23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 17 TEMMUZ 2011 PAZAR 12 PAZAR YAZILARI Müzikte “F duyarlı bir duruş üzyon tarzı müzikler, kuşkusuz savunulması en güç müzikler. Ne türde olursa olsun, bir kalıba hapsedilmeyi istemeyen sanatçının kararlılığının kanıtı. Farklı kültürlerin bir araya gelmesi, genelde formatlamak, bir arada toplamak, kilitlemek eğilimi yerine, köprüler kurarak yeni perspektiflere olanak veriyor. Sibel’in müziği duyarlı bir duruş olarak algılanabilir; her ne kadar bu yolda tek başına kalsa da, kendi özgün yolunu yaratan, kararlı bir grubun duruşu. Geleneksel Türk müziğini, daha pop tınılar veren modern düzenlemeler içeren, son derece özgün bir eğilimle, başarılı bir şekilde entegre eden ‘Ne Bıraktık’, otantik bir albüm ve kusursuzca yorumlanmış. Gücü ki paradoksal olarak zayıflığını da oluşturuyorher şeyden önce, tüm gelenekleri kaynaştırma kapasitesinde. Doğu müziği, fado ya da Brezilya armonilerini sürekli ve iddiali bir akışıklıkla caz ya da rock tınılarına karıştırarak birbirinden ayrılamaz bir bütün halinde sunuyor. Ancak, uzun zamandan beri ‘her zaman daha da çok bireysellik’ yarışı başını almış gitmekteyken, dünya bu tür bir yaklaşıma duyarlılık gösterebilir mi?” Belçika’da seçkin kasetçilerde, müzikli mekânlarda, kültür merkezlerinde, gençlik kafelerinde vb. yerlerde ücretsiz olarak sanatseverlerle buluşan RIFRAF müzik dergisi haziran sayısında Sibel Grubu’nun “Ne Bıraktık” adlı yeni albümünü okurlarına yukarıdaki cümlelerle tanıttı. “Karla’nın Dünya Müziği” adlı blogda ise albüm okurlara “Ne Bıraktık ile Sibel etkileyici bir kartvizit sunuyor. Standartların altında hiçbir parçanın bulunmadığı tutarlı bir CD” şeklinde tanıtılıyor. Albüme adını veren kendi besteleri “Ne Bıraktık” 70’lerin progrock (ilerici rock) tadında. Latin cazı rüzgârı estiren “Yıllar Sonra” da yine grubun kendi çalışması. Albümdeki “Niksar’ın Fidanları”, “Çarşamba’yı Sel Aldı”, “Gerali”, “Bebek”, “Çayır Çimen”, “Kızılcıklar Oldu mu?”, “Yemen Türküsü”, “Burçak Tarlası” türküleri ise Batı enstrümanları ile harmanlanmış ve ortaya yeni ve çok farklı tatlar çıkmış. Hepsi Türkçe parçalardan oluşan albümde “Kızılcıklar Oldu mu?” TürkçeFransızca olarak yorumlanmış. Sibel Grubu’nun öyküsü 2002 yılına dayanıyor. Belçika’da biri Türk, biri Guyanalı, biri Fransız, biri Lüksemburglu ve biri Belçikalı beş müzisyen bir BRÜKSEL araya gelerek Türkçe müzik yapmaya başlar. Önce türkülerden yola çıkarak, sonrasında da özgün bestelerle farklı kültülerini harmanlayınca ERDİNÇ UTKU ortaya Sibel Grubu’nun müziği çıkar. İlk albümleri grubun adını taşıyan “Sibel” 2005 yılında kendi prodüksiyonları olarak piyasaya sunulmuştu. İkinci albümleri “Ne Bıraktık?” ise geçen mart ayında bir Hysterias şirketi ürünü olarak müzikseverlere ulaşıyor. Grubun en etkili olduğu alan konserler. Belçika’nın belli başlı kültür merkezlerinde ve festivallerinde sahneye çıktılar. Belçika ve Fransa’da 200’ü aşkın konser verdiler. Grubun bel kemiğini oluşturan Sibel Dinçer solist olarak ve piyanoda yer alıyor. Bénédicte Chabot keman ve vokalde; Rik Staelens saksofonda; Daniel Vincke bas, saz ve vokalde ve Claude Hoffmann perküsyonda Dinçer’e eşlik ediyor. Dinçer yaptığı müziği bir çeşit “füzyon” olarak nitelendiriyor. Şarkıların özü korunmakla birlikte Batı enstrümanları kullanılarak yapılan müzik, caz esintileri taşıyor. Türkçe bilmeyen grup üyelerinin bazı şarkılarda Türkçe olarak Dinçer’e eşlik etmeleri şarkılara ayrı bir keyif katıyor. Albüm türkü, caz, pop, rock, Latin müziği sevenlerin hoşlanacağı bir çalışma. Bir müzik türü altında sınıflandırmak oldukça zor. Her şeyden biraz var. “Çokkültürlü zenginliği” ile herkese hitap ediyor. Zaten grubun tek Türk elemanı olan Dinçer “İnsanlar belli kalıplara sokmak istiyor diye de kendi müziğimizden ödün vermek istemiyoruz” diyerek grubun duruşunun bilinçli bir seçim olduğunu vurguluyor. Dinçer, “2002’den beri yüzlerce konser verdik. Çalıştıkça ortaya cazımsı arayış açısından zengin parçalar çıktı. Konserlerde çaldığımız parçalardan bir seçme yapıp ürünlerimiz kalıcı olsun istedik. Albüm için gruba saksofon ekledik, güzel bir dinamik getirdi” diye özetliyor yeni albüm macerasını. Belçikalılar Sibel hakkında, “Bu müziğin güzelliğinden etkilenmek için kelimeleri anlamanıza gerek yok” diyor. Geleneksel Türk müziğine özgün bir renk vermek amacıyla uzun bir arayışa çıkan Sibel Grubu, katettiği önemli mesafeden sonra, arayışlarının ürünlerini “Ne Bıraktık?” albümünde topladı. İnternet üzerinden edinilebilen albüm, İstanbul’da Beşiktaş’taki Keylan Müzikevi’nde de satılıyor. Kalıplara sokulmak istenmeyen sanatçıların albümü, kalıpların dışına çıkabilen ya da çıkmak isteyen müzikseverleri bekliyor. erdincutku@binfikir.be Önseçim ve demokrasi B iz buralarda, “Demokrasi, hakhukuk vs. Atinalı ayrıcalıklılara özgü bir lüks müdür? Aptalları, ahmakları bol bir toplumu akıllı çobanlar mı paklar! Tanrı’nın yeryüzündeki yankı ve gölgelerini gözetmeyenler bizim mahallede otlamasınlar mı?” benzeri sorulu sokak sohbetlerini çoktan tarihin iyi korumalı sabit disklerine yerleştirmiş bir toplumda yaşıyoruz. Ama yine de geçmiş ve şimdiki zaman gösteriyor ki, her kazanım olarak nitelenebilecek hak, özgürlük kırılgandır, uçarıdır ve de itinalı bakım gerektirir. Fransa gibi dünyanın kültürel varlık zenginliğinde ilk üçte, mali zenginliğindeyse ilk beşte yer alan bir ülke anlamını, zahmetini kavramak zor bireylerinin, yarınlarını PAR S gelebilir! Neymiş o demokratik emanet edecekleri geçinme, ne gerek var cumhurbaşkanı kişileri yakından tanımak adayını belirlemek için bin bir dereden ve seçmek istemeleri su getirmeye, deme hakkınız baki kadar doğal ya da gerekli kalsın. Biz izninizle Fransa örneğinde ne olabilir? Yoksa yaşananları ekleyelim: Fransız sol oralarda olduğu gibi UĞUR HÜKÜM seçmenler 2012 cumhurbaşkanlığı Kasımpaşalı dayılar, seçimlerinde kendilerini temsil edecek Beyoğlulu hocalar ve de kişiyi belirlemek hakkına sahipler. Sultanbeylili ağalar sultasında vesayetli mi Durumu, hazırlarını yiyen bir toplumun ilerleyelim, vasiyetli mi çağdaşlaşalım siyasi oburluğu, zaman ve enerji israfı ya da ikilemleriyle uyur, büyür gidilir... örneğin egemen sınıfların yeni düzenbazlığı Cumhurbaşkanı, parti başkanı veya türlüdiye niteleyebilirsiniz. Ancak hedef çeşitli başlardan olup da “doğal lider” milyonların, sessiz çoğunluğun biraz daha mertebesine ermişlerimiz mevcutsa, içine girerek siyasi karar verme sürecine önseçim gibi fuzuli risklere girmenin aktif katılmasını sağlamaksa olayı kolayca yargılamamak gerekir. “Tek Adam”lı ve merkezi yöntemlerden arınma sürecindeki Fransız Sosyalist Partisi (SP) İtalyanlardan esinlenen özgün ve zorlu bir deneyime girişti. 2012 Nisan ve Mayıs’ında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri adayını belirleyecek önseçimleri “katılımcı demokrasi” uygulaması olarak kurguladı. Üç kademeli senaryoya göre ilkin ön adaylar çıkacak. Sonra uzun süren araştırmaların ardından parti yönetim ve tabanının kolektif iradeyle kararlaştırdığı parti seçim programı çerçevesinde ve ulusal çapta açık tartışma ve tanıtıma başlanacak. Aday seçme sürecinin son ve yenilikçi aşamasında da 2012 seçiminde partinin ve iki tur arasında muhtemelen Fransız solunun bayrağını taşıyacak aday olası en kitlesel “solcu” katılımla seçilecek. 13 Haziran’da kapanan iki haftalık ilk aşamada, ikisi kadın toplam 6 aday resmen er meydanına çıktı. Partinin her birine çalışmaları için 30 bin Avro tahsis ettiği aday adayları bazı önkoşulları yerine getirdi. Her adayın ülke ölçeğinde siyasi seçilmişlerin en azından 100’ünün hamilik imzasını alan iki türde seçeneği vardı. İlk seçenekte parti milletvekilleri ve senatörlerinin yüzde 5’i (17 imza), parti genel kurulu asli üyelerinin yüzde 5’i (16 imza), yerel yönetim seçilmişleri, yani asgari 4 farklı bölge ve 10 farklı il idare kurulu üyesinin yüzde 5’inden alınmış olmak kaydıyla toplam 100 destek imzası zorunlu. İkinci seçenekteyse en azından 4 ayrı bölgede bulunan, nüfusu 10 binin üstünde belediyelerin SP’li başkanlarının yüzde 5’inin himaye imzasının alınması gerekliydi. Bu siyasi hamiler ister milletvekili, ister belediye başkanı, ister bölge idare kurulu üyesi olsunlar tek bir imza verme yetkisine sahiptiler. İşte bu ince uzun ilk aşamada parti Birinci Sekreteri Martine Aubry’ye 597 imza çıkarken eski Birinci Sekreter François Hollande 454 imza toplamış. Diğer adaylar asgari sınır 100’de durmuşlar. Partinin yeni yaramaz çocuğu Arnaud Montebourg, 2007 cumhurbaşkanlığı seçimleri adayı Ségolène Royal, parti sağ kanadının genç temsilcisi Manuel Valls ve bütün seçimlere SP çatısında katılan Radikal Sol Parti’nin şimdiki Başkanı JeanMichel Baylet seslerini eşit biçimde duyurmanın yolunu sağlamış durumdalar. 14 Temmuz Ulusal Bayramı ile başlayan ikinci aşamada bir yanda adaylar kendilerini savunurken öte yanda 6 bin km. dolaşacak SP kervanı 43 gün süresince 37 kentte önseçim tanıtımı yapacak. Hedef 916 Ekim tarihlerinde ülkenin tüm idari birimlerini kapsayacak biçimde kurulacak 11 bin seçim sandığına asgari 1 milyon (teorik olarak) sol seçmeni çekebilmek. 6 ön aday arasından sosyalistlerin adayını belirleyecek iki turlu seçimlerde oy kullanabilmenin bazı koşulları var: 18 yaşını doldurmuş, 31 Aralık 2010 itibarıyla seçim kütüklerine kayıtlı her Fransız kimlik veya seçmen kartını göstererek ve 1 Avro ödeyerek oy kullanabilir. Ancak seçmen adayları oy kullanmak için “Solun değerlerine bağlılık belgesi” imzalamak zorunda. Bu önseçimlerin iki başka yeniliği de 18 yaşını cumhurbaşkanlığı seçimleri tarihinde dolduracak gençlere ve 31 Mayıs 2011 öncesi SP üyesi olan ve normal koşullarda oy kullanma hakkı olmayan bütün yabancılara parti adayını belirleyebilmek için oy kullanma hakkının tanınması. Şayet seçmen kütüklerini kullanma, adaylar arasındaki farklar, sağın tepkileri, solun yorumları gibi konuları merak ediyorsanız bir sonraki yazıya kadar sabretmenizi rica edeceğiz... ugur.hukum@gmail.com Babasız evler... sveç’te, babasız çok çocuk gördüm. Yetim değildiler; anneleri,babaları vardı; bakımlıydılar... Bazı babalar, guguk kuşu misali, tanımadıkları yuvalara yumurta bırakmış; bu çocuklar öyle doğmuştu. Beş, altı yaşına gelmişlerdi, ama babalarını tanımıyorlardı. Nüfus kayıtlarında baba adları yazmıyordu... Dört çocuklu Lena’ya sormuştum: MALMÖ “İçlerinde babası Türk olan var mı?” birini kolundan tutarak öne çıkarmış, “İşte bu!” demişti. ALİ HAYDAR Çocuklardan birinin NERGİS babası Arap, birinin Yugoslavdı. Esmer olan en küçüğün babası ise Afrikalıydı. Bunlardan ikisinin nüfus kayıtlarında baba adları yoktu. Diğerlerininki ise sadece kâğıt üzerinde babaydı. Çocuklardan hiçbiri babasını tanımıyordu. Lena da onları çoktan unutmuş, görse tanımazdı. Babalardan ikisi İsveç’i terk etmişti, biri ise uyuşturucu suçundan hapisteydi. Lena, Türk babanın sadece adını, soyadını, bir de memleketini anımsıyordu. Bana sordu, tanımıyordum... Başına buyruk İsveçli kadın, sırf çocuğunun babası olduğu için, dişlerini fırçalamayan, ayaklarını yıkamayan “kara kafalı” erkeğin kahrını çekmek istemiyor. Zaten bu babaların çoğu da sorumsuz, yuvaya “yumurtayı” bıraktıktan sonra çekip giden, bir daha geri dönmeyen cinsten... Anne olmak isteyen, ancak, böyle erkeklerle yaşamak istemeyen kadın, kendine göre bir çocuk doğurma yöntemi geliştirmiş... Gece gittiği eğlence yerinde geç saatlere dek içiyor, sonra gözüne kestirdiği bir erkeği evine götürüp koynuna alıyor. Sabah olduğunda sen sağ, ben selamet, herkes kendi yoluna... Haftalar, aylar geçiyor; günü, saati geldiğinde doğan çocuk, kayıtlara babasız olarak geçiyor. Lena’ya, çocuklarının babalarını arayıp bulma çabasına girip girmediğini soruyorum. Gülümsüyor: “Bulup da ne yapacağım... Dört ayrı koca, evin içindeki trafiği düşünebiliyor musun?” Malmö’de, yabancılar arasında yaygın bir söz var; çok çocuk doğuran kadına “fabrika” diyorlar. “En az üç tane” yetmiyor, beş altı tane doğuruyor, fabrika gibi de gelir getiriyorlar. Devlet, çok çocuklu ailelerin kira, yiyecek, giyecek gereksinmelerini karşıladıktan sonra, her çocuk için anneye ayrıca 1050 kron (yaklaşık 250 TL) çocuk parası ödüyor. Altı, yedi çocuk doğuran kadınlar, gül İ gibi geçinip gidiyor. Evin oda sayısı yetmezse, devlet villa kiralıyor. Yeter ki doğur. Nüfus, hızla yaşlanıyor, tehlike çanları çalıyor!.. İskandinav ülkelerinde her yıl lise çağındaki binlerce küçük kız, anne oluyor. Zaten kendileri de çocuk olan bu annelerin çocukları devlet korumasına alınıyor. Koruma evlerinde büyüyen çocuklar, sadece babalarını değil, annelerini de tanımıyor. Aile ortamında büyümedikleri için, okullarda uyumsuz ve başarısız oluyor, yaşam boyu psikolojik sorunlar yaşıyorlar. Uyuşturucu ve alkol bağımlılarıyla, intihara eğilimli kişiler daha çok bu tür çocuklar arasından çıkıyor. Ailesiz büyüyen çocuklar, yuva kurmakta da zorlanıyor. Boşanmayla sonuçlanan sağlıksız evlilikler, koruma evlerine, annesiz, babasız büyüyecek yeni çocuklar armağan ediyor... Bir de, İsveç’te kalabilmek için sahte evlilik yapmak, çocuk doğurmak zorunda kalan göçmen kadınlar var... Mahin, Lund Üniversitesi’nde görevli, Azerbaycanlı arkadaşımdır. Arapça, Farsça, Türkçe ve İsveççe biliyor. Geldiğim ilk yıllarda, resmi kurumlardaki görüşmelerimde bana çevirmenlik yapmıştı. Bu yazıyı yazarken, yıllar önce Mahin’le birlikte tanık olduğumuz bir olayı anımsadım. Sakine (isim gerçek değil) adlı bir Kürt kızı, İsveç’e sığınmacı olarak gelmiş, ancak oturma izni alamamıştı. Mahin, polisçe sınır dışı edilmek üzere aranan Sakine’yi aylarca evinde sakladı. Sakine’nin İsveç’te kalabilmesi için tek çare burada evlilik yapmasıydı. Evlilik yapan kadın, doğal olarak çocuk da doğururdu. Ancak, İsveç’te çocuk doğurmayı tek başına kalma nedeni sanan uyanık Türk ve Kürt delikanlılarından Mahin’e geceyarısı telefonları geliyordu: “Biliyon mu Mahin abla, o kızın oturma izni alması için mutlaka hamile kalması lazımdır ha!” Sakine, her telefon sesiyle sarsılıyor, korkudan titreyerek Mahin’e sarılıyordu. Oturma izni alabilmek için, onaylamadığı bir evlilik yapmak istemiyordu... Sonrasını izleyememiştim. Yazıyı yazarken Mahin’i aradım, sordum. “Nereden aklına geldi şimdi” dedi. Mahin, daha sonra, aklı başında bir Kürt genci bulup Sakine’yi evlendirmiş. Şimdi yakınlardaki bir kasabada oturuyorlarmış. İki oğlan, bir kızları varmış. Kocası bir fabrikada çalışıyormuş. Sakine de, belediyede bahçıvanlık yapıyormuş. Genişçe bir bahçede çiçek yetiştiriyormuş. Serpilip gelişmeleri için fidanları buduyormuş; kırmızı İsveç güllerine su veriyormuş... alinergis@yahoo.se vusturya’nın ciddi haber gazetelerinden Kurier, ülkedeki siyasilerin rüşvet, lobi, parti bağışları gibi konuları kapsayan bir haber yaptı. Haberin başlığını ise “Bataklık Çiçekleri ile Mücadele” olarak belirledi. “Bataklık Çiçekleri” olarak belirtilen siyasetçilerin ortak noktaları para, bunların Wolfgang Schüssel ve Jörg Haider olduğu dikkat çekmekte. Şimdilik bataklık çiçekleri olarak tespit edilen siyasetçiler eski maliye bakanlarından Karl Heinz Grasser’in dışında, Schüssel hükümetinde İçişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş ve daha sonra ise Hıristiyan Demokratlar fraksiyonu saflarında AP milletvekili olan Ernst Strasser de bulunmakta. Strasser geçen günlerde yapmış olduğu açıklamada AP’de para karşılığında lobicilik ve yasa tekliflerinde bulunduğunu itiraf A Politikacılar ve entrikaları etmişti. Bu açıklamadan bağımsız aday V YANA sonra AP’deki görevinden göstermişti. istifa etti. Grasser, uzun Seçimden sonra da zamandır kamuoyunda Grasser Maliye Bakanlığı görevine şimşekleri üzerine çeken bir isim. Maliye Bakanı getirilmişti. Bu olmadan Avusturya görevi sırasında KADİM ÜLKER Özgürlükçü Partisi’nde çeşitli defalarda (FPÖ) çalıştı. Oraya hile suçlamalarıyla kendisini zamanın parti başkanı karşılaşmış olsa da pek bir sonuç Jörg Haider getirmişti. alınmamıştı. Bakanlık görevi Avusturya Halk Partisi (ÖVP) ile bitimi sonrasında siyasi yaşamdan FPÖ koalisyon oluşturmuş, geri çekildi. Genç, yakışıklı ve Grasser de bu hükümette Maliye zengin olması bir de ticari Bakanlığı koltuğuna oturmuştu. ilişkileri onun hakkında sürekli Bir süre sonra FPÖ’yü Haider terk yayınlar yapılmasına sebep oldu. etmiş, yeni parti kurmuştu. İşte bu Meşhur Swarovski kristallerinin süreçte boşta kalan Grasser’i varisi bir hanımla evli olması da dönemin başbakanı Schlüssel dikkat çekmekteydi. Zamanla yanına çekmişti. Bir sonraki Grasser’in nasıl zengin olduğu seçimde Grasser’i ÖVP tartışılmaya başlandı, her gün yeni listesinden, partisine üye olmadan bilgiler gün ışığına çıkmaya başladı. Bunların arasında unutmuş olduğu Avusturya’daki banka hesaplarına İsviçre’deki banka hesapları da karıştı. Banka hesaplarının araştırılması izni alındı. Eski bakan hakkında vergi kaçırmaktan, devletin yaptırmakta olduğu binaların ihalesine hile karıştırmaya kadar çok çeşitli suçlamalar da bulunmakta. Diğer “Bataklık Çiçeği” ise aşırı sağcı FPÖ’de bir dönem önemli görevlerde bulunmuş Walter Meischberger oldu. Grasser’in arkadaşı ve iş ortağı olduğu da ortaya çıkan Meischberger kurmuş olduğu firma aracılığıyla lobi çalışmaları yaptığı ve bundan milyonlarca Avro kazandığı, ancak bu kazancı hiçbir şekilde vergilendirmediği Kurier gazetesindeki haberde yer aldı. kadımuelker@hotmail.com C MY B C MY B Başka bir “Bataklık Çiceği” üyesi olarak ise Uwe Scheuchs’un adı geçmekte. Kurmuş olduğu reklam firmasına eyalet hükümetinden paralar kaydırdığı yine basına yansıdı. Başka birisi daha bu gruba dahil edilmekte ki, o da trafik kazasında hayatını kaybeden Haider’in partisi FPÖ genel sekreterlik görevini yürütmüş Gernot Rumpold. Rumpold’un adı ise skandala orduya uçak alımında karıştı. Gernot Rumpold’un reklam firmasının savaş uçağı alımı için reklam işine EADS adlı firmadan 6.6 milyon Avro aldığı iddia edildi. Soruşturma sonucunda belgelerin düzgün olduğu belirtilirken belgelerin ortaya çıkarılmadan olayın kapatıldığı yazıldı. Bakalım bu “Bataklık Çiçekleri”nin sonu nereye varacak.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle