16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 20 ARALIK 2012 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Osmanlı’nın Muhteşem Yüzyılları Batı’nın Kanuni Süleyman’da gördüğü “ihtişam” Sultan’ın kişiliği değil, devletin zirveye varan rakipsiz gücüydü. Duraklama ve çöküş işte o zirvede, devletin ölümsüz olduğu yanılsamasıyla başladı. Hanların hanı, şahların şahı, dünyanın ölümsüz imparatoru hakan, Françeska Kralı’nı kurtarmayı denedi ama kendi kaderini değiştiremedi. Bozkurt GÜVENÇ M uhteşem imparatorluklar birer ikişer dağılır yıkılır; kendileri gider, adları tarihe yadigar kalır. Tarihçi İbn Khaldun, devletlerle medeniyetlerin canlılar gibi doğup büyüdüğünü ve çöküp dağıldığını söyler. Uzakdoğu’nun Çeng (Çin) İmparatorluğu’ndan Mısır’a, Persler’e, Roma’ya, İslama, Cengiz Han’a, Bizans’a, “Üzerinde güneş batmayan” Büyük Britanya’dan dünya varoldukça yaşayacağına inanılan “ebedi devlet” Osmanlı’ya hepsi yıkıldı. Sovyetler Birliği kendiliğinden dağıldı, ABD’nin günleri değilse bile yılları sayılı görünüyor. Dünyamız, büyük ve güçlü devletlere belki dar belki büyük geliyor. Nedenleri, BBC’nin yayındaki Dünya Tarihi’nde izlendiği gibi çok farklı olsa da sonuç sanki hiç değişmiyor; bu tarih dersi geçerliğini günümüzde de sürdürüyor. Okul tarih kitaplarında, Osmanlı Devleti’nin neden gerilediği sorusu, “Kimi sultanlarımızın hasta ve de li olmaları, at sırtında elde kılıç, ‘dar’ül harbi’ fethe çıkacaklarına, sarayda zevk ve sefaya dalmalarıyla” açıklanırdı. Kuşkusuz öyleleri de vardı ama hepsi öyle miydi? Batı’nın Kanuni Süleyman’da gördüğü “ihtişam” Sultan’ın kişiliği değil, devletin zirveye varan rakipsiz gücüydü. Duraklama ve çöküş işte o zirvede, devleti ölümsüz olduğu yanılsamayla başladı. Hanların hanı, şahların şahı dünya ölümsüz imparatoru hakan, Françeska Kralı’nı kurtarmayı denedi ama kendi kaderini değiştiremedi. Bin atlı akınlar ve at sırtında fatihler Ozanımız, “bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” dizeleriyle o mutlu çağların özlemini dile getirmişti; ama Doğu’nun büyük bilgeleri, “Ülkeler at sırtında kılıçla fethedilir ama yönetilemez!” demişlerdi. Neden? Tarih felsefesinin iman mı akıl mı, güç mü hukuk mu, özgürlük mü özerklik mi, savaş mı barış mı tartışmalarına gir meden, hemen hatırlayalım ki atlı göçebeler ve askeri fetihler çağı sona ermiş görünüyor. Güçlüler, küçülen “dünya köyü”nde diledikleri gibi at koşturamıyor artık. Ülkeler günümüzde roketlerle işgal ediliyor da helikopterle tahliye edilemiyor. Devir devran değişti. Savaş kolay, barış zorlaştı. “Medeniyetler çatışması” dünyayı korkuttu ama sindiremedi. Yükselen barış cephesi, “savaşa hayır” diyor. Erkek egemen dünyanın kadınları uyandı ve Tanrı adına insanlığı yönetmeye kalkanlara hak, hukuk, özgürlük ve insanlık adına sömürnüye “hayır” diyor. Küreselleşen dünyanın ve iletişim devriminin görülen hedefi refah toplumu olmadı ama belki barış ve özgürlük olabilir. Güçlü yöneticilerin güçsüzleri yönettiği bir toplumda, güçlü efendilerin kullarından daha mutlu olmadığı biliniyor. En otoriter olandan en demokratik ve en liberal topluma, siyasal iktidarın temelinde güç değil halk desteği, hak ve hukuk var. Ata yadigarı “Adalet mülkün temelidir” sözü bugün de geçerli; yalnız malmük için değil, hepsinin dayanağı olan devlet varlığı için. Birey için sağlık ne ise toplum içinde en yüce devlet, adalettir. AnadoluTürk hümanizmasının –insanlık idealinin– sözcülerinden, Mevlana Celaleddin Rumi ünlü dörtlüğünde aynı görüşü şöyle aktarmış günümüze: “Dünle beraber gitti, cancağızım neler varsa düne ait, şimdi, yeni şeyler söylemek lazım!” Kahraman atalarımızın, at binip kılıç kuşanarak dünyayı fethetmelerini bilmez, küçümser değilim. Ancak at ve kılıçla fethettiğimiz o dünya geçmişte kaldı. At sırtında kılıçla fethettiğimiz Rumeli’ye veda edişimizin ibret verici öyküsü ekranlarımızda. Günümüzün dünyası, dinle imanla değil, teknoloji, ideolojik eğitim ve emir kulu medya ile yönetiliyor. Atalarımızın muhteşem başarılarını unutmayalım, yaşatalım; ama selatin camilerinin minare/şerefe sayısıyla değil, yüzyıllar sonra saygıyla anılacak sanat eserleri yaratarak. Rasathaneyi topa tutarak değil, bilimi, sanatı ve felsefeyi yasaklayıp üniversiteyi medreseye dönüştürüp çağdaş ülkelerden “müneccim” ithal ederek; selameti, “maneviyat bakanlığı”nda arayarak değil. Sönen “asker ocağı”nın, Mısır Hidivi karşısındaki yenilgilerini, meşrutiyetçi Mithat Paşa’nın düzmece yargılamasını ve infazını, özetle, “Osmanlı’nın –geçmek bilmeyen– en uzun yüzyılı”nı unutmadan... Ölü Kovalamaca... Elin ölüleri bu kadar gezmez... Diyelim ki Özal... Ne zaman televizyonu açsam askerlerin omzunda gidiyor... Adli Tıp, TÜBİTAK, Cumhurbaşkanlığı Denetleme Kurulu, savcılık, oradan TBMM Araştırma Komisyonu... Bırakmadılar yatsın... H Uçağa binenler bile oldu... 27 Mayıs’ın ertesi sabahı mezarına giden müritleri Said Nursi’nin çıkıp gitmiş olduğunu gördüler... Bir rivayete göre Akdeniz üzerindeyken bu sefer denize atladı... H 27 Mayıs’ın liderlerinden 4’üncü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ölünce Anıtkabir içindeki devrim şehitleri kısmına gömüldü... 20 sene kadar sonra “Yanlış yere gömdük” dediler... 1988’de çıkartıldı... Devlet mezarlığına geçti... H Yani gömüldüğü yerde yatan yok... Neyse ki Ecevit... Devlet Mezarlığı’na gömüldükten sonra “burası iyi değil” diye tutturdular, başka bir yer bulundu, arazi tahsisi yapıldı, proje çizildi... Tam gidecekti... Zor tuttular... H Menderes... Zorlu... Polatkan... Önce cenazelerinin gitmesine izin verilmedi... İmralı’ya götürüldüler... 24 yıl sonra oradan alınıp Truva gemisine bindirildiler... Asıldıkları gün başını kaldırmayan on binlerin katılımıyla Vatan Caddesi’ndeki anıt mezara geldiler... H Nâzım... Kurban olurum... Belki milletini iyi tanıdığı için kendisi “vasiyet” yazmıştı: “Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü, ölürsem kurtuluştan önce yani, alıp götürün Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni...” H Tüm bunlar niçin?.. Bir memlekete sinmiş ikiyüzlülüklerin, kaypaklıkların, ihanetlerin, yalakalıkların, dönekliklerin, düzenbazlıkların mezarlara yansımasıdır... Kaypak kafa sindikçe, korktukça... Ya da devir değişip de şarlatanlığı tuttukça... Yaşayanlar yetmez, ölüleri oradan oraya taşırlar... Duruma göre... H Gezen mezarlar, içindekileri değil, bir tıyneti anlatır bize... Ölülere bile uzanır hinlik... Rahat bırakmazlar, rahmetli yerinde dursun...... Gezip durur... Bırakmıyorlar, bari ölenler kurtulsun... Öyleyse n’apalım? İslamiyeti bilmedikleri gerekçesiyle ülkücü Platon’u, gerçekçi Aristoteles’i küçümseyip Hegel’in diyalektik tarih felsefesini, doğabilimci Darwin’in evrim kuramını “metafizik” olarak dışlamadan, siyasal bilimci Marx’ın yabancılaşma kuramını (komünizm diye) tarihe gömmeden... N’apalım? Tarih öncesinden günümüze etik felsefenin izlediği ve önerdiği en yüce erdem“kendini bilmek”tir. Sen “kendini [haddini] bil’mez isen bu nasıl okumaktır?” Ey insan, dön kendine ve sor, sen kendini bilmeden, ötekini nasıl yargılarsın? Beğensek de beğenmesek de bildik dünyanın sona erdiğini izliyor ve seziyoruz. Bilemediğimiz gelecek, yaygın kaygılara yol açıyor. Ben de bilmiyorum ve kaygılıyım. Sokrates de “tek bildiğim, bilmediğimdir” demişti. O günden bugüne, bilemediğimiz bir geleceği inşa ettiğimizi öğreniyoruz. Bilgin ve bilge Einstein da bilmiyordu ama insanlığı uyarmıştı: “Layık olduğumuz ya da hak ettiğimiz bir geleceği inşa ediyoruz!” Işığa Götüren Sözcük… Nusret ERTÜRK ‘Kuşku’ sözcüğü, sözlüğümüzde neden var? Ortalıkta, karanlık konular oldukça, ‘kuşku’ da orada duracaktır. Perdeleri aralamayı, ödünsüz bekleyecektir. Bilimin ilk adımı kuşku duymadır. Her şey ondan sonra gelir. Kuşku duymayanlar ise yerinde sayar. İnsanları ikiye ayırabiliriz: Kuşku duyanlar, kuşku duymayanlar… Kuşkudan kimler korkuyor? İnsanların düşünmesini istemeyenler. Nasıl olsa kendileri onların yerine düşünüyor! Toplum dan bir şeyleri saklayanlar kuşkudan korkarlar. Ondandır eğitimle ilgili 4+4+4 yasası tartışılmadan vatandaşın önüne konuldu. Halkı yakından ilgilendiren tasarılar, nedense hep sabaha karşı yasalaşıyor. Büyükşehir yasası da akıl almaz eklemelerle öyle çıkmadı mı? Sabah kalkınca, beldel erinin ellerinden alınmış olduğunu gördüler. Şimdi onlar, başka bir ilçenin insanları. Gözlerden kaçırılıyor. Bilinmesin, kuşku uyandırmasın isteniyor. Peki sonra ne? “Büyüklerimiz iyi bilir.” Bilimde, sanatta, her alanda önde gelenlere bakınız. Onlar, kuşkuya kapı açanlar arasından çıkmıştır. Tevfik Fikret , “Şüphe, nura doğru koşmaktır” sözünü boşuna mı söylemiştir? Yaşanan bunca haksızlıklara, acılara karşın kuşku duymayan… İşte, insanı en çok acıtan… Son yıllarda, kadına her türlü baskının yanında kadın iş yaşamından çekiliyor, eve kapatılıyor. Yargıtay’a yüz altmış yeni üye seçildi. Sadece üçü kadındı! Kadınerkek eşitliğine bakınız. Milletvekili ağzıyla konuşulursa, “Büyüklerim bilir!” mi denecek? Sizin aklınız alır mı? “Bunun altında ne var” sorusu uyanmaz mı?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle