16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 15 ARALIK 2012 CUMARTESİ [email protected] 16 KÜLTÜR 86. yaşını kutlayan Adnan Çoker’in ‘Minimal Simetri III’ sergisi Kare Sanat Galerisi’nde Soyut sanatın ustası ÖZLEM İNAY ERTEN MücapAdileSelim Cyrano de Bergerac denilince aklıma ilk gelen ad Mücap Ofluoğlu olur. Sabri Esat Siyavuşgil’in Edmond Rostand’dan aktardığı dizeleri az dinlememiştim ondan. Sadece sahnede değil, sohbetlerimizde de. Yaşamı boyunca tiyatroyu yaşadı Mücap. Ne zaman buluşsak hep tiyatrodan söz ederdi. Kanına, canına, iliklerine işlemişti tiyatro. Usta oyuncuydu. Belki de tiyatronun en güç dalı olan komedide doruklara tırmanmıştı. Muhsin Ertuğrul’un Küçük Sahne’sinde başlayan serüveni kendi Küçük Sahne’sinde noktalandı... diyeceğim ama diyemiyorum. Çünkü daha sonra da kendi içinde hep sürdürdü o serüveni. Şiirlerini, yazılarını, kitaplarını unutmuyorum elbette. Anılarını uzun süre elimden düşürememiştim. Ama ille tiyatro. Kırkıncı sanat yılında onun için bir dörtlük yazmıştım: Perdesinin önü alkış Alkış değil bu bir yokuş Yüceleri aşıp geldi Kırk kanatlı kırkıncı kuş Sevgili Mücap o kırk kanadına daha nice kanatlar ekleyerek uçtu gitti. ??? Yine geçen hafta Adile Abla’yla Selim’i de andık. Adile Naşit’le Selim Naşit’i. Onları gülümseyerek anmak yaraşır diye düşünüyorum. Öyle yapacağım. Birer anıyı aktararak. İlki Gazanfer Özcan’ın ağzından: Zincirlikuyu’da oynuyoruz. Oyundan önce makyaj odalarımızdayız. Bir ara Adile Naşit kapıdan başını uzatıp, “Saat kaç?” diye sordu. Saat yediyi çeyrek geçiyordu. Gönül (Ülkü), yanlışlıkla “Sekizi çeyrek geçiyor” dedi. Adile, “Eyvah!” diye bağırdı. “Oyuna 45 dakika var. Daha makyaja oturmadım!” Kaşla göz arasında bütün arkadaşlar saatlerini birer saat ileri aldılar. Hepimiz, oyuna sanki gerçekten 45 dakika varmış gibi makyajlarımızı yapmaya başladık. Adile’nin makyajını hep ben yapardım. Kendisi yapamazdı. İki dakikada bir odamıza geliyor, “Gazanfer Bey, makyajımı yapın” diye tutturuyordu. Sonunda karşıma oturttum onu. Ağır ağır makyajını yapmaya başladım. Birinci zil verildiğinde makyaj bitmemişti. İkinci, üçüncü ziller verildiğinde de... Adile’nin yüzünün yarısına makyaj yaptım. Perde açıldı. Ağlamaklı bir sesle, “Şimdi ne yapacağım? Makyajım bitmedi” dedi Adile. “Sen de profilden oynarsın” dedim. Adile kendini öyle sahneye attı. Biz hepimiz, sanki salonda seyirci varmış gibi ciddi ciddi oynuyorduk. Spotlar yandığı için salonu göremiyorduk tabii. Bir süre oynadık. Sonunda salondan yer göstericilerin kahkahaları yükseldi. Adile işi anladı. Ama olan olmuştu... ??? İkincisini Selim anlatıyor: Azak’ta Şöminedeki Ceset’i oynuyoruz. Ben hem oynuyorum hem aksesuvarlara bakıyorum. Ölüden korkarım ben. Oyunda ceset olarak kullandığımız bir manken vardı; o bile ürpertirdi beni. Oyun başlamadan önce mankeni sahne arkasındaki yarı karanlıktan çıkarırdım. Benim için en sıkıntılı andı o. Bir akşam Gazanfer Bey, mankenin ağzına ufacık bir hoparlör yerleştirmiş. Hoparlörü de incecik bir kabloyla makyaj odasındaki mikrofona bağlamış. Benim haberim yok tabii. Mankeni alıp sahneye götürmek için oyundan önce kulise girdim. Yarı karanlıkta yanına yaklaştım. Tam elimi uzatmıştım ki, mankenden bir ses: “Dokunma bana!” Gerisini ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Zaten hatırlayan kim! Bayılmışım. Türkiye’de soyut sanatın ustalarından Adnan Çoker’in “Minimal Simetri III” adlı sergisi, espas olgusunu resminin ana sorunsallarından biri haline getiren sanatçının yıllar içindeki arayışları, deneyleri ve geri dönüşlerinin de simgesi niteliğinde. Farklı kuşaklardan birçok sanatseverin resimlerine aşina olduğu, 86 yaşında bile resme tutkuyla bağlı olan Çoker’in, Kare Sanat Galerisi’ndeki sergisinin açılışı, sanatçının öğrencilerinden, Nazan İpşiroğlu gibi sanat dünyamızın duayenlerine kadar pek çok ismi ağırladı. Bu büyük ilginin ve sanatçının bu derece tanınırlığının nedeni ise onun uzun yaşamından çok yaptıklarında gizliydi. Çoker’in yaşamına baktığımızda, Türkiye’de soyut sanatın ilk uygulayıcılarından olan sanatçının Çallı Kuşağı ile D Grubu çekişmeleri, Akademi yangını, soyut figür tartışmaları gibi neredeyse Türk resim sanatının geçirdiği bütün değişimlere tanık olduğunu ve adeta sanatımızın belleği haline geldiğini görüyoruz. Öğrencileri tarafından bugün dahi anlatılan eğitimci kişiliği ise Akademi’nin efsane hocalarından Çoker’in başka bir yönünü anlamamızı sağlıyor. Türkiye’deki öncü girişimleri ve Bizans, Selçuklu ve Osmanlı Ç oker, Bizans, Selçuklu, Osmanlı mimarisine ait formlar ve renklerle siyah zeminli resimlerini birleştirdiği soyut geometrik resimleriyle sanat tarihinde farklı bir yer edindi. “Minimal Simetri III” sergisi birçok kuşağın birlikte büyüdüğü Çoker’in sanatında geldiği noktayı göstermesi açısından önem taşıyor. mimarisine ait formlar ve renklerle siyah zeminli resimlerini birleştirdiği soyut geometrik resimleriyle sanat tarihinde farklı bir yer edinen sanatçının “Minimal Simetri III” sergisi birçok kuşağın birlikte büyüdüğü Çoker’in sanatında geldiği noktayı göstermesi açısından önem taşıyor. Sergide yer alan “KöprüDa Vinci’ye Saygı” isimli resim Çoker’in “Malevich’e Saygı”, “Sinan’a Saygı” gibi sanat tarihinin diğer ustalarına gönderme yaptığı daha önceki yapıtlarını da anımsatan, geçmişle bugünü birleştiren bir köprü niteliğinde. 100x400 cm’lik boyutlarıyla alışılmış tuval boyutlarının da dışına çıkan resim, İstanbul’a yapılacak üçüncü köprü tartışmaları süredursun, II. Bayezid zamanında İstanbul’a bir köprü projesi tasarladığı, ama bunu gerçekleştirme olanağı bulamadığı bilinen Leonardo da Vinci’ye göndermede bulunan Çoker’in zekice bir ironi yapmış olabileceğini akla getiriyor. Sergide yer alan retrospektif serisinden resimler ise Çoker’in resim hayatı boyunca ortaya koyduğu kurgusal bütünlüğü tek bir yapıtta toplaması açısından önem taşırken, “Minimal Simetri IV” isimli yapıt, 1975 yılında “Açık Simetri II” isimli resimle başlayan ışıklı şeritlerin giderek tuvalin yanlarına kaymasıyla ilerleyen sürecin sonunda tuval yüzeyinin tamamen siyaha bürünmesi ve ışıklı şeritlerin resmin dış yanlarına taşmasıyla sonuçlanan bir süreci yansıtıyor. Sergiyi gezerken Adnan Çoker’in resimlerini yorumlayabilmenin yolu sanatçının yaşamöyküsünü bilmenin yanı sıra biraz da onun disiplinli ve titiz yapısını tanımak, müzikten sinemaya değin uzanan geniş ilgi alanlarını bilmek ve sanat tarihine olan ilgisini bir sanat tarihçisi detaycılığına dönüştürmesini kavramaktan geçiyor. Gerek yaşam tarzı, gerek alışkanlıkları, gerek sanatıyla gerçek bir İstanbullu olduğunu her zaman hissettiren Çoker, en hararetli tartışmalarda bile nezaketini bozmayan karakteriyle örnek bir sanatçı duruşu sergilemiştir. Hayranlık duyulacak özelliklerinden biri olan bitmek bilmeyen yaşam enerjisi ve öğrenme merakı ise sanatçının özgeçmişi, resimleri, kişiliği ve yaptıkları arasındaki ilişki üzerinde tekrar tekrar düşünmeyi gerektiriyor. Ravi Şankar ustalıklı çalışının yanında birçok isme ilham vermiş, yol göstermişti Bir efsaneye daha veda Müzikseverlerin gözünde en çok albümleriyle önemliydi Şankar. Hepsi birbirinden değerli olsa da taziyelerimizi özellikle “Three Ragas”, “The Sounds of India”, “Tana Mana” ve “In Celebration”ı bir kez daha dinleyerek sunalım. MURAT BEŞER Bir kitap ve sergiyle anılıyor Kristin Saleri Kültür Servisi Çağdaş Türk resminin özgün isimlerinden Kristin Saleri, adına düzenlenen bir dizi etkinlik ile anılıyor. Etkinlik çerçevesinde ilk olarak altı sanat eleştirmeninin hazırladığı “Kristin Saleri” kitabı rh+yayınları tarafından yayımlandı. Eşzamanlı olarak düzenlenen “Kristin Saleri Retrospektif” sergisi ise rh+artgallery’de 25 Aralık’a kadar devam edecek. Sergide, sanatçının 1950’li yıllardan 2000’li yıllara uzanan sanat yaşamından seçilen 45 eseri bulunuyor. Sergi dolayısıyla hazırlanan Kristin Saleri Vakfı tarafından mühürlü ve imzalı 10 eserden oluşan sınırlı sayıdaki albüm ile Kristin Saleri kitaplarının satışından elde edilecek gelir ise hayır kurumlarına bağışlanacak. retrospektifi ABD’de bulunan Kristin Saleri Sanat Vakfı’nın kurucusu ve sanatçının oğlu Dr. Nansen G. Saleri yaptığı açıklamada, vakfın amacının, Kristin Saleri’nin 20. yüzyıl sanatına olan katkılarının dünyaca tanınması olduğunu belirtti. Bu doğrultuda 2013 Nisan ayında Houston Üniversitesi, Blaffer Galeri’de sanatçıyı keşfetme ve sanatını kutlama sergisi planlandığını söyledi. 1922 doğumlu Saleri, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde Feyhaman Duran atölyesinde çalıştı, ilk sergisini 1957 yılında İstanbul’da açtı. 1964 yılında Paris L’Art Moderne Club İnternational Feminin’in uluslararası sergisinde gümüş madalya ödülünü aldı. 10 yıl sonra da Atina Club İnternational Feminin’de altın madalyaya layık görüldü. Müzisyenlerin müzisyeni Ravi Şankar’ın, birkaç yıldır pamuk ipliğiyle bağlı olduğu yaşamı San Diego’daki evinde son buldu. 92 yaşındaki usta, ülkesinin dünya çapında önünde iliklenmiş ceketle hazırolda durulan ulusal hazinesiydi. 1920 yılında Hindistan’da Ortodoks bir ailenin ortasında dünyaya gelmişti Şankar. Doğduğu ailede müzisyen olmayanı neredeyse dövüyorlarmış. 13 yaşına geldiğinde artık eli çalgı tutan ciddi bir solist olmuştu, sitar adı verilen Hint müziği çalgısının virtüözü olarak. Doğu müziğine merak salan neredeyse tüm önemli Batılı müzisyenlerin hocası gibiydi Şankar, kuşkusuz. Onunla ilk çalanlardan, bir anlamda Batı dünyasına dahlinde düğmeye basan kişi Westcoast cazının büyük saksofoncularından Bud Shank idi. Örneğin John Coltrane ondan öylesine etkilenmişti ki, ikinci oğluna Ravi adını verdi. Sonrası çorap söküğü gibi geldi; John McLaughlin, Santana, Jan Luc Ponty, 1984 yılında bir araba kazasında genç yaşta yaşama veda eden Collin Walcott… Sadece cazcılar değil, rock ve çağdaş müzik sanatçıları da peşindeydi bu mucizevi adamın. Rolling Stones’tan Beatles’a, Yehudi Menuhin’den Philip Glass’a… En çok George Harrison yaklaşabilmiş, ruhunun derinliklerine inebilmişti bu ulvi müzisyenin. Harrison, onu “dünya müziğinin büyükbabası” olarak tanımlamıştı. Bu müzisyenleri etkisi altına alan şey de müzikle sınırlı değildi. Ramana Maharshi’ nin öğretilerinden etkilenmişti Şankar. Müziği ile dinsel bilgelik arasında gizemli bir bağlantı vardı. Ancak çok çabuk ve bariz bir biçimde kendini ele veren bir ilişki değildi bu. Bu nedenle defalarca dinlenmeli, mümkünse içinde kaybolmalı Şankar albümlerinin ruhuna vâkıf olmak için. Karşılığında insanın zihinsel yoğunlaşmasına yardımcı olur bu müzik. 1971 yılında Bangladeş için yapılan yardım konserinde soundcheck yaparken çılgınca alkışlandığı, “Şimdiden bu kadar beğendiğinize göre çalmaya başlayınca ne yapacaksınız” demesi hafızalardan silinmez görüntülerdir. Ustalıklı çalışının yanında birçok isme ilham vermiş, yol göstermişti Şankar. Sıklıkla manevi babası olduğu Norah Jones ya da ana temasını yazdığı “Gandhi” filmiyle gündeme gelse de müzikseverlerin gözünde albümleriyle her zaman önemliydi. Hepsi birbirinden değerli olsa da biz taziyelerimizi özellikle 1956 yılında çıkan “Three Ragas”, 1968 tarihli “The Sounds of India”, 1971 çıkışlı “Concerto for Sitar & Orchestra; Morning Love”, 1987’deki “Tana Mana” ve 1995 tarihli kayıt “In Celebration” albümlerini bir kez daha dinleyerek sunalım. [email protected] 2013’ÜN İLK MİSAFİR SANATÇISI Cité des Arts’ın konuğu İhsan Oturmak Kültür Servisi İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen “Fransa’da Türkiye Mevsimi” nedeniyle Paris’in köklü sanat kurumlarından Cité Internationale des Arts’da 20 yıllığına kiralanan “Türkiye Sanatçı Atölyesi”, görsel sanatlar alanında çalışan sanatçılara iki ay ile bir yıl arasında Paris’te yaşama ve çalışma imkânı sunmaya devam ediyor. Bu kapsamda Cité Internationale des Arts misafir sanatçı programına 2013 yılında katılacak ilk sanatçı İhsan Oturmak olarak belirlendi. İstanbul’daki atölyesinde çalışmalarını sürdüren Oturmak, 1987’de Diyarbakır’da doğdu. Diyarbakır Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nin ardından eğitimini Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Resimİş Öğretmenliği bölümünde tamamladı. Programa davet edilecek sanatçıların seçimi, İKSV Yurtdışı Projeler Bölümü koordinasyonunda, açık çağrı sistemiyle yapılıyor. Sanatçılar, Banu Dicle, Bige Örer, Çelenk Bafra, Görgün Taner, İnci Eviner, Leslie Riggs ve Selda Asal’dan oluşan seçici kurul tarafından belirleniyor. www.iksv.org Fransızcaya çevrilen üç yazar; Tahsin Yücel, Yiğit Bener ve Murathan Mungan buluştu Kültür Servisi Fransız Kültür Merkezi Fransız yayınevi ActesSud tarafından kitapları Fransızcaya çevrilmiş üç Türk yazar; Tahsin Yücel, Murathan Mungan ve Yiğit Bener’i buluşturdu. Felsefeci yazar Ahmet Soysal’ın yönettiği “Türkçe yazmak, Fransızca okunmak: Fransızcaya çevrilen üç Türk yazarı” başlıklı söyleşide yazarlar, çevrilmiş kitaplarını ve yapıtlarının geneli üzerine konuştular. Ayrıca, çevrilmiş bir eserlerinden Türkçe ve Fransızca kısa metin okudular. Henüz fakülteyi bitirmemişken ilk kez öyküsü Fransızca yayımlanan Yücel; “Sadece çeviri değil Fransızca yazdığım, ör ‘Türkçe yazmak, Fransızca okunmak’ neğin ‘Figür ve İmaj’ kitabım da Fransa’da belli bir ilgi uyandırdı” dedi. Bener ise “Her çeviri çevirmenin de eseridir. Çevirinin her aşaması bir karardır. Bu kararlar tartışılabilir. Önemli olan mükemmeli verme çabasıdır” diyerek her kültürün farklı imkânlarının çeviride kaybolmasının yanı sıra çevirinin de tam bu bağlamda esere zenginlik katabileceğini anlattı. Mungan ise Batı’da kendi kültür birikimine sahip çevirmen bulmanın güç olduğunu anlatarak “Bizim Batılı yazarlara göre bir kaybımız var. Adeta görücü usulüyle evleniyorsunuz, seçme özgürlüğümüz neredeyse yok” dedi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle