15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 4 ARALIK 2012 SALI GÖRÜŞ BÜLENT SERİM (*) AKP Adayı 12 Eylül 2010 referandumuyla kabul edilen değişiklikle anayasaya giren, TBMM’ye bağlı “kamu başdenetçiliği”ne, “AKP adayı”, AKP’nin oylarıyla seçilmiştir. Aslında seçim değil, bu bir atamadır. Böyle bir seçimle oluşturulan kurumdan tarafsız ve adil kararlar beklemek hayalciliktir. CHP Genel Başkan Yardımcısı Milletvekili Umut Oran, kamu başdenetçisi için “AKP temsilcisi” değerlendirmesi yapmıştır. “Yeni Türkiye”de sanki AKP’yi temsil etmeyen organ, kurum, kuruluş, asker, sivil kamu görevlisi, yargıç ve savcı kalmış gibi… Bir bakalım isterseniz: 324 çoğunluk nedeniyle AKP’nin istediğinden başka hiçbir işin yapılamadığı yasama... Ağustos 2007’den sonra 11. Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu birlikteliğinden doğan yürütme... 12 Eylül 2010 referandumundan sonra önemli bölümüyle yüksek yargı ve yargı, AKP oylarıyla seçilen 11. Cumhurbaşkanı... Cumhurbaşkanı ve TBMM’nin yaptığı seçimlerle oluşan yeni Anayasa Mahkemesi... Siyasetin doğrudan müdahalesiyle oluşturulan yeni HSYK... Kuruluş yasası değişikliği ve HSYK seçimleriyle yeniden yapılandırılan yeni Yargıtay ve yeni Danıştay... HSYK atamalarıyla önemli ve özel görevlere atanan yargıç ve savcılardan oluşan mahkemeler... Militan kadrolarla donatılan, örgüt yasaları tümüyle değiştirilen kamu kurum ve kuruluşları... Cumhurbaşkanı değişikliğinden sonra YÖK başkan ve üyelikleri ile rektörlük ve dekanlıklara yapılan atamalarla yeni YÖK ve üniversiteler... Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından yapılan atamalardan sonra Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu... Yasaları değiştirilerek siyasal kadrolarla doldurulan TÜBİTAK ve TÜBA... Atatürkçü, yurtsever oldukları ve ulusal çıkarları her şeyin üzerinde tutarak emperyalist güce karşı durdukları için tasfiye edilen çok değerli komutanlardan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri... Sendikaların, birliklerin, odaların kimileri, hatta Futbol Federasyonu... Bertaraf olmaktan korkan işadamları... Korkutulup sindirilen medya... AKP temsilcisi değil midir? Bunlar “Yeni Türkiye”nin “yeni” kurumlarını oluşturmuyor mu? İşte “parti devleti” tam da budur. Eğer parti devletinde tek lider egemense, bunun adı diktatörlüktür. Eğer bu İslam ülkesinde oluyorsa sultanlık ya da padişahlık söz konusudur. Başkanlık sistemi de, yaratılan bu düzeni yasallaştırmak ve kalıcı kılmak içindir. * Emekli Anayasa Mahkemesi Genel Sekreteri Savaşa Girme Kararının Gerekçesi ve Ölçüsü Beşşar Esad, yurdumuzun bütünlüğünü, ulusumuzun varlığını ve bağımsızlığını tehdit etti mi? “Öldüreceğiz” diye ulusumuza ve vatanımıza saldırdı mı? Bu soruların yanıtı “evet” ise savaşa girelim, “hayır” ise emperyal güçlerin tuzağına düşmeyelim! Doç. Dr. Necati Ulunay UCUZSATAR atriot füzelerini aldık. Şimdi bir düşünelim! 24 Temmuz 1923’te kendisini dünyaya hür ve bağımsız bir devlet olarak onaylatmasından beri, bilinçli ya da bilinçsiz hataları saymazsak; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dış politikası, Atatürk’ün jeopolitiği olan 28 Ocak 1920 tarihli “Ulusal Ant (Misakımilli)” esaslarının ortaya koyduğu prensiplerle yürütüldü. Buna “Milli Siyaset” ve yazılımlı haline de “Milli Siyaset Belgesi” denir. Ve bu belge tümüyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin saptayacağı askeri stratejinin de esasını oluşturur. Tarihi derinliğine bakıldığında, emperyal güçlerin hedef ülkede amacına ulaşmak ve kendi istilacı ordularının işini kolaylaştırmak üzere çeşitli taktik, teknik ve tahriklerle kendi yanlarına çektikleri bir kısım ulusları maşa olarak kullandıkları görülür. 19141918 Birinci Dünya Savaşı’nda, Çanakkale cephesinde, Avustralyalılar ve Hint Müslümanları; Ortadoğu’da Hicaz, Asir, Yemen ve Kanal cepheleri ile Suriye ve Irak topraklarından Anadolu’ya yönelik saldırılarda bölge aşiretleri ve Araplar; 19191922 “Milli Mücadele” döneminde Ermeniler ve Yunanlılar; 19971999 sürecinde BosnaHersek’te hortlatılan soykırımda Sırplar böyledir. Son bin yıllık tarihinde imparatorluğa sadakat içinde olan Arap toplumunu Osmanlı’ya düşman eden ve ardından vurulmasını sağlayan böylesine stratejik P plan; 1970’li yıllardan beri Türkiye’yi ve Türk ulusunu Sovyet Birliği’nin dağılmasıyla tarihin kendisine büyük atılım fırsatları sunduğu bir dönemde, tümüyle yalnızlık bataklığına sürükleyecek ve onu ancak yarıdiri veya yarıölü bir durumda emperyal güçlere bağımlı bir şekilde yaşatacak önlemler peşinde koşmaktadır. ABD ve İngiltere’nin strateji uzmanlarının araştırma ve yorumlarına göre , önümüzdeki beş yüz yılda, Avrasya’da, süper güç olabilme potansiyeli bulunan tek ülke Türkiye’dir. Bu yargı, aleyhimize yürütülen planın nedenini açıklamaktadır. Türkiye, Ortadoğu’da mutlaka sıcak bir savaşa itilmek ve kuşatılmak istenmektedir. Türkiye’nin coğrafyası, jeopolitik bakımdan tek yönlü bağımlı bir siyaseti değil; çok yönlü bağımsız bir siyaseti zorunlu kılar. Bu nedenle devletimizin kuruluşunda, “tam bağımsızlık”, Atatürk tarafından yaşamamızın esası olarak ortaya konmuş ve gerçekleştirilmiştir. “Yurtta barış dünyada barış” ilkesiyle insanlığa ışık tutmaya devam eden Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti için savaşın ölçüsünü ve alınacak savaş kararının gerekçelerini 1919–1923 sürecindeki Meclis konuşmalarıyla söyle belirledi: “1. Bizi yok etmek düşüncesi karşısında, varlığımızı silahla korumak ve savunmak çok doğaldır. Bundan başka doğal ve daha haklı bir hareket olamaz. 2. Gerçekte bütün amacımız bu milli sınırlar içindeki milletimizin rahatını, refahını ve bu milli sınırlar ile belirlenmiş vatanımızın bütünlüğünü korumaktan ibarettir. 3. Milletin bağımsızlığı tehlikeye girdiği zaman millet, ordularını kendi toplar ve yalnız bir hareket tarzı kabul eder; o da kurtuluş uğrunda sonuna kadar kanını dökmek. 4. Mutlaka şu ve bu sebepler için, milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zorunlu ve hayati olmalı. Gerçek kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı, ‘Ölmeyeceğiz’ diye harbe girebiliriz. Ama milletin hayatı tehlikeye düşmedikçe, harp bir cinayettir.” Soralım: Beşşar Esad, yurdumuzun bütünlüğünü, ulusumuzun varlığını ve bağımsızlığını tehdit etti mi? “Öldüreceğiz” diye ulusumuza ve vatanımıza saldırdı mı? Bu soruların yanıtı “evet” ise savaşa girelim, “hayır” ise emperyal güçlerin tuzağına düşmeyelim! Hükümetimizin şimdiye kadar yürüttüğü çabalarda olduğu gibi, Atatürk’ün şu politikasına kulak verelim ve aynı yönde uygulamayı sürdürelim. “Cumhuriyet hükümeti… bir yandan, ulusal koruma gücünü pekiştirmeye çalışırken, bir yandan da barışın sarsılmaması için, ulusların birlikte çalışmasına umut veren yoldan ayrılmamak uğrunda elinden geleni esirgememiştir.” (1934) “Olaylar, Türk milletine, iki önemli kuralı yeniden hatırlatıyor: Yurdumuzu ve haklarımızı savunacak kuvvette olmak… Barışı koruyacak uluslararası çalışma birliğine önem vermek…” (1935) Unutmayalım. Savaş bir kez başladı mı, kendi kurallarına göre yürür. Yaşanacak olanlar ve sonuçları önceden kestirilmez! Darbeleri Karıştırma Komisyonu... Darbeleri Araştırma Komisyonu kurdular... Aileden sorumlu kadın bakanı da komisyona başkan yaptılar. Aileden sorumlu bakan olunca “Yani aile en mübarektir hakikaten” demişti... Kocasını boşadı... Bu kez başladı darbeleri karıştırmaya... ? Sisi’yi çağırıp sordular: “Darbe işlerini yapan bir numara kim?..” Sisi “Bir numara Allah’tan başkası değil” dedi... ? Arkasından 12 Eylül darbecilerin imzası ile Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Celal Güzel’i çağırıp sordular... O da “Neydi o darbe öyle...” diye yapanlara kızdı... ? Sıra geldi medya patronlarına... Mehmet Emin Karamehmet “Beni medyanın içine ittiler” derken... Dinç Bilgin ise “Beni medyanın dışına ittiler” diye yakındı... Ne içi ne dışı, ortada durabilen patronlar ise AKP döneminde bizleri nasıl kovduklarını anlattılar, üyeler alkışladı... ? Televizyonda o sırada: Yaşlı ve hasta oldukları için mahkemeye getirilemeyen Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya’nın görüntüleri ekranlarla mahkeme salonuna verildi... Yönetmen “Motor...” emrini verdi, kameraman “Giriyorum İhsan Abi” dedi... Girdiler, ikisi de uyudu... Bu sefer ölü generali mahkemeye çağırdılar... Ee gelemedi... Gizli tanıkların kendileri orada adları yoktu, bunun adı vardı, kendisi yoktu... ? En iyisi darbecilerin mal varlıklarına baktı karıştırma komisyonu... Sedat Celasun’un 224 dairesi olduğu, araştırma ve incelemelerden sonra anlaşıldı... İyice rezil olsunlar diye medyaya verdiler, 224 daire sahibi eski general manşet oldu... Gidip baktılar, 224 daire askeri lojman çıktı... ? Bir başka generalin gelini üzerine gözüken 169 yazlık... Bodrum’da “deniz manzaralı” diyeceğim... Paşa’nın kızı açıklama yaptı: “O bizim kapı numaramız...” “16/9 daire” yazacaklarına karıştırıp aradaki bölü çizgisini koymamışlar “169 daire” olmuş... ? Komisyon Başkanı bayan tüm bu araştırmalar bitince “Uuu huhu huhuhu...” diyerek görüşünü açıkladı... ? Bir tek halka sormadılar: “Darbeler nasıl oldu?..” Meydanları hınca hınç doldurup darbecileri deli gibi alkışlayan... Yüzde 92 ile darbeye “evet” diyen oydu çünkü... En iyi o bilir ne de olsa... Berkol’un Kütüphanesinde… eş yıl önce Isparta’da bir uçak düşmüş, Süleyman Demirel Üniversitesi’nde yapılacak bir çalıştaya katılmak için İstanbul’dan yola çıkan Türkiye’nin en önde gelen fizikçilerinden olan Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Engin Arık, araştırma görevlisi Özgen Berkol Doğan, yüksek lisans öğrencisi Engin Abat ile Doğuş Üniversitesi’nden Prof. Dr. Şenel Fatma Boydağ, Doç. Dr. İskender Hikmet ve araştırma görevlisi Mustafa Fidan kazada hayatını kaybetmişti. Bu kaza herkesin belleğine bir mıh gibi çakıldı. Onları yitirmenin acısı yalnızca ailelerinin değil, Türkiye’nin de acısı oldu. Yaşamını yitirenlerden 1980 doğumlu Özgen Berkol Doğan’ın babası Prof. Dr. Nevzat Doğan, oğlunun adını yaşatmak için cumartesi günü ‘Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi’ni okura açtı. Cumhuriyet’ten Ülkü Tamer, Hürriyet’ten Doğan Hızlan köşelerinde yazmışlardı. Berkol, oğlumun Boğaziçi’nden arkadaşıydı. Açılışta oradaydım. Hüzünlü bir açılıştı. B Hikmet ALTINKAYNAK Hüznü yaşadım. Açılışa gelenler gibi ben de kitaplığımdan birkaç kitap armağan ettim. Doğan Hızlan, Refik Durbaş oradaydı. Nevzat Doğan’ın dostlarının biri gelip biri gidiyordu, herkesin onunla kenetlenmiş olduğunu gördüm. Doğan’ın öğrencileri, bilim insanları, Berkol’un arkadaşları hep oradaydı. Berkol tango tutkunuydu. Okulu Robert Koleji onun adıyla her yıl liselerarası bir dans festivali yapmaya başladı. Afişleri duvarda asılı. Ailesi her yıl biri Boğaziçi, diğeri Süleyman Demirel Üniversitesi’nden iki öğrenciye burs veriyor. Berkol’un kütüphanesi, Kadıköy’de Moda Caddesi’nin başlangıcında üç odadan oluşan küçük bir dairede açıldı. Nevzat Doğan, “Dünyada benzeri yok. Hangi dilden olursa olsun, bilimkurgu kitaplarını topluyoruz” dedi. Berkol’un Türkçeye çevirdiği, İthaki Yayınları’ndan çıkan üç çeviri kitabı, özel bir köşede. Kütüphane, sanki karanlığa açılan bir pencere gibi. Nevzat Bey, kütüphanedeki kitap sayısının 4500, ama kataloğa girmeyen yeni kitaplar olduğunu söyledi, “Bu sayı her gün artıyor” dedi. Bilimkurgu olmayan kitaplar da vardı. Her yerden kitap bağışı geliyor, bununsa onu mutlu ettiği görülüyordu. Elbette bu kadar kitap için bu küçük daire yetmezdi. Ama ilk adımdı. Anımsayın, Harvard Üniversitesi’ni kuran John Harvard (16071638), 30 yaşında hayata gözlerini yummadan 400 kitabını yönettiği bu okula bağışlamıştı. Sonra okulun adı değiştirilmiş ve Harvard Üniversitesi doğmuştu. Bugün Harvard, 15 milyon kitapla dünyanın beşinci büyük kütüphanesine sahip, üniversite olaraksa en önde. Bahçesinde bulunan John Harvard heykelinin sol ayakkabısına şans getirmesi için her gün yüzlerce kişi elini sürme yarışında! Umuyor ve diliyorum ki Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi de bir gün çok gelişir ve bu kütüphaneden de bir üniversite doğar. Çünkü toplumun bilime, bilim insanına gereksinimi var. Gerçi hükümet, baskıyla üniversiteleri susturuyor, fizik bölümleri kapanıyor, ama bu ne kadar sürebilir ki... Bilimin gelişimini bugüne kadar kim durdurabilmiş ki bu çağda durdurulabilsin! Dünyanın en büyük araştırma kuruluşu olan CERN’e 70 milyon lira bulamayan hükümet, bir yandan da dünyanın 17. büyük ekonomisine sahibiz diye övünmüyor mu, helal olsun! Bu uçak kazasında ölen Engin Arık, Türkiye’nin, dünyanın en büyük nükleer araştırma merkezi CERN’e tam üye olabilmesi için 40 yıl uğraşmış, bunu göremeden gözlerini bu kazada yummuştu. Hayaline kavuşamadı, gözleri açık gitti. Arık ve Doğan, CERN’deki çalışmalarda hem veri analizi hem de deney hazırlama ve uygulama aşamasında aktif olarak yer almıştı. Berkol adı yaşayacak. Yaşamalı. Dans festivali, burs devam etmeli. Belki bir de edebiyatımızda hiç olmayan kurgubilim öykü ödülü ya da roman ödülü verilebilir. Merhaba Sevgili Berkol! Seni, edebiyatı ve bilimi sevenler olarak hepimiz kütüphanendeyiz, seni özlüyoruz, hiç unutmayacağız... (Kütüphane için iletişim: Prof. Dr. Nevzat Doğan, 0532 233 86 13, [email protected]) itap fuarları bir ülkenin kültürsanat dünyasının aynasıdır. 1981 yılından bu yana, TÜYAP’ın (Tüm Fuarcılık AŞ) İstanbulTepebaşı’ndan başlatıp Beylikdüzü’nde sürdürdüğü kitap fuarı, diğer illerimizde, İzmir, Ankara, Bursa vb. kendini gösteriyor ve gittikçe başka illerimize de yayılıyor. İstanbul 31. Kitap Fuarı’na (1725 Kasım 2012) 600 yayınevi katılırken 200 etkinlik düzenlenmesi de sevindiricidir. Etkinlikler, genellikle o yıl fuarda belirlenen konu çerçevesinde oluşturuluyor. Bu yılın konusu: “Çocukluğum Yurdumdur: Çocuk ve Gençlik Edebiyatı”ydı. Birkaç söyleşi etkinliğinin konusu şöyleydi: “Çocuk ve Gençlik Edebiyatında K İstanbul 31. Kitap Fuarı Hasan AKARSU Yaşamdan İzdüşümler”, “Çocuk Gelişiminde Öykülerin Önemi”, “Hollandalı Yazar Joke van Leeuwen Çocuklarla Buluşuyor”, “Yaratıcı Okuma Nasıl Yapılır?” vb. Hollanda’nın Konuk Ülke olarak katıldığı fuarın Onur Yazarı Gülten Dayıoğlu’ydu. Öğretmenlikten gelen yazarımız, çocuk yazınında kendisini kanıtlamıştı. Yaşamöyküsünün yer aldığı sergi (Bir Yaşamış, Bir Yaz mış) ilgiyle izlendi. Dünya Yazarlar Birliği (PEN), tutuklu yazarlarımıza sahip çıkmak için fuara katıldı. Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Soner Yalçın vb. yazarlarımız adına imza günü düzenlenmesi fuarın anlamlı diğer yönüydü. 22. Uluslararası İstanbul Sanat Fuarı da aynı ilgiyle izlendi. Bu yılki Sanatçı Onur Ödülü Prof. Rahmi Aksungur’a verildi. Onlarca resim sergisini gezenler, diğer salonlarda kitaplarla ve yazarlarıyla buluşanlar, sanatı solumanın mutluluğunu yaşadılar. Kültürle, sanatla güzelleşen bir Türkiye yaratmak umuduyla yaşamak güzeldir. Bu yolda katkısı olanlara ne mutlu.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle