19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 17 EKİM 2012 ÇARŞAMBA 2 temiz yürekli, husumetsiz, sorunsuz, komplekssiz, iyimser, tok ve hoş insanlarla birlikte yaşıyor olmak istemez miydiniz? Öyle olabilse, cinayetler, anlamsız kavgalar, yersiz suçlamalar, baskılar, işkenceler olmayacak ve “be!”li patlamalar hiç duyulmayacaktı ne içinizde ne dışınızda. İşin tuhaf ve acıklı yanı şu ki, ancak bir Pamuk Prenses masalı saflığıyla anlatılabilecek tablolara benzer görüntüler ve yaşayış tarzları, yalnız çocuk kitaplarında değil, dünyanın bazı köşelerinde gerçeklik olarak da yaşanmaktadır. Peki, başka yerlerde hiç mi olmayacak? İnsanlığın büyük, hem de çok büyük bir bölümü hep mi kötü, çirkin, tiksindirici bir yaşama mahkum olarak kalacak? erhalde bu tür “be”li her patlayış sonrasında, hep böyle ünlemli isyanlarla dolu bir dünyada yaşayıp gitmenin aptalca bir tercih olacağını ve insanlığın sonsuza dek hoyratlıklara, tersliklere ve mutsuzluklara mahkum kalamayacağını düşünmek koşuluyla yeniden yola çıkarak, hele en başta kendi ülkenizin ve toplumunuzun şimdikinden çok daha iyi, şimdiki kavramlar ve sözcüklerle anlatılamayacak kadar iyi, ileri, güzel ve parlak bir geleceğe yönelmesi gerektiğine inanarak, elbet yeri ve zamanı gelince yine “yeter be” diyebilmek son derece terbiyeli, uygar, insancıl ve barışçıl bir davranış sayılmalıdır. OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Dreyfus Olayı ve Balyoz Davası Küresel gelişim, kentsel dönüşüm ve demokratik açılım derken, Müslüman veya Türk kimliklerimizi mi yitirdik? Neden geçemiyoruz bir türlü “Cemaat dayanışmasından, cemiyet dayanışmasına?” Kişisel öneriler var ama soruyu üst yargıya bırakmadan milletçe ve de ulusça yanıtlamalıyız. Bozkurt GÜVENÇ alyoz davası Avrupa Tarihi öğrencilerine, Fransız kamuoyunu yıllarca uğraştıran ünlü Dreyfus olayını (18941906) hatırlatmış olabilir. Türk kimliğinin ‘Türk mü Müslüman mı?’ ikilemi üzerinde çalışırken, din ile devlet yetkilerini 1905 yılında ayıran Fransız yasasının, bu davalardan etkilenmiş olabileceğini düşünmüştüm. Dreyfus olayı yeniden gündeme geldi. Yargıç Rıza Türmen, BalyozNürnberg benzetmesine karşı Dreyfus’u hatırlatmakla yetindi. Son olarak Onur Behramoğlu, “Balyoz...” denemesinde (Cumhuriyet, 4 Ekim) ibret alınacak olayı özetle açıkladı. Amacım, yargı kararlarını eleştirmek değil, iki ülkeyi benzer davalara sürükleyen tarihi koşullar üzerinde bir sohbet turu. yolojiden bekleniyordu. Durkheim, özgün “yöntem” ve “işbölümü” denemeleriyle bu çetin görevi üstlendi. Tasarladığı işlevsel toplum modelinde, kurumlar birbirinden üstün değil “karşılıklı” bağımlıydı. Toplum hayatında dine de yer vardı bilime de. Sorunlar Avrupa’dan ya da Fransa’dan değil, yaşanan devrimlerin dayattığı “değişim süreci”nden kaynaklanıyordu. Çağdaş toplumlar, benzeş birey ve kurumların “mekanik dayanışması”ndan, benzeşmeyen (farklı) kurumların “organik dayanışması”na geçiyordu. Alman Tönnies, bu sürecin adını koymuştu: GemeinschaftGeselschaft (cemaatcemiyet, topluluktoplum). Komşu İngiltere’de, gelişmeleri saygın akademisyenlerden daha doğru okuyan, mühendissosyolog Herbert Spencer, Darwinci “sosyal evrim” sürecinde de “güçlünün ayakta ve hayatta kalacağı” görüşünü savunuyordu... ‘Yeter Be!’ HİÇ beklemediğimiz ummadığımız istemediğimiz bir anda terbiyesizce ağzımızdan çıkan “be” sesi, aslında bir “nida”, yani ünlemdir. Kime “seslenilerek” çıkarıldığı ise, çok şükür, pek kesin olarak bulunamaz; çünkü genel bir duruma karşı bir çeşit “isyan ve bıkkınlık patlaması” olduğu gibi, hiç laf anlamayanlardan başlayıp en kutsal bilinen kavramları bile içeren bir isyanın ünlemidir bu. Çekilmez gürültü, bitmez dırdır, yersiz naz, anlaşılmaz nutuk, kötü müzik, her şey. Bazen yüksek sesle ya da içinizden kendinize bile “yeter be” dediğiniz anlar olur. Mutlaka katlanamadığınız, kaldıramadığınız bir durum var demektir: Yahut, bir dinlence sabahı elinize aldığınız gazetede, açtığınız radyo ve televizyonda, tecavüz ettiği üniversiteli genç kızı boğan adamın vahşetini ve hapiste çektiği çileye bir de evlat acısı eklenen rektörün kahroluşunu öğrenince, bunca hoyratlık, insafsızlık ve kimi niçin suçlayacağınızı bilemediğiniz talihsizliklerle terslikler karşısında “yeter be” diye haykırmak geçmez mi içinizden? u kolay dinmez kötümser duygulardan sıyrılıp yeryüzünün en güzel coğrafyasında güler yüzlü, B 19 Ödüllü Münasip Yer... Tören yaptılar... “Münasip yer ödülü” sahibini buldu... Melih Gökçek ödül plaketini, AB müzakerelerinde Hollandalı parlamenter Barry’ye “Onu münasip bir yerine koy” dediği için, Başmüzakerecisi Egemen Bağış’a verdi... ? Kalite istiyordunuz... ? Barry, müzakereler sırasında, Müslümanlarla dalga geçtiği iddia edilen bir karikatürü bizim başmüzakereciye “Bak, hakaret yok” anlamında vermeye kalktı... Bizim müzakerecimiz nazik adamdı... Almadı... “Onu münasip bir yerine koy” dedi... Barry bence alındı: “Benim münasip yerim kütüphane mi?..” ? Barry’nin münasip yerine endeksli ilk “Milli gurur ödülü” yapılan törenle sahibini bulmuş oldu özetle... ? Kızılay Meydanı’nda, havai fişekler atılıp da “AB’ye girdik” diye davul zurna çaldıktan yıllar sonra... Yine Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlemesi ile, bu kez Barry’nin münasip yeri vesilesiyle yapıldı bu şenlik... ? “Peki, Türkiye’nin AB’ye girme işi ne durumda?” derseniz... Yattı... AB’yi unutun gitsin... Son ilerleme raporunu okuduysanız; bir Afrika ülkesini tarif ettiler zannedersiniz: Hukuksuz... Güvensiz... Dengesiz... İnsan hakları ihlali... İşkence.. Baskı... Zulme dönüşmüş yargı... İlerleme raporunu oku, ne kadar gerileme, gör... ? Nitekim AKP beğenmedi raporu doğal olarak... Televizyona çıkıp “Aha atıyorum” diye çöpe attı en kuzu olanları, Burhan Kuzu... Ödül sahibi Egemen Bağış ise AB umudu bittiğine göre... İşsiz kaldı... İstanbul’a belediye başkanı oluyor... ? Çağdaşlık umutlarından geriye bu ödül kaldı sonuçta... “Münasip yerine koy” ödülü... Uçup giden AB anısına... Münasip bir yere koyarsınız artık... H . yüzyılın ikinci yarısında Avrupa Fransız Devrimi’nden 50 yıl sonra ve 1848 devrimlerinin ertesinde, Avrupa kıtası bilinmeyen bir çağın eşiğindeydi. Karl Marx, Kapital eseriyle felsefe hocası Hegel’in tarih yapan mistik veya esoterik Geist (ruh) kuramını yıkarken Charles Darwin, ‘Türlerin Kökeni’ araştırması ve tartışmaları süregelen “evrim” kuramıyla, ‘vahiy’e dayalı semavikitabi dinlerin “yaratılış” inancını kökünden sarsı yordu. Binlerce yıllık varlığını HıristiyanBatı medeniyetiyle özdeşleştiren, Galileo’yu evine kapatan Vatikan, egemenliğini yeni tarihçi ve “doğa tarihi” yöntemiyle çalışan bilimle paylaşmaya razı değildi. Papa IX. Pius, 1864 yılında yayımladığı manifestonun “Doğru değildir ki” diye başlayan ‘önsözü’nde kiliseye yönelik eleştiri ve bilimsel önerileri tümden reddediyordu (Davies 2006: 84753). Din ile bilim, iman ile şüphe, devletTanrı ve özgürlük (liberalizm) arasında Dante ile açılan, Machiavelli ve Bruno ile yayılan savaş resmen ilan edilmişti. Avrupa kıtası kaynıyordu: Alman, İtalyan ve AvusturyaMacaristan birlikleri kurulurken, çağdaşlık devrimini başlatan ve dili ve kültürüyle kendisini Batı medeniyetinin önderi gören, ancak 1871 yılında savaşkan Almanlara yenilen; dinbilimdevlet tartışmasında Kanada’yı ve dünya liderliğini, üzerinde “güneş batmayan” Büyük Britanya’ya kaptıran Fransa’nın kolu kanadı kırılmış, özgüveni sarsılmıştı. eorik açıklama pragmatik çözüm Kuramlar, uygulamalı açıklamalar Fransa’nın derdine deva olmadı. Atlantik ötesinde Amerikan demokrasisi yükselir (Tocqueville), komşu Alman sanayii güçlenir, Büyük Britanya gücünü dünyaya kabul ettirirken, Fransa kırılan onurunu nasıl onaracaktı? Olanların, geri kalmanın bir sorumlusu olmalıydı. 1889 Paris Fuarı, Eiffel Kulesi ve bedelini Osmanlı’dan alıp Amerika’ya armağan edilen Özgürlük Anıtı, filozof Henri Bergson’un “Hayati Atılım” aşısı Fransızların yaralı gururunu onarmaya yetmedi. Fransız toplumunu aradığı haini buldu: Almanlara casusluk yapan, Musevi asıllı Topçu Yüzbaşı Alfred Dreyfus. Yıllar süren, davalar, savcılar, duruşmalar, tanıklar, kanıtlar ve kararlar sonunda ömür boyu hapse mahkum edilen Dreyfus sürgüne gönderildi. “Bilinçaltı” yatışmış gibi görünürken, toplumun üst benliğini ve öz saygısını uyarma görevini üstlenen Emile Zola, “Suçluyorum” bildirisiyle Fransa’yı uyandırdı, ayağa kaldırdı. Davalar yenilendi. Yanlış kararlar bozuldu. Aklanan Dreyfus görevine döndü. Fransa, tarihi bir yargı hatasını düzeltirken yeniden öz saygısını kazandı. Birinci Dünya Savaşı’nda yıkılmadı. T Sosyolojiden beklentiler Yaşanan yenilgilerin ve gerilere düşmenin analitik akılcı nesnel nedenleri olmalıydı ama hangisi? Din mi bilim mi? Ruh mu madde mi? Avrupa sorununun çözümü Auguste Comte’un “Bilimlerin Kraliçesi” adını verdiği genç sos B orun, sorular ve bir öneri Akla şöyle bir ilk soru gelebilir: Katolik Fransa ile Müslüman Türkiye; Fransız topçu subayı ile Türk komutanlar arasında, yüzyıllık aradan sonra nasıl bir benzerlik olabilir ki? Silahlı Kuvvetler’in topçu sınıfından olmaları dışında. O kadar az ki TSK’nin darbe senaryoları yetmedi, casusluktan sorgulananlar bile oldu. Öyleyse, başımız her sıkıştıkça ortaya atılan ikinci soru: Türk varlığına son vermek isteyen, Sevr’i, Bizans’ı, Lozan’ı unutmayan dostların bir komplosu mu? Yoksa, bizim açıkça gündeme gelmesini istemediğimiz sürgit bir davaya mı ihtiyacımız vardı? Eğer varsa, bilinçaltında bizi bunca rahatsız eden sorun nedir? Bellek, onur kaybı mı? Küresel gelişim, kentsel dönüşüm ve demokratik açılım derken, Müslüman veya Türk kimliklerimizi mi yitirdik? Neden geçemiyoruz bir türlü “Cemaat dayanışmasından, cemiyet dayanışmasına?” Kişisel öneriler var ama soruyu üst yargıya bırakmadan milletçe ve de ulusça yanıtlamalıyız. Kaynaklar S Bergson, Henri, Élan vital. Davies, Norman. Avrupa Tarihi. İmge 2006. Tocqueville, Alexis de. Democracy in America. N.Y.: Century Co. 1898. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle