18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 25 TEMMUZ 2011 PAZARTES 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Ekonomide Alarm Zilleri... Zoraki Nikâh BEDAVA dağıtıldığı için “yüksek tirajlı” diye bilinen gazetede yazanlardan biri Kıbrıs’ta federatif çözüme doğru son iktidar “hamle”sini överken “Denktaş ve avenelerinin Kıbrıs’ta federal çözüm lafını ağızlarına aldıklarını ben şahsen hatırlamıyorum” diye yazmış. Ne demeli? Önce, bir küçük Türkçe dersi vermeli. Bir kere, “avene” sözcüğü zaten çoğuldur, “aveneler” denmez. İkincisi, “Ben şahsen hatırlamıyorum” tümcesi, biraz şişkin bir kendini beğenmişlik havası vermenin ötesinde dilbilgisi mantığı açısından da fire veriyor: “Ben” dedikten sonra “şahsen”e gerek var mıydı? “Şahıs” bile olmayan bir başka “ben” mi var acaba? Daha da önemlisi, “federasyon” tutkusunun Kıbrıs konusunda bazı zihinlere takılıp kalmış olmasıdır. Aslında, çözümün federatif olması, 1977 Denktaş Makarios zirvesinden beri üzerinde uzlaşılır sanılan çarelerden sadece biridir ve derde deva olabilmesi çok tartışmalıdır. aha doğrusu, yıllardır sözü edildiği halde derde deva olmamıştır. Niçin? Çünkü doğru ve kalıcı bir federatif çözüm için gerekli, hatta zorunlu koşullardan biri Kıbrıs’ta henüz oluşmuş değil. Az çok devlet sayılabilecek siyasal birimler arasında federatif yapı kurulması, taraflarda en azından inanç ortaklığı, birlikte yaşama azmi, kimlik yakınlığı gibi birtakım niteliklerin bulunmasına bağlıdır. Amerika Birleşik Devletleri on üç devletle başlayıp sayısı şimdi elliye varmış bir “devletler federasyonu”dur ama, en başta İngiltere’den kopma isteği, inanç ve dil ortaklığı, hayat felsefesi benzerliği ve başka bir yığın etken böyle bir yapının kurulmasını kolaylaştırmış, hatta zorunlu kılmıştır. Alman federalizmi için de hep aynı şeyler söylenir. ıbrıs’ın Türkleri ve Rumları için aynı şeyler söylenebilir mi? Olsa olsa, federalizm çabalarının ve umudunun Ada’yı uzunca bir süre vuruşmasız, kapışmasız yaşatmış olduğu söylenir. Dolayısıyla, bilinçsiz ve umarsız bir federalizm tutkusu yüzünden vakit kaybetmek yerine eşit statülü iki devletin komşuluğu üzerinde kafa yormak daha akıl kârı değil midir? IMF neden beklentiyi yükseltti? Çünkü, 5 ayda Türkiye’nin cari açığı 37.3 milyar dolara ulaştı. Geçen yılın tüm yıllık cari açık tutarının 48.5 milyar dolar olduğu anımsanırsa, ilk beş aylık cari açığın 37.3 milyar dolara ulaşması karşısında IMF, rakamlarını revize etmek zorunda kalmıştır. Eğer önlemler alınmaz ve yıl sonunda cari açık rekor düzeydeki 85 milyar dolara ulaşırsa Türkiye için çok ciddi kırmızı ikaz çanları çalıyor demektir. Alev COŞKUN Avrupa’da, Almanya hariç, tüm ülkeler domino etkisi altındalar... Küresel kriz Kimse kendini kandırmasın, 2008’de başlayan küresel kriz henüz bitmedi, dünya eski ekonomik düzeyine kavuşamadı. İşin temel noktasıda, liberal ekonominin temel felsefesinin sarsılma hatta çökme dönemini yaşadığı tam olarak görülemedi(*). Amerikan ekonomisi, borç batağından çıkış yolunu üretimde değil, sürekli para basmada görüyor... Ama artık gören gözler için “kral çıplak” noktasına gelinmiştir. Ciddi önlemler alınamazsa, Amerikan ekonomisinde tekrar yinelenecek bir sarsıntı bütün dünyayı etkileyecektir. Avrupa da zaten zor durumdadır. Özet olarak belirtmeye çalıştığımız bu durum, AKP yetkililerini harekete geçirmiş bulunuyor. İşte, bu nedenle, AKP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Gedikli, kötü haberi çekinmeden veriyor, “dünyada kriz olacak, Türkiye de bundan olumsuz etkilenir, gelişigüzel harcama yapmayınız. Biz tozpembe tablo çizmiyoruz” diyor. Sormak gerek, düne kadar çizilen pembe tablolara ne demeli? Başbakan Yardımcısı Babacan ise daha dikkatli. TÜSİAD yönetimiyle yaptığı toplantıda, ABD ve Avrupa yönetimlerinin krizden çıkış konusunda gerekli kararları alamadıklarını, göz göre göre hata yaptıklarını, bunun büyük riskler yaratacağını, doğacak ciddi sarsıntılardan Türkiye’nin de etkileneceğini, bu nedenle riske karşı değişik seçenekler hazırlanmasını A D K KP’nin iktidarda bulunduğu 9 yıl içinde, yetkililer her zaman ekonominin çok iyi gittiğini belirten açıklamalar yapmışlardır. Türk ekonomisi daima “harikalar” yaratan bir model olarak takdim edilmiştir. Üç gün önce, ilk kez AKP’den iki önemli yetkili, Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve AKP Başkan Yardımcısı Bülent Gedikli, Türk ekonomisi için ciddi uyarı açıklamaları yaptılar... TÜSİAD heyetini kabulünde, Avrupa’daki gelişmelere değinerek Türkiye’nin yanı başında ciddi riskler olduğunu dile getiren Başbakan Yardımcısı Babacan, “dikkatli ve ihtiyatlı (tedbirli) gidilmesi gereken bir dönemde olduğumuzu” ifade ederken; Genel Başkan Yardımcısı Gedikli, daha da açık konuşarak “Kötü haber veriyorum. Dünya daha büyük krizle karşı karşıya kalacak. Türkiye de bundan olumsuz etkilenebilir. Biz tozpembe bir tablo çizmiyoruz, gerçekleri konuşuyoruz” dedi. Peki ne oluyor da, ilk kez AKP yetkilileri “tozpembe konuşmak” yerine Türk ekonomisinin olumsuz etkileneceğinden söz ediyorlar? Neden ilk kez ekonomide sıkıntı olabilir diyorlar. Bunun nedenleri, ABD ve Avrupa Birliği’nde (AB) ekonomik yapıda olup bitenlerde yatmaktadır. ABD’de durum ABD’de, maliye bakanlığının borçlanma üst sınırının aşılmasına izin verilmesini sağlayacak bir formül arayışları sürüyor. Bu konuda son tarih ağustosun ilk günleridir. ABD’de kamu sektörünün borcu 14.2 trilyon dolara erişmiş bulunuyor. Neredeyse, ABD’nin yıllık ulusal gelirine denk gelen bir büyük rakam düzeyi... ABD kamu ekonomisi adeta borçla yaşıyor ve kendisini borçla çeviriyor. Eğer maliye bakanlığına yeni borçlanma olanakları verilmezse, ABD kamu borç senetlerini ödeyemeyecek, bu senetlerin anapara ve faiz ödemelerini gerçekleştiremeyecek bir durumla karşı karşıya kalacaktır. ABD açıkça günü kurtarmaya çalışıyor. Öte yandan Avrupa Birliği (AB) ekonomik yönden, tarihinin en zor dönemini yaşıyor. İspanya, Portekiz, İrlanda, İtalya ve Yunanistan ekonomileri sarsıntı içerisindeler. Avrupa Birliği’nin en güçlü ekonomisine sahip olan Almanya, bu devletlerden hangisine yardım edip, hangisini kurtaracak? Biri biterken diğeri başlıyor. Aslında ekonomik yönden öneriyor. Bu konuşmalar önemli. Çünkü, gelecek kriz öngörülerek, kamuoyu hazırlanmak isteniyor. En azından “biz kuvvetliyiz, büyük krizler bizi teğet geçer” yerine, kamu kesimi, özel sektör ve ekonomik alan uyarılıyor. Ancak, dünya ekonomisinde bu belirsizlikler sürerken, Türkiye düne kadar siyasi irade ve yandaş basın tarafından daima, “cilalı bir ekonomik durum” olarak gösterilmiş ve tanıtılmıştır. Aslında Türkiye sıcak paranın tutsağı durumundadır. Türkiye’de gerekli üretim yükselişi sağlanamamaktadır. Türkiye’de cari açık giderek büyümekte, yönetilemeyecek bir düzeye gelmektedir. Cari açık Bu konuda kötü bir haber IMF’den geldi. 9 Temmuz 2011 tarihinde yayımlanan “G20 Ülkeleri Ekonomik Görünüm Raporu”nda, Türkiye’nin 2011 yılı cari açık/GSYH (Gayri Safi Milli Hasıla) tahmini %8’den %10.5’e yükseltildi. Bu da rakamsal olarak 85 milyar dolara denk gelmektedir. IMF neden bu beklentiyi yükseltti? Çünkü, 5 ayda Türkiye’nin cari açığı 37.3 milyar dolara ulaştı. Geçen yılın tüm yıllık cari açık tutarının 48.5 milyar dolar olduğu anımsanırsa, ilk beş aylık cari açığın 37.3 milyar dolara ulaşması karşısında IMF, rakamlarını revize etmek zorunda kalmıştır. Eğer önlemler alınmaz ve yıl sonunda cari açık rekor düzeydeki 85 milyar dolara ulaşırsa Türkiye için çok ciddi kırmızı ikaz çanları çalıyor demektir. İşte AKP yetkililerinin, başta Başbakan Yardımcısı Babacan olmak üzere, kamuoyunu şimdiden hazırlamak için gayret içerisine girmeleri bu nedenlere dayanmaktadır. Onlar da bu yüksek cari açığın yıkıcı etkilerini görmeye başladılar. Ekonomi Bakanı Çağlayan’a gelince: “Türkiye’nin cari açık yüzünden AB’de oluşacak bir krizden etkilenme olasılığının diğer gelişmekte olan ülkelere göre daha yüksek olduğunu” belirten Fitch’in açıklamalarına, “Fitch yine fitch’liğini yapmış” gibi bir ekonomi bakanına hiç de yakışmayacak bir tavırla karşı çıktı. Ancak, konu, yapay, basit önlemlerle geçiştirilemeyecek kadar ciddidir. Gözlerin açılması, Batı dünyasının uyguladığı gibi ulusal ekonomik çıkarları gözeten bir ekonomi politikasının uygulanması gerekir. Yoksa her şeyi satarak, küçük sanayiciyi üretimden vazgeçirip, ithalata zorlayarak bir sonuç alınamaz. Bugün bütün dünyada uygulanan liberal ekonomik sistem, zorunlu olarak ekonomileri krizlere götürmektedir. Krizleri önlemek için piyasa ekonomisi her türlü sorunu kendisi çözer anlayışının terk edilmesi gerekir. Piyasanın görünmez eli, piyasayı düzenler kuralı darbe yedi, artık akılcı ekonomik politikalara gereksinme vardır. (*) Daha geniş tartışma için yeni çıkan Liberal Ekonominin Çöküşü, Ulusalcı Ekonominin Yükselişi, kitabımıza bakınız. (Cumhuriyet Kitaplar) 24 Temmuz Basın Bayramı Basın bayramını her zamanki gibi coşkuyla, ama hüzünle örülmüş bir coşkuyla kutluyoruz. Özgürlüklerin olmadığı ya da göstermelik olduğu, dolayısıyla sansürün de gerekli olmadığı bir ülkenin gazetecileri olmanın gururuyla kutluyoruz basın bayramını. Prof. Dr. NAZ FE GÜNGÖR G.Ü. letişim Fakültesi Yıllarca süren baskı döneminin ardından 24 Temmuz 1908 tarihinde sansür kaldırıldı ve basın rahat bir nefes aldı. O günden beridir de Türkiye’de 24 Temmuz günü basın bayramı olarak kutlanır. Gelenek bozulmayacak. Bu 24 Temmuz’da da gazeteciler İstanbul’un büyüleyici güzelliğinde yine buluşacak, şarabın kırmızısını katıp mavisine denizin, kulak vererek dalgaların sesine, coşacaklar müziğin ritminde. Ama yine alışılageldiği gibi hüznün soğukluğu damgasını vuracak bu yıl da gazetecinin bayramına. Tutuklamalar, yargısız infazlar, taslak kitap toplatmaları öncelikli gündemi olacak bu yılki basın bayramının. Bayram şölenine katılan gazeteciler bir yandan hâlâ dışarıda olmanın gizemli sevincini yaşarken, bir yandan da sonraki 24 Temmuz’u nerede, hangi koşullarda kutlayacaklarının bilinmezliğinin korkusu değil, elbet, ama tedirginliği kaplayacak yüreklerini. Nerede, kimlerle görünecekleri, kimlerle, hangi ses tonuyla konuşacakları konusunda tereddütler yaşayacaklar hiç kuşkusuz. Dinlemelere karşı önlem olsun diye sessiz harflerle akacak konuşmalar, eller kapatacak dudakları, kulaklar kulaklarda birbirlerini duymaya çalışacaklar Türkiye’nin özgür gazetecileri. Kutlama mesajları gelecek belki de Silivri vb. kapalı mekânlardan. Suçlarının ne olduğunu, cezalarının ne olacağını bilmeksizin dış dünyayla bütün bağları kesilmiş olan aydınların, gazetecilerin dramı damgasını vuracak yine bayram kutlamalarına. kalkışmalarını beklemek de büyük saflık olur. Kaldı ki söz konusu medya organlarının önemli bir kesimi daha baştan işlerini sağlama almak için “yandaş medya” tanımlaması içerisine bir biçimde girmenin yoluna bakarlar. Yargısız infazlar Geriye ne kalıyor? Bütün olumsuz koşullara karşın kendilerini halkı, toplumu bilgilendirmeye adamış, kendi çıkar ve gelecek kaygılarını gözardı etmekte tereddüt bile etmeyen küçük bir aydın gazeteci grubu. Parayla, pulla, güçle, konumla tatmin edilmesi mümkün olmayan bu aydın gazetecilerin susturulmalarının en etkili ve bir o kadar da kestirme yolu ise sistem dışına atılmalarıdır. Bunun trajik yansıması ise yargısız infazlar, süresiz tutukluluk halleri vb... Diğer yandan var olan iktidarların veya egemen gücün kendi gücünü pekiştirmek ve sürekli kılmak için küçük çaplı muhalif kesimlere de gereksinimi vardır. Bu küçük muhalif alanlar hem gaz alma işlevi görürler hem de parıltılı bir demokrasi ambalajı sunmak açısından önemlidirler. Bu nedenle de sistem karşıtlığı yapan birtakım basın organlarının yaşamasına, kendi küçük alanlarında sıkışıp kaldıkları sürece izin verilir. Bunlar da zaten fazla bir beklentileri olmayan, kendi marjinal alanlarında kıt kanaat tutunmaya çalışan basın ve yayın organlarıdır. Dolayısıyla bu yıl da basın bayramını her zamanki gibi coşkuyla, ama hüzünle örülmüş bir coşkuyla kutluyoruz. Özgürlüklerin olmadığı ya da göstermelik olduğu, dolayısıyla sansürün de gerekli olmadığı bir ülkenin gazetecileri olmanın gururuyla kutluyoruz basın bayramını. Hepimize geçmiş olsun… Sansür O günlerden bugünlere bakıldığında sansür kaldırılmasaydı, gazeteciler de böyle bayramlar yaşamasaydı demek geliyor insanın içinden. Bugün basın öyle bir noktaya geldi, daha doğrusu getirildi ki sansür uygulanacak basından eser yok aslında. Sansür o kadar da kötü bir şey değilmiş meğer. Bir yerde sansür varsa, orada karşıtı olan özgürlük için de en azından olasılık var demektir. Tersinden söylersek özgürlüğün olduğu yerde sansüre başvurulur. Basının iktidarlara meydan okuduğu, siyasal iktidarların uygulamalarını eleştirdiği durumlarda iktidarı elinde bulunduranlar kendilerini korumak için basına sansür uygularlar. Günümüz Türkiye’sinde basının içerisinde bulunduğu duruma bakıldığında, sansüre, dolayısıyla da özgürlüğe ilişkin hemen hemen tüm koşulların ortadan kalkmış olduğu görülmektedir. Basının ya da bugünkü adıyla medyanın iktidarlara bütünleşik olduğu bir ortamda sansüre falan da gerek yok. Varlık koşulu siyasal iktidarın varlığına bağlı olan medya organlarının iktidara karşı halkın yanında yer almaları beklenemez. Aynı şekilde kendi varlık koşulları bir biçimde iktidarın uygulamalarına bağlı olan medya organlarının, risk alacaklarını bile bile iktidarın uygulamalarını eleştirmeye C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle