19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 8 OCAK 2012 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Yeni Yılda Yenilikler! Yeni yıl bizleri suratı asık karşıladı. Bakmayın TV’lerdeki şarkılı, türkülü, danslı, eğlenceli gösterilere... Milletimiz kan ağlıyor! Gözyaşları sel. Umut diye bir şey yok. Kapkara bir karanlık. Çıkış yolu, yok! Biri kalkmış “Bana Atatürkçü demek hakarettir” diyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün can düşmanı uyduruk bir kişi. Atatürk adını taşıyan bir kurulun yönetimine seçiliyor. Yanında da kendi kafasına uyan yardımcılar... (Neyse ki görevinden ayrıldı!) Şırnak’ta otuz beş genç bombalarla yok ediliyor. Üç beş kuruş ekmek parası uğruna yıllardır kaçakçılığı iş edinenler... Kim yapar bu cinayeti, kim neden, nasıl? Devlet mi? O da olmazsa kim, diye sormak gerekmez mi? Doksan beş yaşındaki Evren Paşa mahkemeye çağrıldı. Belki yüzyıllık bir hapis cezası alacak. Zaten son zamanlardaki iddianamelerde cezalar en az kırk yıldan başlıyor! Yani bir insan ömründen de ötesine!.. Milletvekillerine, emeklilerine, kat kat maaş verildi. Memurlara, işçilere, emeklilere bir iki bin liracık!.. Haksızlıklar dağlar kadar! Açlık sınırı gide gide sıfırlara inmekteymiş! Yetmiş beş milyonun yüzde onu güzel bir yaşantıya sahipmiş. Geri kalan ise... Mustafa Balbay, sevgili kardeşim, hücresinden yazıyor, yazıyor... Duruşmalarda Özkan dostum, “benim suçum ne” diye bağırdıkça yer gök inliyor. Doksan gazeteci, yüz asker içeri tıkılmış. Bilmem nerde yeni tutuklamalar. Gün geçmiyor ülkemiz bir adaletsizlikler çarşısına dönmesin! Dürüstsen, gerçek bir insansan yaşama hakkın yok. Derken bir de bakıyoruz, General İlker Başbuğ da hapiste... “Atatürk bir gün gelecek” diye yazmıştım. Gelecek mi? Atatürk değilse de Atatürk’e yakışan biri, bir Mustafa Kemalci, bir önder, bir lider, bir öncü... Atatürk devrimini yeniden anıtlaştıracak, gericiliklere, düşmanlıklara meydan okuyacak güçlü bir Mustafa Kemalci! Boşa geçmiş yıllar! Tam on yıl aktı gitti. Nerelere, kimlere neler getirerek! Hepsini biliyoruz, biliyorsunuz, ama korku bulutları tepenizde, susmak mı, konuşmak mı, yoksa bağırmak mı? Otuz beş gencimiz, yüzlerce şehidimiz, binlerce ana baba kardeş, acıların deryasında varsın çırpınsın dursun. Yeni yılda daha daha büyüdük, daha zenginleştik, daha güçlendik, daha, daha, daha deyip duralım, keyfimize keyif katalım! Hukuk Üstün Değilse Adalet Yok Hükmündedir... Her tutuklamadan sonra sırada hangi isimlerin olduğundan söz ederek yeni tutuklama beklentisine giren bazı köşe edinmişlerin, yargıç, savcı, avukat rolüne soyunarak adaletten nasiplenmemiş anlayışları ile demokrasiden söz ediyor olmaları midemi fena halde burkuyor. Felaket ve tutuklamaların beklentiye dönüşüp alışıldık bir duruma dönüştürülerek normalleştirilmeye çalışıldığı bu anormal süreç ve itilmeye çalışıldığımız yalnızlık sizlerin de midesini burkmuyor mu? Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN ürkiye’de ilk kez bir genelkurmay başkanının özel yetkili savcı sorgulamasından geçerek tutuklandığı haberi üzerine düşünürken Wall Street Journal’ın köşe yazarı Bret Stephens’in Mayıs 2010’da yayımlanan “Türkiye’de Neler Oluyor?” başlıklı yazısını anımsadım. Dışarıdan bakan gözler, görmek istemediklerimizi özellikle tepeye yerleşenlerin hoşuna gitmeyecek sözlerle yüzümüze vurabiliyorlar. Stephens yazısında, “Türk laikliğinin direği olan ordunun, Erdoğan’ın İslami eğilimli hükümetinin saldırısı altında bulunduğu”nu, düzinelerce subayın darbe komplosu gerekçesiyle gözaltına alındığını, anayasa reform paketinin referandumda onaylanması halinde hükümetin, “laikliğin diğer bir direği olan yüksek yargı organlarını kendi adamlarıyla dolduracağı”nı savunuyor ve “Geçen hafta Bernard Lewis’e, Türkiye’nin nereye gittiği konusunda ne düşündüğünü sordum. Ortadoğu tarihçileri dekanı, on yıl içerisinde Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan laik cumhuriyetin, İran İslam Cumhuriyeti’ne daha çok benzeyebileceğini söyledi, İran kendini laik bir cumhuriyete dönüştürürken bile” sözleriyle kaygıyı dile getirerek “En önemlisi, İslamiyetteki Erdoğan tarzı, sosyal ve siyasi ihtirasları açısından görece olarak ılımlı kalmaya devam edecek mi, yoksa agresif ve radikal hale mi gelecek? Bu sorunun cevabını biliyor gibi davranmak yanlış olur. Bu olasılık hakkında kaygılanmamak ise delilik olur” diyerek yazısını sonlandırıyordu. Yazarın soruları artık iyice suskunlaşan ve bundan böyle, tutuklanan Başbuğ için “O bile…” diyerek daha da suskunluk sarmalına itilecek olanların zihinlerinde yok değil. Artık hepimiz biliyoruz ki; kaynatılan kazandan fırlamaya çalışan herkes için başka kazanlar var. “Yeni anayasa” yolunda ilerleyen Türkiye’de iktidara yerleşen düşüncenin dışında düşünenler için döşenen taşlar çok kaygan. şansının olmadığının da itirafı yapılıyor demektir. Seçim tüm rejimlerde var, tercih hakkı sadece demokrasilerde: Kimin cumhurbaşkanı, kimin başbakan olacağını önceden belirleyenler seçimlerin göstermelik olduğunu da önceden kabul etmişlerken hangi demokrasiden söz etmekteler?.. Tercih hakkı bitmiş, geriye seçim hakkı (!) kalmış Türkiye’nin yaşadıkları demokrasi sancısı değil. Sancı, Cumhuriyet’in kurumlarını, o kurumların başındaki kişilerin itibarlarını alarak yıpratmaya çalışmaktan, kurumların el değiştirme suretiyle başkalaştırılma çabalarından kaynaklanıyor. Karşısındakini itibarsızlaştırmak, kimseye itibar kazandırmaz. İtibar kurumlarla da gelmez kişilere. Kişiler kurumlara itibar kazandırır. Demem o ki; bu toplu itibarsızlaştırma sürecinden, harekâtı yürütenlerin galip çıkması mümkün değildir. Tam gaz ilerleyen AKP’nin çıtasının demokrasi olmadığını anlamak için Stephens’in ve diğerlerinin yazdıklarını okumaya gerek yok. Türkiye’de olup bitenlere herkesin kendi durduğu yer ve ne elde ettiğine bakarak değil, herkes için güvence veren hukuk ve hiç kimsenin vicdanını sızlatmayacak adalet penceresinden bakması gerekiyor. Tutuklamalar kamu vicdanında sürekli kanayan bir yaraya dönüşmüştür. Adaletten hızla uzaklaşırken hukukun üstünlüğü yerini yasa yapma ve uygulama keyfiyetini elinde tutanların üstünlüğüne bırakmış demektir. Hesaplaşmanın tırmanışının geldiği noktadan bakınca, sürecin bizi demokrasiye değil, ne zaman sona ereceğini bilemediğimiz sivil dikta rejimine doğru sürüklediğini daha net görebiliyoruz. Hele yargının bağımsız olmadığı algısı giderek yerleşirken anayasa yapmak, “toplumu sözleştirmekten” çok “suskunluğu pekiştirmek” anlamı taşıyor. Her tutuklamadan sonra sırada hangi isimlerin olduğundan söz ederek yeni tutuklama beklentisine giren bazı köşe edinmişlerin, yargıç, savcı, avukat rolüne soyunarak adaletten nasiplenmemiş anlayışları ile demokrasiden söz ediyor olmaları midemi fena halde burkuyor. Felaket ve tutuklamaların beklentiye dönüşüp alışıldık bir duruma dönüştürülerek normalleştirilmeye çalışıldığı bu anormal süreç ve itilmeye çalışıldığımız yalnızlık sizlerin de midesini burkmuyor mu? Ağ... Pencerenin camına konan kuştan daha huzur verici ne olabilir ki?.. Ağzında mektup arar insan... Mektup olmaz ya, bir huzur süzülür camdan içeri... O eski kuş şarkısı gelir mutfaktaki güzel kadının dilinin ucuna: “Pencereme kuş kondu Yandı yürek tutuştu Yanma yüreğim yanma...” ? Geçen kışın karlı günlerinde, mutfak pencerelerine gelen aç ve üşümüş güvercini anlattı Ayşe... Bir ayağı topaldı... Onun verdiği ekmek kırıntılarını, topal topal dolanarak camın önünde yiyordu. Camın arkasında yuvası, çocukları, kocası, ailesi için dualar okuyordu gelin... Ama bu kış başında söz açıldığında üzgündü: “Güvercin bu kış gelmedi...” ? Birkaç gün önce gazetelerde bir haber vardı: Ankara Çayyolu’nda bir otel, binanın önüne yukarıdan aşağıya ağ germişti, kuşlar balkonlara konmasın diye... Ama karlı tarlalarda aç kalan kuşlar, bir ekmek kırıntısı bulabilme umuduyla gelip ağlara takılmışlardı... Çırpına çırpına can vermiş, boyunları düşmüş, öyle kalmışlardı ağlarda... İnsanoğlunun ahmaklığını, saygısızlığını, vicdansızlığını gösteren, filmlerindeki korku tablosu gibiydi sanki... ? Kuşların uçma ve konma özgürlüğüne tahammül edemeyen o insanı düşündüm... Onu hiçbir zaman görmediğim halde, gözümün önüne kırmızı kravatı, beleşçi ve sırıtan suratı geliverdi... ? Ayşe sevinçliydi bu yılbaşı gecesi... Müjde gibi haber verdi: “Topal kuşumuz geldi...” Kuzenler gelmiş gibi “Yaşasınnn...” diyerek ben de sevindim... Ayşe uzun uzun anlattı: “Yanında bir de arkadaş getirdi... O da kendisi gibi topaldı...” ? Kar geliyor yarın... Ekmek kırıntılarını koyun camların önüne.. Kuşlar bir türkü alıp size gelecekler... T Hukukun üstün olmadığı yerde devletin ve hukukun temel ilkelerinin belirleneceği temel yasa hazırlamak, ülkeyi üstünlerin yasalarına terk etmek demektir. Mevcut iktidarı ve bu iktidarı yaratan konjonktürle şırıngalanan anlayışları kurumsallaştırarak yasal çerçeveye oturtmak anlamında bir yasama işleminin Türkiye’yi demokratikleştireceğini ileri sürmek safdillikten de öte olur. Herkese, Orwell’ın deyimi ile; “Bize kendi isteğinle uymalısın” tembihinin farklı yöntemlerle ama en çok “sürekli bir resmi propaganda bombardımanı” aracına dönüşen TV’ler ile verilişini görmezden gelerek toplumu sözleştirmenin mümkün olmadığını, sözleşiyormuş gibi yapılacak bir ortamın altyapısının kurulduğunu bile bile sürükleniyoruz hep birlikte. “İrtica ile mücadele” kavramının yerini, Atatürkçü tanımlamasını hakaret olarak kabul eden anlayışa sahip olanların tırmanışlarına bakarak “Atatürkçülerle mücadele”ye bıraktığını ibretle izliyoruz. Orduyu, güvenliğimizi teslim ederek görev yaptırdığımız kişiye, “terörist” damgası ile tutuklamaktan daha ağır ceza veriyoruz. Üstelik, kim terörist, kim değil karışıklığı içine itilirken hepimizin terör mağduru olduğumuzu da göremez oluyoruz. Ve tüm Ortadoğu coğrafyasının ortak kaderini paylaşıyoruz; kendi kendini vurduruyorlar bu coğrafyada yaşayan tüm halklara... Vesayeti askerle özdeşleştirme; sivil vesayetin zamana yayılan kurumsallaşmasının yolunu açan en önemli yanlışıdır Türkiye’nin. Her geçen gün ağırlığını hissettiren bu vesayetin ne zaman sona ereceği belirsizdir üstelik. Türkiye fiilen tek parti ile yönetilen bir ülke artık ve (güya) seçimle oluşturulacak kurumların başına kimlerin geleceğinin hesabı da önceden yapılan bir ülke. İktidardaki partinin tepesinde yer edinmiş üçdört kişinin hangi kurumların başına geçeceğinin beyinlere önceden yerleştirildiği bir ülkede, onların dışında hiç kimsenin ‘Ucube’nin Yıkım Yıldönümü Raziye KARABEY ugün 8 Ocak, Başbakan’ın “ucube”nin yıkım talimatını verdiği günün yıldönümü. Yaklaşık 3.5 ay sonra da 26 Nisan 2011’de yıkım fiilen başlamıştı. Bu süreç Türk demokrasi ve sanat tarihinde utanç duyulacak sayfalardan biridir. Kamusal alandaki bir sanat eseri, demokratik bir ülkenin başbakanının görünürde estetik kaygılarla “ucube” olarak nitelemesi ve “gereğinin yapılması” talimatını vermesi sonucunda tahrip edilmiştir. Hiçbir demokraside örneğine rastlanmayan bu davranış, ne yazık ki ülkemizde geniş çevrelerce açık veya örtülü şekilde kabul görmüştür. Oysa, arkasında 88 yıllık bir cumhuriyet ve demokrasi geçmişi bulunan bir ülkede beklenirdi ki Kars’ın seçilmiş belediye başkanı bu konuda yerel halkın görüşlerini alsın. Beklenirdi ki, 43 güzel sanatlar üniversitesi ve fakültesi, olayın vehametini ortaya koysun, varoluş nedenlerini, eski ve yeni öğrencilerinin haklarını korusun. Beklenirdi ki, kültür ve sanat kuruluşları, Başbakan’ı kendi estetik zevkinin ancak kendi mülkü dahilinde geçerli olabileceği hususunda ikaz etsinler. Ne yazık ki bunların hiçbiri gerçekleşmedi. 70 küsur milyon onurlu Cumhuriyet vatandaşının, 40 küsur güzel sanatlar fakültesinin bulunduğu, 80 küsur yıllık bir demokraside Başbakan’ın “yıkıla” fetvası ilgili paydaşlarca ve geniş çevrelerce kabul gördü ve yerine getirildi. B Bu arada çıkan birkaç çatlak ses doğaldır ki kaale bile alınmadı. Örneğin Niki Tzavela ve bir grup parlamenterin Türkiye Başbakanı’nın kınanmasını öneren Avrupa Parlamentosu’na hitaben 4 Mart 2011 tarihli önergesi veya 26 ülkeden 220.000 üyeli ECA (Avrupa Sanatçılar Konseyi) Başkanı Michael Burke’nin Başbakanımıza ve Kültür Bakanımıza hitaben “Heykel yıkım kararı demokratik bir hükümet başkanlığı pozisyonunun kesinlikle kabul edilemez bir kötüye kullanımıdır” şeklindeki 25 Nisan 2011 tarihli mektupları veya Sanat ve Kültür İçin Avrupa Platformu’nun (Culture Action Europe) ya da Avrupa Heykel Örgütü’nün (Sculpture Network) çeşitli ikazları. Söz konusu yıkım olayı, İKSV’nin kurulmasını önerdiği “sanat kurulu” için belediyelerin ve üniversitelerin uygun paydaşlar olmadığını göstermiştir. Zira, özellikle büyükşehir belediyelerinin hükümet kanadında yer aldığı ve son heykel örneğinde görüldüğü üzere üniversitelerin görüş belirtmekten kaçınan kurumlara dönüştüğü bilinen gerçeklerdir. Bu paydaşlardan oluşan bir kurul, ancak iktidarın sesinin kurumsallaşması anlamını taşır. 8 Ocak, Anadolumuzda MÖ 11.000 yüzyıla Göbeklitepe’ye uzanan heykel kültürünün ve genelde sanatın saygın konumuna yeniden kavuşabilmesi için tüm ilgililerin çabasının gerektiğini hatırlatan bir gündür. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle