bir araya gelmeleri, yeniden ileriye dönüşü sağlayacak karar mekanizmasını ve gereken süreci başlatmaları için vakit henüz tükenmemiştir. Tabii, bu olanakları görmüyor ve uyuşuklukla vurdumduymazlığı sürdürmek istiyorsanız o başka. E D Salih ÖZBARAN Emekli Tarih Profesörü 1. Dinci ve ırkçı, 2. Zenginin kâhyası ve aşka ülkelerin parlamentolarında geçmiş hakkında “tarihsel yar diktatör, 3. İmparatorluk inşa eden kişi, 4. Tagı”da bulunanlara karşı haklı eleş rafsız kalışın çıkarı, 5. Zulüm ve direniş, 6. tiriler yöneltilirken, 18 Ocak günü Yeni engizisyon, 7. Kendi ülkesinde sürgün, medyada yankılanan ve tarihin “tekerrür” 8. Ezilen sınıf, 9. Sömürgeciliğin metafiziolduğunun unutulmaması gerektiğini söy ği, 10. Yıkılış. António de Figueiredo’ydu bu yazar olaleyen üst düzeydeki bir hükümet yetkilisini aklımdan geçirirken; başka bir deyişle, ta cak delikanlı. Zor günler geçirmişti; genç yarihçiliğe ilişkin adeta bir yasa teklifi ortaya şında yaşamın gerçeklerine tanık olmuştu koyduğunu düşünürken, 29 Şubat’ta TBMM diktatörlük rejiminde. Yakınlarındaki okusalonundan başka bir tarihçilik saptaması gel ma yazma bilmeyenlerin mektuplarını okurdi muhalefetin küçük bir partisinden: “Ke du, yazardı; öğrenim görmemiş köylülerde malist diktatörlüğün katlettiği on binler tanık olduğu bu durumun, yoksulluğun, rastlantısal açlıktan daha gaddar bir şey olce insan!” Kendi dönemlerinde yaşamı insanlık ta duğunu anlamıştı. Mektuplarını okuduğu ve rihinin üst düzeyine taşıyamayanların; bi yazdığı zamanlarda şahit olduğu görüntüyü limde, eğitimde, gündelik yaşamın gerekli dile getirdi; onların ellerini yazılı mektup kâliklerini sağlamada yetersiz kalanların, kı ğıtlarının üstüne sürdüklerini, böylece sevsacası demokratik düzenin beklentilerine gi ve üzüntülerinin daha iyi yansıtılacağını merhem olamayanların kestirmeden sığın düşündüklerini anlattı kitabında. Figueiredıkları bir tarih oluşturma modelleri her ge do’ya göre, köylülerin çoğu çok düşük ayçen gün artar oldu. Cumhuriyetin kazanım lıklarla büyük arazi sahiplerinin işinde ya da larına yol açan sürecin oluşumunu sağla boğaz tokluğuna küçük şirketlerde çalışıyanların lideri olmuş Mustafa Kemal Ata yordu. Erkek egemen ve çocuk istismarı dötürk’e hiç de tarihsel derinlik içermeyen nemi yaşanıyordu; yaşlılar emeklilik hakdin ve ırk zırhına bürünen yaklaşımlar larından yoksundu. Zengin daha da zengin çıktı ortaya. Bu tarih saptırmalarının, bu oluyordu. Figueiredo, din istismarını da eklemişti anakroniğin iç ve dış kışkırtmaları üstünde durmayacağım bu yazımda. 1930’lu, 40’lı, sayfalarına. Katolik kilisesine mensup halk 50’li, 60’lı, hatta 70’li yıllara ait bir dikta farklı inanç alanlarına saptırılıyordu; sevgi, törlüğü yeniden dile getireceğim; günü yerini korkulan Tanrı ile teröre, batıl inanmüzdeki gidişatla bir kıyaslama yapılması ca bırakmıştı. Yerel din görevlisi “büyücü nı önereceğim; Mustafa Kemal Atatürk sü hekim” gibiydi; yerel ya da ulusal azizlere recine tarihsel gelişimin olay ve olgularıy karşı gelenleri ürün sağlayamamakla ya da la bağlantılı bakmalarını, atalarının ve ken çocuklarının ve hayvanlarının başına geledilerinin bulundukları noktalara nasıl ula cek bela haberiyle ürkütüyor, tehdit ediyordu. şabildiklerinin muhasebesini yapmalarını, bi Halk, dini ayinlere yönelik ödemeleri keyrazcık insaf ölçülerini harekete geçirmelerini, fi belirlenen oranlarda nakit veya ayni olarak yapmak zorundaydı; bu da din görevliöylece tavır almalarını dileyeceğim. lerini zengin ediyordu. Yazarın başka bir anıigueiredo ve kitabı sı da burada yansıtılmaya değer: O, 17 yaşındaydı; devletin sömürge top“Bir gün kendimi Başkan Roosevelt’in raklarından olan denizaşırı bir ülkeye gön özgürlükten söz eden bir konuşmasını hederilmişti. Demokratik hareketlenmelerin yecanla dinleyen köylülerin arasında buliçindeki örgütlerde görev alıyordu. Ülkesinde dum; birdenbire, beni bir süredir gözlebir diktatörün, üstelik sivil giysili bir dikta yen hükümet muhafızı tarafından yakatörün sürüklediği aşamaları, yaşı olgunlaş landım. Şu ‘komünist zehir’le yerel halkın tıkça çok daha iyi bilecekti. Bir yolunu bul belleklerini rahatsız etmeye devam ederdu, Londra’ya gitti. Ülkesini, anavatanını sem beni dövmekle tehdit etti”. ne ilginçtir ki askeri ihtilalden sonra yeniigueiredo’nun yemini den gördü; 1975 yılında da deneyimlerini, düşüncelerini ve yorumlarını yansıttığı bir Ardından, yazdığı kitabın yayımı için kitap yazdı. “Pelican Books” dizisinde ya daha o günlerde ne denli bilendiğini de yımlanan, doğduğu ve büyüdüğü ortamı sergiliyor: “Kendi kendime, bu yerel dikta rejimine sürükleyen kişiyi ve sebep ol yetkilinin gerisindeki dürtü ve gücün ne duğu yıkımı anlatan kitabının 10 bölümden olduğunu bir gün açıklamak fırsatını oluşan içeriğini şu başlıklarla tanımladı: bulacağıma yemin ettim.” B F F Rejim, “Batılılar”ca ılımlı diktatörlük olarak algılanıyordu; ne de olsa onların çıkarlarını koruyan NATO üyesiydi; başbakanın liderlik ettiği anayasa değişiklerinde kişisel özgürlüklerden, nedensiz cezalandırılmalardan, savunmasız yargıdan dem vurulurken göz boyanıyordu. Hatta ve hatta, İtalyan faşizmi, Alman Nazi rejimi eleştiriliyordu. Ama “yeni devlet” parolasıyla otoriter damgası yapıştı ülkeye. Yaşanmamış suçlar üretmekle başladı her şey; süreli yayınlara, radyo ve televizyona sansür uygulamaları da gecikmedi. Gizli polis teşkilatı, adeta engizisyon (kilise mahkemesi) gibi çalıştı, devletin yerini aldı. Tutukluluk süreleri durmadan uzatıldı. Sözünü ettiğim ülkenin Portekiz, “sivil diktatörünün profesör unvanlı” Salazar olduğunu tahmin ettiniz muhakkak. Daha önceleri de yazmıştım, deneyimlerimi ve okuduklarımı yansıtmıştım. Benim Lizbonlu günlerim rejimin çöküşe doğru gittiği zamanlara, 1960’lı ve 1970’li yıllara rastlamıştı. Salazar’ın diri tutmaya çalıştığı Portekiz İmparatorluğu’nun Vasco da Gama öncülüğünde 1498’de Asya yönünde başlayan yayılma sürecini Osmanlı genişlemesiyle paralel giden düşünce eylemlerini yakalamaya çalışırken tarihin tekerrür (yinelenme) ya da tebeyyün (ortaya çıkma) algılamalarına bir kez daha takıldım. Ancak ben yüksek sesle ve tarihçi olarak diyorum ki “Tarih tekerrür etmiyor.” Bir politik söylemin “tekerrür” ettirdiği tarih, yine aynı politikacı/hukukçu söyleminde yukarıda yansıttığım yarım yüzyıllık bir diktatörlük dönemindeki korkunç eylemlerin “tekerrür”ünü gerekli kılmaz; kılmamalı. Benim Portekiz günlerimde tanık olduğum Başbakan Salazar ve kurduğu rejimin korkusu, şüphesiz ki “Korkuyla yaşıyorum / Korkuyla yazıyorum / Korkuyla sesleniyorum kendime / Endişe etmekten korkuyorum...” diyen ve eseri 16. yüzyılda engizisyon tarafından kara listeye alınan António Ferreira döneminde yaşananlar ve António de Figueiredo’nun 20. yüzyılın ikinci yarısında dile getirdikleri, tekerrür değildi; ama tarihin çok kötü okunmasından/yorumlanmasından kaynaklanan benzerliklerdi. “Kemalist diktatörlük” ilan edenlerse, kendilerini andığım bu süreç içinde gezindirsinler; Hitler, Mussolini, Franco ve Salazar dönemlerini düşünsünler; bulundukları noktaya nasıl ulaşabildiklerini belleklerinden ve tarih kaynaklarından anımsasınlar; sonra da eleştirel bir tarih tasavvur etsinler! Takdiri İlahi Dr. Coşkun ÖZDEMİR 26 Çehov Kimleri Yazdı? Ülkü AYVAZ Yazarın Bütün Oyunları’nı okurken başlık yaptığım soruyu sormaktan kendimi alamadım. Çehov’un oyunları, her şeyin olup bittiği yerde başlar, kişilerin eşiği geçemediği yerde biter. Son durakta kendini açığa vuran, “yaşamak, uzaklara gitmek, çalışmak çalışmak...” isteği asla bir kanala akamaz. Geçmiş günlere duyulan özlemin ardında kaybedilmiş zamana tanık oluruz. Geleceğe ait düşlemler ise havada kalır. XIX. yüzyılın sonlarında keskin dönüşümler yaşayan Rusya’nın bu aydın liberal insanları değişimi algılamış, ancak ayak uyduramamışlardır. Hiçbir iş yapmazlar, bol bol ‘felsefe(!)’ yapar, söylev çekerler. ‘Vişne Bahçesi’nde üniversite öğrencisi Trofimov’un konuşması tipiktir: “Kusurlarını gidererek hep ilerliyor insanlık. Şu anda ulamadığımız şeylere günün birinde iyice yaklaşıp o amaca ulaşacağız, yeter ki elimizden geldiğince çalışalım, gerçeği arayanlara yardım edelim. (...) Benim tanıdığım kadarıyla birçok eğitimli kişi böyle bir arayış içinde değil, yaptığı bir çalışma yok, çaba harcamaya yatkın değiller. Kendilerine ‘aydın’ diyorlar ama... (...) Bu kişiler yeni bir şey öğrenmiyor, ciddi bir şey okumuyor, işin doğrusu, hiçbir iş yapmıyorlar; bilimin yalnızca sözünü edip sanattan da hemen hemen hiç anlamıyorlar.” Oyunlarda söylevlerin ötesinde diyalog elbette vardır; ancak sadece görünüşte böyledir. Kişiler, birbirlerini dinlemezler bile; rüzgâra kapılmış, nereye gideceklerini bilmekten yoksun, geçmişlerine, geçmiş güzel günlerine sığınırlar. Oysa geçmişleri kayıplarla doludur. Sonuçta uzak geçmiş ile uzak gelecek arasında bir bungunluk, bir bunalım yaşanır. Çalışmak isterler çalışamazlar, gitmek isterler, gidemezler. İştahla savunulan “uzaklaşma, çalışma” arzusu, kaybolmuşluk, yitip gitme korkusuyla çelişir. Bu aydın kişiler, dış dünyadan adeta soyutlanmış gibidir. Dışarıdan oyun alanına gelenler olur; ne var ki, benzer tavırlara onlarda da tanık oluruz. Zaman aktıkça, dışarıdan gelenler ile içeridekilerin sanki aynı hamurdan yoğrulduğunu görürüz. Çatışmalar yaşanır aralarında, daha doğru deyişle atışmalar, bir anlamdan, bir nedenden yoksundur yoksun olmasına ya, ölümle de sonuçlanır, tabancayla kendi canına kıymayla da. Bir başka motif, sevgi alanındadır. Filizlenecek sanatı uyandıran yakınlıklar gerçekleşmez. Bu yakınlıkların arkasında tutkulu bir ilişki isteği mi, yeni sığınaklar yaratma telaşı mı olduğu sorusu ortada kalır. Vakarlarından asla ödün vermeyen bu aydın kişileri bekleyen yıkımdır; eşiği geçemezler. ‘Vanya Dayı’ oyununda Astrof şöyle der: “Bizden yüz, iki yüzyıl sonra yaşayacak ve yaşamımızı böyle aptalca, böylesine tatsız bir biçimde tükettiğimiz için bizi küçümseyecek olanlar, belki de mutlu olmanın bir yolunu bulacaklardır.” Maksim Gorki ise Çehov’un kahramanlarının iki yüzyıl sonraki yaşamın güzelliklerini hayal edip durduklarından söz ederek, şu basit sorunun hiçbirinin aklına gelmediğini belirtir ve uyarır: “Eğer hepimiz yalnız düş kurmayla uğraşırsak yaşamın güzel olmasını kim sağlayacak?” yaşındaki Emine Akçay çocuklarını ısıtamama, besleyememe çaresizliği içinde kendini asarak canına kıydı. Sevgili yurttaşlar, dostlar, yazarlar, düşünürler, bilim insanları, politikacılar, bürokratlar, dindarlar, dinsizler, laikler, Müslümanlar; bu bir kader, bu bir takdiri ilahi değildir. Bu yürek yakan olay ve yüzlerce benzeri geriliktir, geri kalmışlıktır, gelişmemişliktir, yoksulluktur, yoksunluktur, eğitimsizliktir, cehalettir, ilkelliktir. Ülkemizde çoğunluğu kocalarından dayak yiyen, cinayetlere kurban giden kadınlarımız, töre cinayetleri, 13 yaşındaki kıza tecavüz eden 23 insanımız, cezaevlerindeki bebeklerle, yüzlerce üniversite öğrencisi, hapisteki aydınlar, gazeteciler, askerler, Pozantı’daki utanç verici olaylar, futboldaki küfür, vahşet ve tahribat, Madımak’taki katliam, üniversitede “Sivas’ta yaktık burada da yakarız” diye haykıran üniversite öğrencileri, kızını şehir meydanında kıyasıya, yerden yere vurarak döven baba ve emperyalizmin oyunları ve politikacının gafleti ile dağlarda yıllardır birbirini öldüren ülkenin gençleri; bunların hiçbirisi ama hiçbirisi takdiri ilahi değildir, kader değildir. Bunlardan, başta ülkenin yöneticileri olmak üzere 74 milyon insan suçlu ve sorumludur. Bu facialardan hep birlikte büyük utanç duymalıyız. Şehit kanları ile sulanmış, onların kahramanlıkları ile özgürlüğüne, bağımsızlığına kavuşmuş bu güzelim ülkeyi gökdelenler ve alışveriş merkezleri ile donattık ama ilkellikten, geri kalmışlıktan kurtaramadık. 6 büyüklüğündeki bir depremde 300 öğrenci enkaz altında kalarak can verdi, Kuran kursunun binası yıkıldı gencecik kızlarımız öldü, soba zehirlenmelerinden ve trafik kazalarından sayısız insanımızı kaybettik, bunları büyük bir aymazlıkla takdiri ilahi saydık. Fazıl Say gibi bir uluslararası ünümüz için “Gitsin, terk etsin ne çıkar; Türkiye bir şey kaybetmez” dedik. Türkan Saylan gibi eşsiz bir yurtseverin evini kanser tedavisi gördüğü günlerde polisle bastık ve ölümü ardından hiç utanmadan “Zıbarıp gitti, cehennemde onu zebaniler karşılayacak” dedik. Yıllardır en seçkin, en yiğit insanlarımızı ya öldürdük ya hapislerde çürüttük. Bunlar asla takdiri ilahi değildir. Bunlar, aymazlıktır, bunlar cehalettir, ihanettir, ilkelliktir, geri kalmışlıktır. İnsan haklarında, insani gelişmişlikte, basın özgürlüğünde, kadın erkek eşitliğinde dünya ülkeleri arasında en gerilerde yer alışımız da bir kader değildir. Yüzleşeceksek bunlarla, bu çağ dışı gerçeklerimizle yüzleşmeli ve bunların sorumlularını aramalıyız. Bir büyük eğitim devrimini, Köy Enstitülerini, aydınlanma odağı Halkevlerini, öğretim birliğini, cumhuriyet devrimlerini, laikliği yok edenleri hiç unutmadan. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle