15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
4 ARALIK 2012 SALI CUMHURİYET DİZİ SAYFA 9 Van’da hayat yeniden kurulurken ? BAŞTAN ÇIKARAN KENT Van’ı severim, İNCİ KEFALİ’NİN ÜLKESİ VAN özellikle baharda kentte dolaşırken, iğde ağaçlarının çiçeklerinden yükselen koku insana en olmadık düşler gördürür. Baharda Akdamar Kalesi’nin çevresinde badem ağaçları çiçek açar, şaşar kalırsınız; kar mı yağmış? Van sadece baharda değil, kışın en azgın zamanlarında da baştan çıkarıcıdır. Kent bembayaz bir örtüye büründüğünde, kuzinelerin çevresinde toplanan çoluk çocuk, genç ihtiyar Van ahalisini bir hikâye yarışmasına girmiş gibi, anlattıkları hikâyeler IŞIL ÖZGENTÜRK 1 kenti kuşatır. Bir fısıltıdır dolaşır kentte… Fısıltılarda kimi zaman bir aşk öyküsü anlatılır, kimi zaman bir kahramanlık, kimi zaman vakitsiz bir ölüm. Van depreminden sonra anlatılan hikâyelere, bin çeşit kurtuluş hikâyesi, bin çeşit acı, bin çeşit “Hadi canım bu da olur mu?” dedirten hikâye dahil olmuş. Van ve çevresi kendini onarırken, onlara en çok bu hikâyeler eşlik ediyor… Geriye dönen eskisinden daha fazla insan var. Çünkü ay ışığını sevgili kılmış Van Gölü’nü özlediler Geç Büyümek Orduda son on yılda intihar eden askerlerin sayısı, şehit sayısını bile geçmiş. Bazılarına göre “kötü muamele” intiharın en önemli nedenleri arasında, bazılarına göre terörle mücadelenin tetiklediği bir durum. Silaha çabuk ulaşabilmenin de bunda etkin olduğunu iddia edenler var. Ama intihar oranlarının dağılımına bakınca terör bölgesinden çok Batı illerinde görev yapan askerler arasında yaygın olduğu görülüyor. Türkiye’de intihar oranlarında ilginç bir başka durum var. Batı ülkelerinde intihar yaşlanmayla artarken bizde gençler arasında intihar oranı yüksek. ??? Konuyla ilgili yapılan tartışmalar arasında, askerlik çağındaki gençlerin yetiştikleri ortamdaki aidiyet duygusundan koptuklarında, hazır olmadıkları bir ortamda, güç koşullarda görev yapmaya alışamadıkları söyleniyor. Uzun zaman ailesinden, yakınlarından uzak kalan askerlerin kimi zaman memleketten gelen kötü bir haberle, kötü muamele sonucu gururları incinerek ya da askerlik yaptıkları arkadaşlarıyla olan kavgalarından sonra bile intihara kalkışabildikleri anlaşılıyor. Geçmişe göre şu an aslında askerler çok daha iyi koşullarda. Örneğin bizim dönemimizde telefonla konuşabilmek bile çok önemli bir şanstı. Demek ki koşulların düzeltilmesi veya kötü muamele ve dayağın azalması, durumu pek değiştirmemiş. Buna dayanan bazı uzmanlar da intihar davranışının son derece karmaşık kökleri olduğunu, her laf işitenin kendini öldürmeyeceğini, birçok kez intihara kalkışanların buna doğal eğilimi olduğunu söylüyor. Ordudaki intihar rakamları Türkiye ortalamalarıyla karşılaştırıldığında yine de yüksek kalıyor. ??? Bazı uzmanlar Türkiye’de gençlerin “geç büyüdüğü”nün altını çiziyor. Bir iki yıl önce bir televizyon programında asker anneleri stüdyoda otururken askerdeki oğulları (özellikle de terör bölgesindekiler) telefonla bağlanıp canlı yayında konuşuyorlardı. Hayretler içinde, askerlerin annelerine şiirler yazıp okuduğunu, ağladıklarını, annelerin de aşırı bir duygusallıkla sanki küçük çocuklarıyla konuşur gibi konuştuklarını görmüştüm. Ama pskiyatrlar “geç büyüme”nin bizde genel olarak yaygın bir durum olduğu görüşünde. Bunu da yalnız intihar eyleminde ya da bulunulan zor koşullara adapte olamayışta değil, aslında hayatın her alanında görmek mümkün. Canbezar, Ziloji ve Tiyari nver Bey’le birlikte kentin biraz dışında, depremde yıkılmamış bir kilim atölyesine geçiyoruz. Burası iki katlı bir evin alt katı, dokuz on tezgâh, tezgâhlarda dokunan kilimlerin birinin adı “Canbezar” yani “Canımdan bezdim” anlamına geliyor. O zamanlar bir mantar türü varmış, kadınları kel yaparmış, böyle bir mantarın zulmüne uğrayan, bu nedenle de bekâr kalan bir kadın tezgâhın başına geçmiş, başlamış “Canımdan Bezdim”i dokumaya. Artık ondan sonra kim ki canından bezer, bu kilimi dokurmuş. Ziloji güçlü bir Kürt aşiretinin adı. Kızcağızı başka bir aşirete gelin vermişler, o da hasretlik canına tak edince geçmiş tezgâhın başına, aşiretinin yaşadığı karlı dağlarını düşüne düşüne Ziloji’yi dokumuş. “Tiyari” vadi demek, en çok dokunan kilim çeşidi, çünkü bu coğrafyanın vadilerine, dağlarına vurulmamak olmaz. Tezgâhın başındaki Zozan’ın yanına gidiyorum. Zozan 21 yaşında, ailecek Hakkâri’nin Çatak köyünden göçmüşler. Zozan’ın 12 kardeşi var, ağabeyleri inşaatlarda çalışıyor, zaten Van’da inşaat işçiliğinden başka iş yok. Zozan, dışarıdan liseyi bitirmiş, şimdi üniversiteye hazırlanıyor; tek isteği, felsefe öğretmeni olmak. Bir de köyünü özlüyor, bu nedenle de tezgâhında bir Tiyari var. Hemen yanıbaşındaki tezgâhta Belfin oturuyor. Belfin güzeller güzeli ama biraz mahcup, çünkü okuma yazma bilmiyor, depremden önce kilim atölyelerinde okuma yazma kursu, bilgisayar kursu varmış ama felaket her şeyi altüst etmiş, Belfin’in de okuması yazması kalmış. Belfin konuşmuyor, belki de Türkçeyi çok iyi bilmediği için, belki de ben buradan çıkınca kızları aşka getirmek için en güzel Kürt türküleri söyleyecek... Sesi güzelmiş. Kızlara “Hayalleriniz nedir” diye soruyorum, biraz şaşkın “O da ne?” diyorlar. “Yani sevda, aşk, bunlar ne durumda?” Utangaç gülmelerden sonra sözü Zozan alıyor, atölyelerden üç kişi sevdiklerine kaçmış ama sonra sevdikleri fos çıkmış, kızlar ailelerine dönmek istemişler, aileler kabul etmemiş. “Peki sonunda ne oldu” diye soruyorum. “Ne olacak” diyorlar, “perişan bir hayat yaşayacaklar”. Zozan tam burada söze giriyor: “Kızların kaçmaları bir bakıma iyi oldu, çünkü bizim aileler korkmaya başladılar, kaçarız diye. Bu nedenle artık illa evlenelim diye baskı yapmıyorlar.” Kızlar gülüyorlar ama tezgâhının başında ağlayan biri var. Fadime daha on sekizinde babası onu kendi uygun bulduğu biriyle evermek istiyormuş ama Fadime’nin gönlü adama düşmemiş. “Peki ne olacak?” Elbette Enver Bey, babaya gidip konuşacak, ağabeylerle konuşacak, bir güzel yol bulacaklar. Fadime ağlamayacak. Atölyeden çıktığımızda hava kararmış, saat daha dört bile olmamış, şoförümüz beni kentin ana caddelerinden Maraş Caddesi’ne çıkarıyor. Her taraf ışıl ışıl. Sokaklar dolu, her şey bir büyük kent caddesinde olduğu gibi. Şoförümüz, “Sen buraları deprem sonrası görmeliydin” diyor. “Kapkaranlıktı, yirmi kişi olduk mu kendimizi kalabalık sayardık. Ölüm kenti gibiydi. Bugünleri göreceğimizi düşünemezdik bile. Ama insanoğlu dayanıklı…” Caddede iniyorum, sağım solum cafe, kitapçı dükkânı, bir yerde bir Kürtçe türkü çalıyor, bir diğer yerde hip hop bir parça. Kendimi dördüncü katta şık bir kahveye atıyorum. Kahvenin sigara içilen bölümünde masalar dolu, tek başına oturan biri var, izin isteyip yanına oturuyorum. Doğma büyüme Vanlıymış, bir marketi var. “Bu memleketin toprağı suyu farklıdır” diyor. “Bir ara memlekette insan yok gibiydi, şimdi eskisinden daha fazla insan var. Batıya gidenler döndüler, yapamadılar, çünkü Batı onları aşağıladı. Bunu en derinden hissettiler. Ayrıca dünyanın neresinde ay ışığını sevgili kılmış bir başka göl var?” E Geçen yıl elektrik parası alınmadı, bu yıl alınacak indiğim araba beni hayatın normale döndüğü ana caddelerden geçirip, Van’ın göç aldığı mahallelere doğru götürüyor, az sonra gideceğimiz bölgedeki binaları yıkıldığı için bir konteynıra sığınan, Van’ın gözbebeği kilim atölyelerinin yöneticisi Enver Özkahraman’la buluşacağız. Depremden önce beş ayrı mahallede faaliyet gösteren kilim atölyelerinde çalışan kızların, deprem sırasındaki çabaları, soğukkanlılıkları, örgütlenme becerileri dillere destan. Az sonra onlarla birlikte olacağız ama şimdilik hikâyemizde beni oralara götüren şoförümüz var. Kafası iyice karışık, ona TOKİ evi çıkmış ama memnun değil. “Neden” diye soruyorum, “Bana zemin kat çıktı” diyor, “zemin katlar bodrum gibi, kötü olan bir de beşinci katlar var, orayı da ısıtmak mümkün değil. Orta katlar nedense kuraya tabi tutulmadı, sonra bir de baktık internetten, oraları bazıları tarafından kapılmış.” “Nasıl, torpil yapıldığını mı söylüyorsun?” “Elbette” diyor, “deprem sırasında olduğu gibi, yahu benim komşumun üç çadırı birden oldu. Ben bir çadır bile alamadım. Adımı yazdırmaya gittim, tam bir gün bekledim adımı yazmadılar. Ben ne yaptım, gittim çarşıdan branda aldım. Çıtalar kestirdim, kendimize bir çadır yaptım.” “Geçen kışı o çadırda mı geçirdiniz?” “Ya nerede geçirecektik? İçerde soba yaktık. Nöbetleşe uyuduk, biliyorsun, çadır yangınından çok kişi, özellikle de çocuklar öldü. Sobayı bir an bile nöbetçisiz bırakmadık.” “Bu yıl rahat edeceksiniz, öyle değil mi?” Bir an düşünceye dalıp, “belli değil, belki de o evi almam. Zaten kış geldi ne suyu bağlandı, ne doğalgazı, üstelik şehirden çok uzak.” “Bu ev size kaça mal oldu?” “İşte şimdi yaz, millet sanıyor ki TOKİ bu evleri bize bedavaya veriyor. Öyle bir şey yok. Çatır çatır parasını ödeyeceğiz. Ödeme iki yıl sonra başlayacak, ayda 300 TL. Yirmi yılda bitecek. Toplam 72 bin lira ödeyeceğiz. Az mı?” “Gene de şanslısınız” diyorum, “yıkılan evinizin yerine ne oldu?” “Öyle boş arsa duruyor.” “Ama arsa hâlâ sizin değil mi?” “Tabii benim” diye yanıtlıyor. “İlerde oraya ev yapılacak!” “Çoluk çocuk yaşadı” diyorum. “Boşver böyle yaşamayı” diyor, “komşumuz İrfan’ı her gördüğümde, ne mal mülk sevdası kalıyor bende ne yaşama isteği. Onun durumunu Allah düşmanıma vermesin. Kendi ve misafir gelen yeğeni tam o sırada bir başka misafiri karşılamak için evden dışarı çıkmışlar, birden yer sarsılmış ve ev içindekilerle birlikte adeta yok olmuş. Karısı, dört çocuğu ve evde misafir iki yeğeni öldüler. Şimdi dolanıp duruyor, ‘keşke ölseydim’ diye.” Şoförümüz, “Az sonra gideceğimiz yere varacağız” diyor, çevreme bakınmayı sürdürüyorum, soğuk ve ıslak bir Van günü, çevrede insan yok, sadece birbirine yaslanmış konteynırlar… Bacalardan duman tütmüyor. Çünkü konteynırlar elektrik sobasıyla ısınıyor. Geçen yıl elektrik bedavaydı ama bu yıl devlet elektrik parasını almayı planlıyormuş, bu konteyner başına 500 TL demek. Belli ki bu yıl da çocuklar soğuktan ölecek! Bu gerçek şimdiden Van’ın üstüne bir kâbus gibi çökmüş. B Enver Bey, yeni yapılan kilim atölyesinde işçilerle... (Fotoğraf: CEM TÜZÜN) Van’da bir kahraman! nver Özkahraman konteynırın kapısında karşılıyor beni. 2006 yılından beri görüşmedik, hiç değişmemiş. “Kusura bakma” diyor, “buradaki kilim atölyemizin binası depremde yıkıldı, konteynır biraz sıkışık”... Enver Bey, mükemmel Kürtçe konuşuyor, bir o kadar da Türkçe, 6 yıllık öğrencisi Fatma çayları getiriyor. “Görüşmeyeli çok şey oldu” diyor. “Felaketi anlatmama gerek yok ama kızlarımla çabuk toparlandık. Üçüncü gün sağlam kalmış binalarımızda işimize devam ettik.” “Başkalarından duydum” diyorum, “kızlar her işe koşmuşlar, mahallede yardımın dağılmasını üstlenmişler, insanları teselli etmişler ve öyle bir iştahla işlerine sarılmışlar ki, en çok kilimi geçen yıl satmışsınız”. Enver Bey, mütevazı bir gülümsemeyle bana bakıyor. Enver Bey, zorunlu sürgünle 2001 yılında Hakkâri’den göç etti. O yıllarda Enver Bey gibi binlerce insan, yaşadıkları sınır köyleri savaş nedeniyle boşaltılınca kendilerini Van’da buldular, en çok da Hakkâri’nin yalçın dağlarından geldiler. Hayvancılıkla geçinen bu insanların yapacak hiçbir işleri yoktu. Kadınları, kızları Türkçe bilmiyordu. O günlerde Enver Bey’in aklına Hakkâri’de başlattığı kızların eğitimine ve iş hayatına atılmalarına olanak sağlayan kilim atölyelerini burada da başlatmak geldi. İnatçı kişiliğiyle işe koyuldu, önceleri küçücük bir yerde beş tezgâhla işe başladı. Kızları atölyelere getirmek zordu, babaları, ağabeyleri mahalleden dışarı çıkmalarına bile izin vermiyorlardı. Enver Bey yılmadı, evlerin kapılarını tek tek çaldı, anlattı anlattı, öyle bir güven verdi ki, babalardan ağa Hayal mi, o da ne? YÜZDE 65’İNDE MADEN ARANIYOR Nöbetleşe uyuduk... E Boşver böyle yaşamayı... beylerden izin çıktı ve kızlar tek tük atölyelere gelip tezgâhların başına geçtiler. O tezgâhlarda, Enver Bey’in önlerine sunduğu, yüzlerce yıldır, her türlü acının, her türlü sevincin ifade edildiği muhteşem motifleri dokumaya başladılar. İşler giderek büyüdü ve devreye Hisar Anadolu Destek Derneği Robert Kolej mezunları girdi. Kızlar nakışın en güzelini dokurken onlar, satış işleriyle ilgilendiler ve öyle oldu ki, kilimler Amerika’ya kadar gitti. Enver Bey de dört dokumacısını yanına alarak Amerika’ya gitti. Fatma Amerika’ya gidenlerden biri, Amerika’dan önce Ankara’ya, İstanbul’a gitmiş ama Fatma Van’ı hiçbir yere değişmiyor, “Burasının suyu, toprağı gibisi yok” diyor. Fatma kentin 5 değişik bölgesinde çalışan 95 tezgâhlı atölyelerin bel kemiği. Fatma, hayatının sihirli bir değnekle değiştiğine inanıyor. Atölyenin kapısından girmeseymiş, şimdilerde evde çocukların peşinde koşan, artık yaşlı kabul edilen bir ev hanımı olacakmış ama şimdi üniversite sınavlarına hazırlanan bir genç kız. Günlerden bir gün Fatma ağlayarak atölyeye gelmiş, Enver Bey endişeli: “Ne oldu?” Fatma ağlayarak yanıtlamış: “Annem artık atölyeye gitmemi istemiyor, mahalleye gelen din sorumlusu bir bayan atölyeye gitmemem gerektiğini, bunun günah olduğunu söylemiş.” Enver Bey durur mu, bu sözleri söyleyen hanımı da tanıyor, hanımın kızı üniversiteye gidiyor. Doğru Fatma’nın babasına gitmiş ve kızının atölyeye gönderilmesini istemeyen kadının kızını üniversiteye gönderdiğini söylemiş. Baba şöyle bir bakmış, doğru o hanıma gitmiş, “Senin kızın üniversiteye gidiyor ses etmiyorsun, benim kızımın iş öğrenmesi mi günah?” demiş. Deyiş o deyiş, Fatma yolunu çizmiş. yeşili kalmadı LEVENT GENCELLİ Bursa’nın ‘Batı bizi aşağıladı’ BURSA Bursa’nın yüzölçümünün yüzde 65’ine maden arama ruhsatı verildi. 10 bin 900 kilometrekare olan Bursa yüzölçümünün 7 bin 126 kilometrekaresini maden ocakları kapladı. Maden ruhsatları öyle ilginç boyutlara ulaştı ki Nilüfer ilçesine bağlı Maksempınar Köyü’nde 18 maden açıldı. Kentin önemli su toplama alanlarından Nilüfer Havzası’nda maden ocaklarının oluşturduğu kirlilik ise Nilüfer ve Doğancı barajlarını tehdit ediyor. AKP Kestel İlçe Başkanı Nazif Aydın bile partisinin çalışmalarına tepki göstererek, “Ruhsat verilecek yerlerin belirlenmesinde ilgili kurumların yerel yönetimlerden ve akademik odalardan görüş almadan ve sadece belirli bölgelere ve aynı şahıs ve firmalara birden fazla ruhsat vermesi kamuoyu nezdinde düşündürücü bir hal almıştır” dedi. CHP İl Genel Meclisi Grup Başkanvekili olan Jeofizik Mühendisi Sabahattin Sesli de “Milli Park, orman alanları, su kaynakları özellikleri dikkate alınmadan ruhsat veriliyor. Son dönemde verilen 259 maden ve taşocağından sadece 4’ünün Çevre Etki Değerleme (ÇED) raporu var. 519 maden ruhsatı başvurusu izin için bekleniyor. İzin verilmesi durumunda il yüzölçümünün tamamı maden arama alanı olacak” diye konuştu. 519 ruhsat daha var... Yarın: Müteahhit de ortada yok ev de
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle