22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 1 ARALIK 2012 CUMARTESİ kultur@cumhuriyet.com.tr 16 KÜLTÜR Arzu Başaran’ın Galeri 44A’daki ‘Ağ’ sergisi, ‘İhlal’ ve ‘Maduniyet’ sergilerinin devamı niteliğinde ‘Ağ’a takılanlar ÖZLEM İNAY ERTEN ‘Muhteşem Yüzyıl’ Belgesel Değil ki… “ABD gibi güzel ve seviyeli filmler yapın. ABD’de tarih olumlu yönde abartılarak filmler yapılırken bizde tarihimiz olumsuz yönde abartılarak film yapılıyor. Yazık, günah.” Bu sözleri Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Metin Hülagü söylemiş. “Olumlu yönde abartılarak” sözüne takıldım önce. Abartmak, gerçeği olduğu gibi yansıtmamaktır. Abartınca nesnellikten uzaklaşırsınız. Profesör, Tarih Kurumu’nun başında olduğuna göre, tarih bilgisi engindir herhalde. Ama sinema bilgisi konusunda aynı şeyi söyleyemem. Bağımsız yapımcıları bir yana bırakayım, Hollywood’un bile Vietnam ve Irak savaşlarını konu alan filmlerde tarihi nasıl “olumlu yönde” abartarak yansıttıklarına aklım ermiyor. ??? 1941’de Errol Flynn’ın, daha doğrusu General Custer’ın ölümüne nasıl üzülmüştük. Filmin adı “Sayılı Kahramanlar”dı (They Died with Their Boots on). Amerikan askerlerinin başındaki General Custer, yerlilerle savaşında, Little Big Horn’da ölüyordu. Arkadaşlarıyla birlikte. Alçak, namussuz, kana susamış Kızılderililer, pırıl pırıl Amerikalıları nasıl da hunharca katlediyorlardı! 1876’da gerçekleşen bu çarpışma, Amerikan tarihinin en ünlü olaylarından biridir. ??? 1970’te aynı konuyu bir daha seyrettik sinemada. Filmin adı “Küçük Dev Adam”dı (Little Big Man). Arthur Penn’in yönettiği filmde Dustin Hoffman başroldeydi, General Custer’ı Richard Mulligan oynuyordu. Bu keresinde karşımıza haklarını korumak isteyen mazlum yerliler ve alçak, namussuz, kana susamış bir general çıktı. Little Big Horn’da geberip gitmesine oh çektik. ??? “Muhteşem Yüzyıl” yine gündemde. Diziye eleştiri okları yağdırılıyor. Başbakan, “dizinin yönetmenini de, o televizyonun sahiplerini de” kınadı. (“Yönetmen” değil, “yönetmenler” olmalı aslında; dizinin yönetmenliğini Taylan kardeşler yapıyor. Kınanacaksa, yönetmenden önce yapımcı ile yazar kınanmalı, o da ayrı konu.) Picasso’nun balık resmini gören birisi sormuş hani: “Bu nasıl balık?” “Balık değil ki o” demiş Picasso, “resim.” Ben de kendi adıma “Muhteşem Yüzyıl”ı izlerken tarihimizi öğrenme amacını gütmüyorum; “tarih” değil, “drama” seyrediyorum. ??? Diziyi eleştirebilirsiniz elbet. Senaryoyu, yönetimi, oyunculuğu, çevre düzenini… Beğenmiyorsanız da basarsınız düğmeye, bir başka kanala zaplarsınız. Ama seyrederken bir belgesel değil, bir drama dizisi seyrettiğinizi bilmelisiniz. Birebir gerçeklerin peşindeyseniz tarih kitaplarına başvurursunuz… diyeceğim ama onu bile diyemiyorum. Aynı olayı birbirine bütün bütüne zıt görüşlerle anlatan tarihçilerden hangisine inanacağınızı şaşırabilirsiniz. Bırakın yüzyıllar öncesini, daha dünkü Demokrat Parti dönemini anlatan bir belgesel bile yapmak isteseniz kimle yola çıkacaksınız? 27 Mayıs’ın habercisi 28 Nisan olaylarında üstüne ateş açılan ya da Ankara’da 555K’ye katılıp dönemin başbakanını tartaklayan bir üniversite öğrencisiyle mi, yoksa Menderes’in adının havaalanlarına, caddelere verilmesi için parmak kaldıran bir yetkiliyle mi? Kaldı ki, sözü edilen dizideki olaylar dünde değil, yüzyıllar öncesinde geçiyor. Biraz hoşgörülü olsak ne çıkar sanki? Arzu Başaran “Ağ” adlı yeni sergisinde “ağ” kelimesinin barındırdığı farklı anlamlardan yola çıkarak Türkiye’nin siyasal ve toplumsal sorunlarını sorguluyor. Galeri 44A’da 15 Aralık’a kadar sürecek sergi, toplumsal gerçeklere bakış açısından sanatçının daha önceki “İhlal” ve “Maduniyet” sergilerinin de devamı niteliğinde. Akademi’de Özdemir Altan atölyesinden mezunsunuz, o yıllarda sanata olan bakışınızla şu anki yaklaşımınız arasında ne gibi farklılıklar görüyorsunuz? Öğrenciliğim 1980 askeri darbesinin yasakçı dönemine denk gelmişti. Akademi’nin sanat anlayışı oldukça kibirli, kendinden olmayanı reddeden, tek tip bir modernist yaklaşımdı. O şartlar altında sanata bakışım biraz bize öğretilenler, biraz idealist, biraz da kendi iç dünyama dönük el yordamıyla bulduklarımla şekillenen dışavurumcu bir anlayışa yakındı. Bugün ise hayatın her alanında yaşanan değişim ve çeşitlilik sanatı da dönüştürdü. Farklı disiplinleri iç içe geçiren daha çoğulcu bir sanat tarifi var artık. Ben de çalışmalarım gerektirdiği ölçüde bu değişimden ve çağı etkileyen iletişim hızından yararlanıyorum. Bu serginizde yer alan yapıtlarınızın oluşumunda nelerden etkilendiniz? Aslında, 2005 “İhlal” sergisinden başlayan bir süreç var benim için. Referanslarını toplumdan alan bir sanata yaklaştım bu süre içinde. Farkındalıklarımın artması, her alanda, her şeyi yeni ? “Referanslarını toplumdan alan bir sanata yaklaştım bu süreç içinde. Farkındalıklarımın artması, her alanda her şeyi yeniden sorgulamamla da ilişkili.” den sorgulamamla da ilişkili. Gördüklerim, öğrendiklerim, tanık olduklarım da son sergilerimin derinliğini, zeminini oluşturuyor. Serginizin adı için seçtiğiniz “ağ” kelimesi ne ifade ediyor? Ağ tanımı iç içe geçen birçok anlamı barındırıyor. Sosyal ağ anlamından başlayıp daha çok öne çıkarmak istediğim, dağılmış, ama kurdukları ağ ile tutunmaya çalışan insanlara, yani beni bu resimleri yapmaya iten yere doğru gidiyor. Türkiye’nin iki zayıf noktası, 1915 olayları ve yok sayılmış Kürt kimliği etrafındaki onarılmaz acılar. Burada iki topluluğun kadınlarını resimsel bir kurgu içinde lekelerle ve çizgilerle öne çıkardım. Onların kendi köklerine tutunmasını, yaşanan bütün trajedilere rağmen dirençli duruşlarını, görünmeyen koruma ağlarını bir miktar görünür kılmak istedim. Resimlerinizde insan suretinin örümcek ağlarıyla ilişkilendirilmesi aşamasında düşüncenin engellenmesi ya da yozlaşması gibi kavramlara da gönderme yaptığınız düşünülebilir mi? Evet, yüzleri boşlukta, karanlıkta bıraktım, örttüm. Türkiye’nin üstünü kapattığı ayıplarından, sessiz bırakılmış, kökleri savrulmuş, parçalanmış topluluklardan bahsediyoruz. Bir önceki “Maduniyet” sergimde daha genel bir bakış açısı vardı, tarihin görmedikleri, yazmadıkları, merkezin dışına itilenlerdi esas hareket noktası. Bu sergide ise oradan devam ederek meselelere biraz daha yakınından bakmaya karar verdim. Resimsel açıdan biraz daha örtülü, ama derin bir yere işaret etmek istedim. Serginin anlamını bilmeyenlerin algıladıklarıyla benim düşündüğüme yaklaştıklarına tanık oluyorum. Türkiye’de son yıllarda sanat ortamında yaşanan gelişmeler konusunda ne düşünüyorsunuz? Son yıllarda sanat ortamında yaşanan hareketliliğin ne kadarı sahici, ne kadarı sanatsal kalite açısından zengin, bu tartışılır. Hangi kuşaktan olursa olsun sanatçıların çalışmalarının kalitesinden çok, kaç para ettiğinin konuşulduğu bir ortamda yaşıyoruz. Çağdaş sanatı borsa gibi sahte bir şekilde yönlendirmeye çalışanları fazlalık olarak görüyorum ve tehlikeli buluyorum. Sanatın içini boşaltıp, olmayan değerler yüklediklerine tanık oluyorum. Zamanla bir eliminasyon olacaktır. Dolayısıyla ben bu ortama temkinli yaklaşıyorum. Asıl olan kendi yapacaklarım. Ekin Saçlıoğlu’nun sergisi Galeri xist’te ‘Çukur’dan çıkan hikâyeler Kültür Servisi Daha önceki sergilerinde bellek ve anılara olan güvenilirliği, rüya ve gerçek arasındaki ilişkiyi sorgulayan, kimi zaman bir anısından, kimi zaman bir arkadaşına ait bir hikâyeden yola çıkan Ekin Saçlıoğlu’nun yeni sergisi “Çukur” Galeri xist’te açıldı. Hikâyesini kendi evinin yolunda bulunan bir “çukur” üzerine kuran Saçlıoğlu’nun sergisi, 15 Aralık’a kadar devam edecek. Saçlıoğlu’nun her gün yanından geçtiği bu çukur, zamanla keyifli kurmaca dünyaları ve gerçeğe dair korkuları kapsayarak tüm çukurları içine alan büyük bir çukur hikâyesine dönüşüyor. Sergi çukur fikrinden yola çıkarak, çukurun resmini değil, çukur üzerine düşünmenin, onunla duygusal ve zihinsel bir hesaplaşmanın varlığını ortaya koyuyor. Sergideki yapıtlar, tuval resimler, kâğıt yapıtlar, üç boyutlu objelerden oluşuyor. ? Marion “Kapitalizm ne kadar karşı gelindiyse o kadar güçlendi” derken Stiegler “Ben hem zehir hem ilaç gibi düşünüyorum” yorumunda bulundu. “Demokrasiler Çağında Uygarlık Sempozyumu” başladı Kapitalizm sorgulaması Kültür Servisi Bakırköy Belediyesi ve MonoKL Yayınları’nın Fransız Kültür Merkezi’nin desteğiyle düzenlediği “Demokrasiler Çağında Uygarlık Sempozyumu” dün İstanbul Dünya Ticaret Merkezi alanında bulunan Wow Hotel’de başladı. Sempozyumun açılış konuşmasını yapan Bakırköy Belediye Başkanı Ateş Ünal Erzen, dünyanın yaşayan en önemli filozoflarıyla bir arada olmaktan duydukları memnuniyeti dile getirerek “Burada eşit ve güzel bir dünyayı araştıran, arzu eden insanlarla bir araya geldik. O insanların arayışlarına yeni zenginlikler katacak ve öbür yandan da felsefeden uzaklaşanlara yeniden yaklaşacakları bir fırsat sağlayabilecek eşsiz bir deneyimin içindeyiz” diyerek katılımcıları selamladı. Konuşmanın ardından, Nami Başer’in yönettiği aralarında ünlü filozoflar JeanLuc Marion ve Bernard Stiegler’in bulunduğu oturuma geçildi. Bu ilk oturumda değişik kapitalizmlerin olduğu, 19. yüzyıl sanayi modeline dayalı kapitalizmin artık teknolojiye dayalı bir kapitalizme dönüştüğü ifade edildi. Marion “Kapitalizm şimdiye dek, ne kadar karşı gelindiyse o kadar güçlendi” derken, Stiegler ise “Ben hem zehir, hem ilaç anlamına gelen ‘farmakon’ gibi düşünüyorum. Kapitalizm bireyci olduğunu iddia etmesine rağmen bireyin kendisini ifade etmesine izin vermiyor” dedi. Etkinlik 3 Aralık’a kadar devam edecek. HANGİ İNSAN HAKLARI? Yaşam hakkını savunan filmlerin festivali Kültür Servisi Documentarist ekibi tarafından 4 yıldır düzenlenen Hangi İnsan Hakları? Film Festivali, İnsan Hakları Haftası’na denk gelen 812 Aralık tarihlerinde gerçekleşiyor. Bu yıl ana teması “yaşam hakkı” olarak belirlenen festivalde, kısa ve uzun metrajlı olmak üzere yaşam hakkı ihlallerine, hak mücadelelerine yer veren 40’ı aşkın film gösterilecek. Festivalin gösterim ve etkinlikleri SALT Beyoğlu, Aynalıgeçit Salonu, Dutch Chapel ve Tütün Deposu’nda ücretsiz olarak gerçekleşecek. Daha sonra festivalden bir seçki 1416 Aralık tarihlerinde Diyarbakır’a taşınacak. Geçen yılki depremden beri festival ekibi tarafından Van’da ve köylerinde çocuklarla gerçekleştirilen atölyeler de festivalin hemen ardından yeni bir programla devam edecek. ‘USTANIN GÜNÜ’NÜN KONUKLARI HASAN ÇELEBİ VE DEVRİM ERBİL’Dİ Erbil: Mutlaka hattat olurdum Kültür Servisi Yedirenk Sanat Vakfı’nca düzenlenen “Ustanın Günü” etkinliğinin ilk konukları hat sanatının duayenlerinden Hasan Çelebi ve ünlü ressam Devrim Erbil oldu. Sanat dünyasına emek vermiş ustaları çeşitli etkinliklerle onurlandırmak amacıyla kurulan vakıf, önceki gün, “Ustanın Günü” etkinliği öncesi, Four Season Bosphorus Hotel’de bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıya, vakfın yöneticilerinden Garo Mafyan, Erhan Güleryüz, vakıf başkanı Ali Tokul, hattat Hasan Çelebi ve ressam Devrim Erbil katıldı. Garo Mafyan, “Sanatçı unutulduğu gün ölür” diyerek ülkemizde çok sayıda “büyük usta”nın olduğunu ve bu ustalara gereken değerin verilmesi gerektiğini vurguladı. Çelebi “Türkiye’de hat sanatı yavaş yavaş eski gücüne kavuşuyor. Gençlerden bu işi önemseyerek yapmalarını rica ediyorum” derken, Erbil de sanatın değerlendirilmesi ve ödüllendirilmesinin sanatçı adına gurur verici olduğunu söyledi. Erbil ayrıca “Osmanlı döneminde yaşasaydım mutlaka hattat olurdum” dedi. Her ay düzenlenecek “Ustanın Günü” etkinliğinde sanatçıların eserlerinden bir seçki sunulacak, sanat yaşamlarını anlatan belgesel film gösterilecek. Artwalk İstanbul’la sanat ? Kültür Servisi İstanbul’un karmaşık düzeni içerisinde sanatseverlere yol gösterici bir etkinlik olan Artwalk İstanbul, katılımcılara Akaretler’den Galata’ya kadar olan bölgedeki seçilmiş sergileri, sanat mekânlarını rehberler eşliğinde gezebilme imkânı sunuyor. İnternet üzerinden yayın yapan Grizine’in düzenlediği etkinlik her salı, perşembe ve cumartesi günü 14.0018.00 tarihleri arasında görülebilir. artwalkistanbul.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle