23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
26 MART 2012 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA kultur@cumhuriyet.com.tr KÜLTÜR 15 ‘Dün Irak’ta bir köylü tüfeğiyle bir Amerikan helikopterini vurup düşürdü. İşte çağımızda tiyatro böyle bir şeydir’ Savaş günlerinde tiyatro Yarın 27 Mart. Dünya Tiyatrolar Günü. Savaşın ortasında kutlayacağımız bir tiyatro günü daha. 20. yüzyılın başında 1. Dünya Savaşı’nı yaşadık. Bunu 20 yıl sonra 2. Dünya Savaşı izledi. Sonra Soğuk Savaş dönemi geldi. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin resmen dağılmasının ardından önce yavaş yavaş, sonra koşar adım yeni bir savaş dönemine girildi. I. Körfez Savaşı, Bosna Savaşı, Afganistan, Somali, II. Körfez Savaşı, en son Libya savaşı… Listeyi uzatmak mümkün. Gerçi önceki dünya savaşı tecrübeleri gibi topyekun ve küresel ölçekte bir çatışma söz konusu değil, bu da son zamanların moda tabiriyle “büyük resmin” gözden kaçırılmasına neden oluyor belki, ama biraz geri çekilip toplam duruma bir göz atıldığında pekâlâ dünyanın uzun bir süreye yayılmış bir 3. Dünya Savaşı haline gömüldüğünü söylemek mümkün. Böyle bir dünyada Dünya Tiyatrolar Günü’nü kutlarken tiyatronun yeri konusunda kendi tarihimden hatırladığım birkaç örneği paylaşmak istedim sizlerle. ? 12 Mart döneminde gözaltına alındığımda meşhur Sansaryan Han’a götürülmüştüm. Sorguya çekiliyordum. Verdiğim cevaplardan memnun kalmayan dönemin Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu öfkeyle haykırmıştı: “Burası tiyatro değil, tiyatro yapma bize!” Yıllar sonra bu olayları düşünürken, 1939 sonu1940 başında KGB’nin Moskova’daki merkezi olan Lubyanka binasının bodrum katında bulunan hücresinde Vsevolod Meyerhold’a işkence ederek itiraf imzalatmaya çalışan cellatları da ona “Tiyatro yapma bize!” demişlerdi belki diye geçiyor zihnimden. Ben Haziran 1971’de gözaltına alınmıştım. Sinan’lar (Cemgil) 31 Mayıs’ta Nurhak’ta öldürülmüşlerdi. Bir gün Sansaryan Han’ın işkencehanesine indirdiler beni. Cihan Alptekin’e yapılan işkenceyi seyrettirdiler zorla. Orada da yiğitti Cihan, her zaman olduğu gibi. İşkenceyi yöneten “Kel” Zekeriya (Aydın) pis pis sırıtarak baktı bana: “Nasıl? Tiyatro yapmaya benziyor mu? Haydi şimdi oyna bakalım” dedi, sıraladığı küfürlerin arasında. ? 197174 arasında 3.5 yıl içeride kaldım, 74 affıyla serbest bırakıldım. Bu 3.5 yıl boyunca Muhsin Ertuğrul İstanbul Şehir Tiyatrosu’ndaki kadromu saklı tuttu, sonra da beni gebi belleğimde, ret yazısı arşivimde duruyor. ? Dünya Tiyatrolar Günü’nde yayımlanması gelenekselleşen uluslararası bildirilerin ilki 1962’de Jean Cocteau tarafından yazılmıştı. Bu yılki bildiriyi ise John Malkovich kaleme almış. Çok duyarlı, kısa ve özlü bir bildiri. Birkaç satırını bir gün önceden aktarmakta bir sakınca olmasa gerek: “Dilerim güçlük, sansür, yoksulluk, nihilizm gibi engelleri aşabilesiniz. Eminim birçoğunuz mutlaka karşılaşacak hepsiyle. Umarım yeteneğiniz ve sebatınızla bize insan kalbinin çarpışındaki bütün çapraşıklığı öğretebilirsiniz. Umarım alçakgönüllülük ve araştırıcı bir ruhla bunu ömür boyu iş edinirsiniz.” Benim unutulmaz Tiyatro Günü bildirileri listemdeki en kısa örnek ise 2 cümleden oluşuyor. Yazarı sevgili Mehmet Ulusoy. Ankara’da düzenlenen Dünya Tiyatrolar Günü etkinliğinde (tam tarihini bilmiyorum, ama içeriğine bakılırsa 2003 veya 2004 olması gerek) okunan bildiriyi, yapılan çeşitli konuşmaları dinledikten sonra sahneye çıkmış, kendi bildirisini okumuş: “Dün Irak’ta bir köylü tüfeğiyle bir Amerikan helikopterini vurup düşürdü. İşte çağımızda tiyatro böyle bir şeydir.” Evet Mehmet haklısın, çağımızda tiyatro böyle bir şeydir gerçekten, umarım yattığın yerde ramp ışıkları sarmıştır çevreni. Mehmet Ulusoy Genel İstek Üzerine: Park Nar, Ayşegül, Esma, Asude, Bahar, Nazlı, Irmak, Zelal, Eren, Ece, Ege, Durul, Alican, Bilge, Deniz, Ulaş, Julie, Michel, Ada, Kumsal, Kübra, Büşra, Semanur, Cem, Claire, Fatma, Ahmet, Hüseyin, İlayda ve hepsinin adı buraya sığmayacak çocukların genel isteği üzerine bu yazıyı kaleme alıyorum. Bu çocuklar İstanbul’un Beyoğlu ilçesinin Cihangir mahallesinin ‘talihsiz’ çocukları. Cihangir pek çok açıdan talihli bir mahalle elbette. Ulaşım kolaylığı, farklılıkları bir arada barındırması, pek çok dilin ve kültürün renkli ve canlı kıldığı ortamı, sokak kedilerinin belki bazı semtlere göre daha çok sevildiği bir yer olması, burayı biraz şanslı kılıyor. Cihangir’in en şanssız sakinleri ise çocuklar. Sıraselviler’den Firuzağa Camii’ne kadar olan iki yanlı kaldırımların, kaldırım mı dedim, hayır hemen kaldırdım bu sözcüğü, yani caddenin iki yanındaki, yayaların ancak karşısındakine yol vererek geçebildiği kadar genişliği olan bu eğri büğrü ‘kaldırın’larla daha bebekliğinde tanışan çocuklar ne kadar şanslı olabilir ki? Bebek arabalarının bile geçemediği, engellilerin belki de bir daha gelip geçmeye tövbe ettiği bu ‘kaldırın’ların iki yanında da iki hastane var üstelik. Yani geleni gideni bol. Eh bir de Cihangir havası almaya gelmiş olan meraklıları, yerlileri, yersizleri, gezginleri de eklerseniz, mahallemizin yaz kış gözde bir sahil kasabası gibi dolup taştığını da öngörebilirsiniz. Fakat buna karşın o kaldırımlar neden onarılmaz, düzeltilmez anlamak zor. Cihangir bu kadar ilgi gören bir semt olunca, bir otopark sorunu da yaşanmaya başladı. Her sokakta bir otopark var neredeyse, fakat o da yetmediği için artık kaldırımlara park ediliyor arabalar. Bundan daha önemlisi ise park sorunu. Park canım işte, şu bildiğimiz park, çocukların oynayacağı, koşturacağı, salıncakta sallanıp kaydıraktan kayacağı, büyüklerin oturup dinleneceği, sohbet edeceği, hani şu her semtte bulunan parktan, yani bu kadar doğal bir şeyden söz ediyorum. 16 yıldır Cihangir’de oturuyoruz. ‘Üçkatotoparküstüpark’, açılımı üç katlı otoparkın üstündeki park, namı diğer Cihangir Parkı geçen 16 yılda üç kez değişti, yenilendi ve en sonunda da park olmaktan çıkıp bambaşka bir şey oldu. Bazı büyüklerimizin sanatseverliklerinin bir göstergesi olarak estetik sözlüğüne kazandırdıkları sözcükle söylemek gerekirse, bir ‘ucube’ oldu. Mermerden bir ucube. Kapısından içeri girerken insan kendini Zincirlikuyu Mezarlığı’ndan giriyormuş gibi hissediyor. Anıtsal bir yapı, anıtsal bir kapı. Öyle yüksek, görkemli ve asık suratlı. Mermerpark. Park çocuklar için her türlü tehlikeye açık. Çeşitli inişler çıkışlar, eğimler, çocukların düşebileceği ve yaralanabileceği kimi yükseklikler, kopmuş tutamaklar, onların açıkta kalmış madeni uçları. Salıncakların zincirleri kopuk, tahtaları kırık, bir spiral kaydırak ve ancak bebeklerin kayabileceği bir kaydırak dışında normal bir kaydırak bile yok. O kaydırağın yan tarafı kopmuş, aylardır o durumda. Oradan bir çocuk düşüp yaralanabilir, daha kötü bir şey olabilir. Parkta en son çocuklar düşünülmüş. Adeta son anda akla gelmiş de öylesine birkaç oyuncak koyuluvermiş gibi. Soğuk, duygusuz, sevimsiz bir yer. Orayı her şeye karşın çocukların sevinçleri, gülüşleri, bağrış çağrışları şenlendiriyor. Acaba diyorum Beyoğlu Belediyesi bilmediğimiz bir nedenden ötürü Cihangir’i cezalandırıyor mu? Çünkü başka semtlere gittiğimde, oyuncak konusunda gayet cömert ve yaratıcı davranıldığını görüyorum. Sokaktan korkan iktidar ve belediyesi, Beyoğlu, Galata ve Cihangir’deki kahve, kafe, bar, lokanta, meyhane, pastanelerin önündeki masaları kaldırıp insanları kapalı mekânlara hapsetti geçen yıldan beri. Sağ olsunlar polis ve zabıta ekipleri bu mekânları, masa sandalye vaziyetini denetlemek için saniye sektirmiyor Cihangir’de. Fakat bu yakın ilginin binde biri Cihangir Parkı’na gösterilmiyor. Cihangir’de yaşayanları sevmiyor, kendinize yakın bulmuyor olabilirsiniz, iyi de çocukların ne suçu var efendiler? ri aldı. O dönemde bazı köşe yazarları, “Muhsin Ertuğrul anarşistleri tiyatroya dolduruyor. Bunlar tiyatroculuktan değil, anarşistlikten içeri girdiler” diye yazılar döktürdüler. Hiç umursamadı Muhsin Hoca. Bana tek söylediği, “Kızım ben sizlerin sanatçılığın yanında memleket meselelerini de dert edinmenizden gurur duydum. Ama artık devrimini sahnede yap” oldu. 13 yıllık sürgünün ardından 1993’te Türkiye’ye döndükten birkaç yıl sonra, İBŞT kadrosuna yeniden dönmek için başvurdum. Arkamda 30 yıllık bir meslek geçmişi, pek çok rol, Avrupa’da sahnelenmiş birçok başarılı oyun vardı. Başvurumu reddettiler. O konuşmalar dün gi ANTİK AŞ’NİN ‘ÇAĞDAŞ ESERLER’ MÜZAYEDESİ GERÇEKLEŞTİ ENİS BATUR KONSEPTİ, YURDAER ALTINTAŞ TASARIMIYLA: ‘Metinde Fransızca’ ZEYNEP ALTAY Erol Akyavaş’ın 1.2 TL ile açılışı yapılan “Ene’l Hak” adlı tablosu, 2 milyon 780 bin TL’ye satıldı. Kendi rekorlarını kırdılar Kültür Servisi Antik AŞ’nin düzenlediği “Çağdaş Eserler” müzayedesinde, birçok sanatçı kendi rekorunu kırdı. Erol Akyavaş’ın 1.2 milyon lira ile açılışı yapılan “Ene’l Hak” adlı tablosu, 2 milyon 780 bin TL’ye satılarak, en yüksek değerli Erol Akyavaş eseri unvanını sahip oldu. Yanı sıra, Orhan Peker’in “Ayçiçeği Tarlasında” adlı eseri, 695 bin TL fiyata satılarak sanatçının kendi rekoru oldu. Ferruh Başağa’nın “Kırmızı Güvercinler”i 165 bin TL’ye, Burhan Doğançay’ın “İsviçre Duvarları” 150 bin TL’ye satıldı. Müzayedede ayrıca, tüm geliri UNICEF yararına bağışlanmak üzere “Stars of Istanbul” kapsamında yapılan “5 yıldız” da 5 bin liradan satışa sunuldu. Burhan Doğançay ve Ergin İnal tarafından yapılan eserler 50’şer bin liraya, Mustafa Ata imzalı eser 25 bin liraya, Mercan Dede imzalı eser 40 bin liraya, Fevzi Karakoç imzalı eser de 15 bin liraya alıcı buldu. Böylece müzayedede, toplam 180 bin lira UNICEF yararına toplanmış oldu. Notre Dame de Sion Lisesi, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren eserlerini doğrudan Fransızca yazmış Türkiyeli yazar ve sanatçıları “Metinde Fransızca” başlıklı sergide fotoğraf ve çizimler eşliğinde izleyiciyle buluşturuyor. Frankofon yazar Enis Batur ve Norgunk Yayınları işbirliğiyle hazırlanan sergi, İstanbul, Paris ve Kahire’de yayımlanan bu Fransızca eserlere adanıyor. Konseptini Enis Batur, tasarımını grafik sanatçısı Yurdaer Altıntaş’ın üstlendiği sergi için Batur, “Türkiye’de yaşayan edebiyatın ve kültürün bir parçası olan, ama Fransızcayı da o dilde yazacak kadar öğrenmiş insanların sayıca çokluğu dikkatimi çekmeye başlamıştı. Zaman içinde malzemeyi topladım. Türkiye’de bazı akademisyenlerin yabancı dil olarak Fransızcayı seçmiş olmalarının sonucunda ortaya çıkmış önemli akademik ürünler de var. Klasik anlamında Fransız dilinin siyasi nedenlerle egemen olduğu yabancı ülkeler sayılmazsa, böyle bir sonuç dünyada elde edilebilir mi? Başka bir edebi yat var mı? Ben olmadığını düşünüyorum” diyerek serginin özel, ayrıksı tarafının altını çiziyor. 16 panoda iki farklı kültür etrafında şekillenen dil kullanımına, sosyal hayata ilişkin çarpıcı ipuçları veren alıntıların yer aldığı sergideki yazar, sanatçı ve akademisyenler arasında ise Osman Hamdi, İzzet Melih, Aziz BenAiad, Ahmet Haşim, Asaf Halet Çelebi, Nahid Sırrı Örik, Ömer Seyfettin, Bilge Karasu, Said NaumDuhani, Abidin Dino, Nejad Devrim, Adile Ayda, Tahsin Yücel, Berke Vardar, Willy Sperco, Nimet Arzık, Hıfzı Topuz, Nedim Gürsel bulunuyor. 13 Nisan’a kadar sürecek sergi kapsamında Batur’un önsözünü yazdığı bir kitap yayımlandı. Ayrıca sergi bağlamında bir de konferans düzenlenecek. TİYATROADAM’IN YENİ OYUNU ‘BÖLGE HASTANESİ’ BUGÜN ŞİNASİ SAHNESİ’NDE SAHNELENECEK Bu hastaneden çıkış yok ÖZNUR OĞRAŞ Konservatuvar tiyatro bölümünden mezun olan her oyuncu adayının hayali olduğu gibi, onların hayali de kendilerine ait bir tiyatrolarının olmasıydı. Sekiz genç oyuncudan bahsediyoruz. Tiyatroadam, Serdar Akar’ın danışmanlığında beş yıl önce kuruldu. “Hiçbir dayatma olmadan, kendi sözümüzü, istediğimiz biçimde söylemekti hayalimiz... Ve şimdi gerçek oldu” diyor Fatih Koyunoğlu ve Deniz Özmen... Koyunoğlu ve Özmen şimdilerde “Bölge Hastanesi” adlı bir oyunun yönetmenliğini üstleniyor. Balkanlar’da bir bölge hastanesinde hiç kimsenin taburcu olamadığı tuhaf bir koğuşta geçen oyunun yazarı ise Hristo Boyçev. Kendi politik duruşunu, son derece nahif bir biçimde, insan hikâyeleri üzerinden ortaya koyan yazar için Koyunoğlu, “Boyçev’in, hem özde anlatmak istediğini hem de anlatış biçimini çok seviyoruz. Seyirciyi yanıltmayı, ters köşe yatırmayı seven hınzır bir yazar. Oynarken de seyircinin ‘Burada şimdi biz gülecek miydik? Yoksa üzülecek miydik?’ diye arada kaldığını hissediyoruz” diyor. Oyun boyunca geçen NATO uçaklarının ses lerinden, bir yerlerde sürekli bir savaşın devam ettiğini anlıyoruz. Hastanenin 6 No’lu odasında yaşayan 6 kişinin ilginç hayat hikâyesinin anlatıldığı oyun, bir kaza sonucu bilincini yitirmiş olan ve kim olduğunu hatırlayamaya çalışan Kontuzov karakterinin odadaki diğer hastalar tarafından yeni bir kimlik giydirilmesi üzerine kurulu... Kontuzov karakterini canlandıran Koyunoğlu, “Kontuzov, başta bu kimliği reddetse de yaratılan yeni kimlik cazip hale geldiğinde onu benimsiyor. Fakat günün birinde, yeni beklentilerini karşılamayan gerçek kimliğiyle yüzleştiğinde ise yaşadığı hayal kırıklığı delirmesine sebep oluyor” diyor. Oyunda, ortak özellikleri bir hayale, yani olana değil de olması gerekene inanmak olan, masalla gerçek arasında kalmış, diğer hastaların hikâyelerini de görüyoruz. “Bölge Hastanesi”nde, Dede karakterini üstlenen Özmen ise “Aslında bu koğuşu, yıllardan beri bölünüp parçalanarak kimliksizleştirilen Balkanlar’ın bir minyatürü olarak da algılayabiliriz. Yaşanan bu kimlik arayışını da, toplumların kimliksizleştirilmesi ve başkaları tarafından, olmadıkları bir kimliğin, kültürün empoze edilmesi şeklinde de okuyabiliriz. Hikâyenin eleştirel boyutu her ne kadar ciddi olsa da oyun, yazarın anlatım biçimi ve sahneleme tercihlerimizden dolayı yoğun komedi unsurları taşıyor” diyor. Hüseyin Mevsim’in dilimize çevirdiği oyunda, Ayça Koyunoğlu, Çetin Kaya, Şebnem Bilgeer, Berk Yaygın, Barış Yıldız, Aşkın Şenol rol alıyor. Oyun, bugün Ankara Şinasi Sahnesi’nde saat 20.00’de sahnelecek. (“Bölge Hastanesi”, 28 Mart, 8 Nisan, 29 Nisan Muammer Karaca Tiyatrosu’nda, 22 Nisan Kozyatağı Kültür Merkezi Gönül ÜlküGazanfer Özcan Tiyatro Salonu’nda saat 18.00’de, 2324 Nisan Oyun Atölyesi’nde saat 20.30’da sahnelenecek.) C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle