18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
26 MART 2012 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] EKONOMİ 11 Türkiye’de kredi kartı sayısı 10 yılda yaklaşık 4 katına çıkarak 51.4 milyona ulaştı, harcamalar katlandı Geleceğimizi harcıyoruz Ekonomi Servisi Türkiye’de tüketicilerin yüzde 54’ü alışveriş ve harcamalarını sadece bir kartla yaparken yüzde 25’lik kısmı iki kart, yüzde 21’i ise üç veya daha fazla kredi kartı kullanıyor. AA’nın haberine göre Türkiye’de 2001 sonu itibarıyla yaklaşık 14 milyon olan kredi kartı sayısı, 2011 sonunda 51.4 milyona ulaştı. Kredi kartlarıyla yapılan harcama her ne kadar bütçeden bütçeye farklılık gösterse de 2011’de ortalama harcama tutarı 829 lirayı buldu. 2005’te ortalama alışveriş tutarının 521 lira olduğu göz önüne alındığında 2011’de ortalama alışveriş tutarında yüzde 60’a varan bir yükselme yaşandı. 2011’de kredi kartı kullanıcılarının aylık ortalama harcama tutarları ? Tasarruf oranının düşük olduğundan şikâyet edilen Türkiye’de tüketicilerin büyük kısmı elde ettiği birikimi kredi kartı borcuna yatırıyor. Kredi kartıyla yapılan harcama bütçeden bütçeye farklılık gösterse de ortalama aylık harcama 829 lirayı buluyor. farklılık gösterirken kredi kartı kullanan tüketicilerin yüzde 22’si 301500 lira arasında, yüzde 16’lık kısmı 101300 liralık ortalama harcama gerçekleştirdi. lanıcılarının yüzde 20’si ek kart olanağından faydalanırken bir ek karta sahip olanların oranı yüzde 15, iki ek karta sahip olanların oranı ise yüzde 4’ü buluyor. Kredi kartları ayda ortalama 8.1 kez kullanılıyor. Aylık kullanım oranlarına bakıldığında tüketicilerin yüzde 19’unun 45 kez kullandığı görülürken, hemen her gün kredi kartı kullananların oranı ise yüzde 15 oldu. Kredi kar OS cihazı sayısı 2 milyonu aştı 3 bin liranın üstünde aylık ortalama harcama yapanların tutarı ise yüzde 4 olarak belirlendi. Kredi kartı kul P tını ayda birden az kullananların TÜDEF: BDDK BAŞKANI oranı ise yüzde 7’de kaldı. TÜKETİCİYE AKIL VERDİ Kredi kartı borcunu ödeme alışkanlıklarına bakıldığında, borcunu Bankalar ile kredi kartı kullananlar ödemek için şubeyi tercih edenlerin arasında aidat tartışması sürerken oranı 2006’da yüzde 61 iken, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme 2011’de bu oran yüzde 32’ye Kurumu Başkanı (BDDK) Tevfik Bilgin’in geriledi. ATM’leri tercih “Kredi kartı sözleşmesine el yazınızla ‘aidatı edenlerin oranı ise yüzde ödemeyeceğim’ yazın ve ödemeyin” tavsiyesine 15’ten yüzde 46’ya çıktı. Tüketici Dernekleri Federasyonu’ndan (TÜDEF) tepki geldi. TÜDEF Başkanı Ali Çetin, “Bilgin görev Diğer ödeme yöntemlesüresinin bitimine bir hafta kala tüketiciye akıl(!) verri olarak ise yüzde 16 di. Bu öneri sadece teoride geçerli olan ancak pratik ile otomatik ödeme ve hiçbir değeri olmayan boş bir laftır” dedi. Bankaların yüzde 3 ile internet matbu olarak hazırladıkları sözleşmelerde hiçbir değitercih ediliyor. POS şiklik yapmaya izin vermediklerine dikkat çeken Çetin, kullanımında dünyada ilk sıralarda yer “Bu durum Tüketiciyi Koruma Kanun’un 6. Maddesi gereğince ‘haksız şart’ olarak kabul ediliyor. Bu nedenle alan Türkiye’de POS sözleşmelerde kart aidatı alınacağı yazılsa dahi bu hucihazı sayısı 2011’de kuksal olarak geçersiz. Eğer Bilgin, gider ayak günah 2 milyonu, ATM saçıkarmak istiyorsa yüksek yargı kararlarını esas alan yısı da 32 bini buldu. bir yasal düzenleme taslağını bağlı olduğu bakanlık kanalıyla hükümete sunmalı” diye konuştu. Güven Kötüye Kullanılırsa! Toplumsal yapının dokusunu oluşturan ana tellerin en önemlilerinden biri de insanlar arasındaki güven duygusudur. Güven duygusunun altyapısını doğruluk, dürüstlük ve erdem gibi ahlak değerleri oluşturur. ??? Bilindiği gibi Necmettin Erbakan’ın servetiyle ilgili yargıya da taşınan bir miras kavgası yaşanıyor. Sorun geneldir; önde gelen yorumcuların da vurguladığı gibi sağ kesimde yaygındır; irili ufaklı çok sayıda Erbakan örneği vardır! Bunların pek çoğu eğer konu yargıya taşınmazsa su yüzüne çıkmaz; çıkarılamaz! Ancak, gerçek miktarı doğal olarak bilinmemekle birlikte, milyarlarca lira olduğu anlaşılan bu servetin kaynağı nedir? Bu sorunun yanıtı açıktır; insanların, kendi yorumcularının deyimleriyle, inandıkları dava ya da cihat için savaşacağına güvendikleri kişilere gizlisaklı bir biçimde verdikleri... Oysa servet birikimi, tarafları belli olan ekonomik bir olgudur; servet, esas olarak emeğin sömürüsünden; buna dayalı girişimcilikten ve yaratıcılıktan doğar. Buradaki servetin kaynağı ekonomik değildir; inancın, daha doğrusu inanan insanların güven duygusunun sömürülmesidir. ??? Sorunun, öncelikle çözümü gereken bir hukuk boyutu vardır; bu servet ilişkileri, günahsevap, bu dünyaöteki dünya türü anlayışlara bırakılamaz; açık kurallara, kayıtlara, suç ve ceza düzleminde düzenlemelere bağlanmalıdır. Çok önemli olan hukuk ayağına ek olarak, sorun iki boyutludur. Bunlardan biri ahlak, diğeri de demokratikleşmedir. İnsanların inançlarına dayalı güven duygularını sömürmek, doğruluk, dürüstlük ve erdem gibi ahlak değerleriyle bağdaşmaz; iyi niyetin kötüye kullanılması, insanların aldatılması söz konusudur; bu da toplumda güven duygusunu tümüyle yok edecek kadar yıkıcıdır. Konuyu işleyen yazar, yorumcu ve siyasetçilerin, bu önemli noktaya hiç değinmemeleri, bizde bunlar olur anlayışıyla doğal bulmaları, toplumsal ahlak açısından gerçekten korkutucudur. Konunun demokratikleşme yönü de en az ahlak tarafı kadar yaşamsaldır; çünkü bu tür ilişkiler, tek taraflı teslimiyettir; bu ilişkilerde kişi özgürlüğünden eser yoktur. Alın teriyle biriktirdiğini birilerine karşılıksız teslim eden, özgür düşünebilir mi? Alın teriyle kazandığı parasını güvenerek teslim eden ve bunun nasıl kullanılacağını hiçbir biçimde sorma hakkı olmayan; sorgulayamayan milyonlar diğer konularda da siyasetçiden hesap sorabilir, verdiği vergilerin nasıl harcandığını da sorgulayabilir mi?! ??? Toplumumuzda hukuksuzluğun, ahlaksızlığın ve baskıların, inancın sömürüsüne dayalı büyük servetlerle giderek daha fazla sarmaş dolaş olduğu ve bunun olağan karşılanabildiği bir süreç yaşanıyor. Davranış biçimleri ailede, okulda ve kişinin günlük yaşamında kazanılır. Unutulmamalıdır ki bu yapı her gün kendi kendini yeniden üretmekte ve pekişmektedir. Tersine çevrilmesi gereken süreç budur. Protestolu senet sayısı 80 bini aştı Ekonomi Servisi Protestolu senet sayısı ve protestolu senet tutarındaki artış sürüyor. Protestolu senet sayısı 2012’nin ocakşubat döneminde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 16.7 artışla 157 bin 906 adet düzeyinde gerçekleşirken protestolu senet tutarı yüzde 23.8 artışla 924 milyon 190 bin TL oldu. Protestolu senet tutarının yüzde 93’ünü 2 bin TL ve üzerindeki senetler oluşturdu. İstanbul, Türkiye genelinde protesto edilen senet sayısının yüzde 12.7’sine, protesto edilen senet tutarının ise yüzde 31.2’sine ev sahipliği yaptı. TTK’de beş öneriyle dünya ligine gireriz Ekonomi Servisi İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası (İSMMMO) Başkanı Yahya Arıkan, 1 Temmuz’da yürürlüğe girecek yeni Türk Ticaret Kanunu (TTK) ile ilgili; ‘yasanın yürürlülük tarihi değişmeden ceza maddeleri ile sınırlı bir değişiklik olabileceğini’ belirterek “Türkiye’yi dünya birinci ligine taşıyacak TTK’nin, kuruluş temelleri yok edilmeden teknik konularda ayarlamalar yapılmalı ve bir an önce yeni düzene geçilmeli” dedi. Türkiye genelindeki Serbest Muhasebeci Mali Müşavir Odalarının desteğiyle, meslek camiasının çatı örgütü TÜRMOB’un açıkladığı “Yeni Türk Ticaret Kanunu’yla Dünya Ligine” adlı raporu değerlendiren Arıkan, önerilerini şöyle sıraladı: Mikro ölçekteki sermaye şirketlerinin gerçek kişiye dönüşebilmesinin yolu açılmalı, borçlanma yerine kâr dağıtımının teşvik edilmesi için stopaj düşürülmeli, ortaklara yapılan ücret ödemelerinde vergi yükü azaltılmalı, denetim maliyetleri teşvik kapsamına alınmalı, gayri nakdi sermaye konusuna açıklık getirilmeli. Japonya’da meydana gelen nükleer sızıntının ardından tüm dünyadaki nükleer santrallar gözden geçirilirken dünyanın dört bir yanında nükleer karşıtı protestolar yükseliyor. Güney Kore’de bugün başlayacak olan iki günlük Nükleer Güvenlik Zirvesi de dün başkent Seul’de geniş katılımlı eylemlere sahne oldu. Japonya ve Türkiye nükleerde anlaştı Ekonomi Servisi Japonya Dışişleri Bakanlığı, Türkiye ile Japonya’nın, nükleer işbirliği konusunda geniş bir anlaşmaya vardığını bildirdi. Açıklamanın yer aldığı Japon Yomiuri Shimbun gazetesine göre anlaşma, Japonya’daki Fukushima nükleer santralında meydana gelen krizden bu yana nükleer işbirliği konusunda atılan ilk önemli adım. Toshiba şirketinin, Türkiye’de inşa edilecek bir nükleer santral projesi için teknoloji ve güvenlik teknik bilgisi ihraç edeceğini belirten gazete iki hükümetin, anlaşmanın içeriğini daha sonra sonuçlandıracağını ifade etti. Haberde, anlaşmanın “daha çok nükleer teknolojinin askeri kullanımı ve üçüncü ülkelere transferini düzenlediği” vurgulandı. Japon hükümetinin Türkiye ile müzakereleri Ocak 2011’de başlamış ancak müzakereler Fukushima felaketinden sonra askıya alınmıştı. 2011’de Greenpeace’in yaptığı araştırmaya göre Türkiye’de halkın yüzde 64’ü nükleer santral istemiyor. Yüzde 82’lik çoğunluk ise nükleer santralın kurulduğu yerde yaşamayacağını söylüyor. Üçüncü köprü ihalesine KDV rötarı Ekonomi Servisi Ulaştırma Bakanlığı, İstanbul’a inşa edilecek üçüncü köprü için açılan ihaleyi, 5 Nisan’dan 20 Nisan’a erteledi. Bakanlık kaynakları, üçüncü köprü dahil yapişletdevret projelerine KDV istisnası öngören tasarının Meclis’te görüşülmeye devam ettiğini belirterek, “Üçüncü köprü yatırımı da yasa kapsamında KDV’den istisna tutulacak. Yasanın görüşmelerinin haftaya tamamlanması bekleniyor. Bu amaçla ihale tarihi 15 gün ertelendi” dedi. Köprü ihalesi için aralarında POSCO (Güney Kore), Astaldi (İtalya), Park Holding, MAPA ve STFA’nın bulunduğu 9 yatırımcı şartname aldı. ABD Ulusal İstihbarat Ajansı tarafından, CIA ve diğer istihbarat ajanslarının da katkılarıyla hazırlanan, perşembe günü basına açıklanan bir rapora göre gelecek 10 yıl içinde su tedarikine ilişkin sorunlar artarak ABD’nin ulusal güvenliği açısından önemli devletlerde istikrarsızlıklara yol açacak. Ekim ayında tamamlanan, geçen hafta basına açıklanmayan gizli bölümleriyle birlikte, ABD güvenlik kurumlarına dağıtılan rapor, “Su sorunları bağlamında ABD’nin küresel liderliğini hayata geçirmesi için yeni fırsatlar getiriyor. ABD bu fırsatları kullanmazsa başka güçler devreye girerek boşluğu dolduracaktır” sonucuna ulaşıyor. Bu da bize büyük güçler arası jeostratejik rekabetin, önümüzdeki 10 yıl içinde, su kaynaklarını da kapsayacak biçimde genişleyerek yoğunlaşacağını gösteriyor. Tam bu noktada aklıma, Brzezinski’nin “Türkiye 2025’ten sonra Batı için hayati önem kazanacak” (Milliyet, 23 Mart) sözleri geldi. Ama konuyu dağıtmadan suya dönelim. bölge halkını bu sudan yoksun bırakarak kaydırırken sorunun siyasi boyutunu daha da ağırlaştırıyor. Kaynak savaşların su ‘güvenliği’ Su Savaşlarına Doğru görüyoruz. Nehirlerin, göllerin ve toprak altı sularının yüzde 68’i tarımda, yüzde 10’u enerji sektöründe, yalnızca yüzde 7’si sanayi ve hanehalkı tarafından kullanılıyor, yüzde 3 de rezervuarlardan kullanılamadan buhar olup gidiyor. Salt tüketime yönelik kullanım söz konusu olduğunda tarımın payı yüzde 93’e yükseliyor. Hanehalkı tarafından tüketilen suyun ise toplam tatlı su kaynakları içindeki payı yüzde 3’ün altında kalıyor. Bir kilogram buğday ekmeği, bir kilogram sığır eti, bir litre süt üretebilmek için (yaratılan kirlenmeyi temizlemenin su kullanımı açısından maliyeti de göz ününe alınarak), sırasıyla 1600 litre, 15 bin 400 litre ve 1000 litre su gerektiğini (www.waterfootprint.org), gelişmekte olan ülkelerde ama başta Çin’de kentleşmenin baş döndürücü bir hızla ilerlediğini, hazır gıda tüketiminin, genelde tüketim kapasitesinin hızla arttığını göz önüne aldığımızda, tarımın ve hayvancılığın su stokları üzerindeki basıncını daha iyi görebiliyoruz. Son olarak su kaynaklarının dağılımındaki eşitsizliği de göz önüne almak gerekiyor. UNDP verilerine göre, kentsel yerleşim bölgelerinde kişi başına günlük su tüketimi ABD’de 350 litre, Avrupa’da 200 litre iken Sahraaltı ülkelerinde günde 1020 litreye kadar düşüyor. Dahası küresel ısınma da su kaynakları üzerinde, artan ısıya bağlı olarak kuraklık, buzulların eriyerek deniz sularına karışması, deniz sularının yükselerek alçak bölgelerde yeraltı sularını kirletmesi yoluyla tatlı su kıtlığı sorununu daha da ağırlaştırıyor. Daha fazla sayıda insan, giderek azalan su kaynakları üzerinde giderek daha yoğun bir biçimde rekabet etmek zorunda kalıyor. Bu sırada, su kaynaklarının özelleştirilmesine bağlı olarak oluşan küresel özel su tekelleri, suyun tedarikini, yoksul bölgelerden zengin bölgelere, çoğu zaman suyun bulunduğu Genel durum kritik Raporun aktardığı verilere bakınca, günümüzde su tedarikinde durumun ne kadar kritik ve patlayıcı olduğunu, ABD’nin kaygılarının arkasındakileri görebiliyoruz. Dünyanın toplam su kaynaklarının yüzde 97.5’i okyanuslardaki (tuzlu) sudan oluşuyor. Tatlı su kaynaklarının toplam içindeki payı yalnızca yüzde 2.5. Bu yüzde 2.5’lik kesimin yüzde 68.7’si buzullarda duruyor; hemen kullanmaya açık değil. Yeraltı sularının ve kutuplardaki hiç erimeyen buzlardaki suların, bu toplam tatlı su stoku içindeki payları sırasıyla yüzde 30 ve binde 8. Yüzeydeki ve atmosferdeki suların payıysa binde 4. Bu atmosfer, yüzey sularını oluşturan kaynakların dağılımı yüzde olarak şöyle: Tatlı su gölleri 67.5, topraktaki nem 12, atmosfer 9.5, nehirler 1.2, bitkiler 1. Kısacası gezegenin toplam su stoklarının ancak yüzde 1 kadarı hemen kullanılabilir durumdaki tatlı sulardan oluşuyor. Ancak bunun da önemli bir kısmı sağlık açısından hemen kullanmaya uygun değil. UNICEF’in saptadığına göre gelişmekte olan ülkelerin nüfusunun yüzde 37’si, dünya nüfusunun yüzde 20’si temiz (mikropsuz, zehirsiz) su kaynaklarından yoksun. Gezegenin toplam su stoklarının yaklaşık yüzde 1’ini oluşturan tatlı su stoklarının kullanımına bakınca da, gıda tedarikiyle su tedariki arasında yaşamsal ilişki olduğunu İşte bu nedenlerden dolayı, ABD güvenlik ve istihbarat kurumları, geçen yıllarda önce küresel ısınmanın güvenlik etkilerini araştıran, geçen yıl da bu su güvenliğini araştıran raporlar üretmeye başladılar. Küresel Su Güvenliği (Global Water Security, Intelligence Community Assessment) raporu 2040’a kadar uzanan bir dönemi kapsıyor. Rapor bu dönemde su kıtlığı sorununun beş alanda güvenlik riskine dönüşebileceğini saptıyor. A) Yoksulluk, toplumsal gerginlikler, çevre koşullarında aşınma, yetersiz siyasi liderlikler, zayıf siyasi kurumlar gibi etkenlerle birleşerek, devletlerin çökmesine yol açabilir. B) Devletler ellerindeki su kaynaklarını, diğer devletlere baskı yapmakta kullanabilir, teröristler stratejik bölgelerde su altyapılarını hedef alabilir. C) Bazı tarım bölgelerinde toprak altı su kaynakları kötü yönetimden dolayı tükenerek ulusal ve küresel gıda piyasalarına yönelik risklere yol açabilir. D) Bugünle 2040 arasında, su kıtlığı ve çevre kirlenmesi sorunları ABD’nin önemli ticari ortaklarının ekonomik performanslarına zarar verebilir. E) 2040’a kadar, iyileştirilmiş su yönetimi (fiyatlama, “sanal su” ticareti), suyla ilgili, tarım, enerji, su arıtma sektörlerine yapılacak yatırımlar en iyi çözüm yolu olacaktır. Bu saptamaların ışığında rapor, 10 ülkeyi kapsayan Nil Nehri havzasını, Türkiye, Suriye ve Irak’tan geçen DicleFırat nehirlerini, İsrail Filistin sorunu bağlamında Ürdün nehrini, Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Tibet’i etkileyen İndus havzasını ABD ulusal çıkarları açısından en kritik bölgeler olarak saptıyor. Korkutucu olan şu ki, gerek 2009’da üretilen Pentagon’un küresel ısınma raporu, gerek su güvenliği raporu, konuya, soruna çözüm bulma çabaları açısından değil, var olan durumun ağırlaşarak devam edeceğini varsayarak ABD hegemonyası, yükselen güçler arası rekabet paradigması içine koyarak yaklaşıyor. Böylece, insanlığın, hatta genel olarak gezegende yaşamın geleceğini tehdit eden bir sorunu, ABD, kendi ulusal çıkarı bağlamında, jeopolitik bir soruna indirgeyerek militarize etmeye eğimli bir yaklaşımla ele almış oluyor. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle