18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 15 TEMMUZ 2011 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Makyavelli ve Prensleri... Kıbrıs Alarmı TOPLUMUN ve devletin bütün kesimleri Kıbrıs konusunda tam bir alarm havasına girmezse, ortaya çıkacak sonucun vebalinden kimse kaçamaz. Evet, hiç kimse. İktidar ve muhalefetiyle Meclis, hükümet, devlet başkanı, siyasal partiler, yanlı ya da yansız medya, herkes. Bunca şehitten, çabadan, özveriden, sabırdan, beklentiden, iddiadan, böbürlenmeden sonra, çok uzak olmayan bir gelecekte pılıyı pırtıyı toplayıp Kıbrıs’tan büsbütün çekilmek zorunda kalmış bir Türkiye’nin ve Türklerin yüzüne kimse bakmaz. Dostlar üzülür, düşmanlar sevinir. Sorun ciddi. Çünkü, Kıbrıs davası yanlış politikalar ve temelsiz hesaplar yüzünden, geriye dönülmesi olanaksız bir çıkmaza sokulmak üzeredir. uzey Kıbrıs’ı yönetenler, belli ki Ankara’nın baskısıyla, “Görüşmelerde sonuca yaklaşıldı, Birleşmiş Milletler’in de yardımıyla yıl sonu referandumuyla çözüme geçilecek” türünden iyimser haberlerin yayılmasına ses çıkarmamakta. Ankara’daki hükümetin Dışişleri Bakanı, “Kıbrıs’ta çözüme varılmazsa AB’ye tam üyelik süreci donup kalır” diyerek sanki süreç zaten donmamış gibi ters yoldan bir tehdit imasıyla bir çaresizliği ortaya koymakta, “Havanda Su Dövme İşleri”yle görevlendirilmiş bir başka bakan da Kıbrıs’ta çözümle birlikte AB’ye tam üyelik engellerinin de kolayca aşılacağını anlatmaya çalışmakta. Türkiye’yle KKTC’yi yeniden bir başka “Annan Planı”na, gerçekte daha kötü bir uluslararası cendereye sokma yönünde sinsice bir hava estirilmekte. akın bir geçmişte TBMM’deki bütün partilerin ve Lefkoşa’daki yönetimin oybirliğiyle ortaya koydukları kararlılıktan uzaklaşarak. Kitap üretkeni diplomat ve particiliğin dışladığı siyasetçi Onur Öymen, yorulmak bilmez çalışkanlığıyla, o kararlılık metinlerini yeniden elektronik ortama getirmekle bu ulusal davada geriye düşüşün perişanlığını bugünkü ortamın aymaz beyinlerine ve görmez gözlerine yeniden sokmak istemiş. 15 Temmuz 1999 TBMM kararı: “KKTC’nin, statüsü dahil, meşru hak ve çıkarlarının sulandırılmasına hiçbir surette müsaade edilmeyecektir.” 8 Mart 2003 Deklarasyonu: “TBMM, Kıbrıs sorunu çözümünün Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde bir önşart gibi takdim edilmesine yönelik çabaları reddeder.” Bunları ve benzer ilkeleri içeren metinler ortadayken şimdi sorunu ille AB hayaline bağlama çabalarının anlamı nedir? İkincisinin altında AKP’nin de imzasının bulunduğu düşünülürse. Toplumun yarısından oy aldığını söyleyen bir iktidar, ulusal çıkarlarda böylesine bir vebalin altına girecek kadar kendinden geçmiş midir yoksa? Özgün adı Prens olan eseri Hükümdar diye çevirmekle doğru yapmışız. Çünkü prens, hükümdarın yerini alacak veliahtı çağrıştırıyor. Oysa Makyavelli’nin hedefi prensleri eğitmek değil, onların ilerde yöneteceği kitlelere seslenmekti. Mutlak güçlü krallar ve papazlar iskambil kâğıtlarında kaldı. Çağdaş yöneticilerin çevrelerinde kadın ve çocuk haklarından sosyal güvenliğe, küreselleşen dünyadan çevre sorunlarına, modadan medya denetimine, diplomasiden gençlik ve spor politikasına, çok sayıda güçlü “prensler” var. Bozkurt GÜVENÇ talya’da doktora yaptığı söylenen tarih öğretmenimiz Samih Nafiz, “Aman çocuklar, tarihi anlamak, dünyayı tanımak için Dante’nin İlahi Komedya’sı ile Makyavelli’nin Hükümdar’ını okuyunuz” derdi. Mezun olduğumuz gün, bahçede toplanıp tarih kitaplarımızı törenle yaktık. Okuduğumuz mu yoksa okumadığımız için mi, bilemiyorum. Ama bu konuda Cumhuriyet’e birkaç kez yazdığımı hatırlıyorum. Roma’da 1969 yılında yapılan Dünya Sosyoloji Kongresi. Ev sahibi Gini Enstitüsü başkanı, delegeleri şöyle bir soruyla karşıladı: Her konunun kongresi yapılır da “Neden sosyoloji, neden Roma?” Sonra bir ipucu verdi: Bu kongreyi Roma’da düzenledik çünkü ilk sosyal bilimci bir İtalyandı. Bilin bakalım kimdi? İ K Y akyavelli ‘makyavelist’ değildi İmparatorluktan Rönesans’a, Bruno’dan Gramsci’ye birçok ünlü bilgin vardı ama aralarında sosyolog yoktu. Konukların sabrını tüketmeden açıkladı: Makyavelli! Delegeler homurdanarak ayaklandılar: Şu makyavelist Machiavelli mi? Evet o; ama Makyavelli “makyavelist” değildi; o günlere değin toplumların nasıl yönetilmesi gerektiğini söyleyen sosyal (idealist) filozoflara karşı toplumların gerçekte nasıl yönetildiğini yazan bir düşünürdü. Süregelen homurtular üzerine başkan şöyle bitirmişti açış konuşmasını: “Çoğunuzu ikna edemediğimi görüyorum; eve dönünce kitaplığınızdaki Hükümdar’ı şöyle yeniden ve dikkatle okuyunuz.” İtalyan Hoca haklıydı. Makyavelli, “gaye vasıtaları meşru kılar” demiyor; böyle düşünen çoğu hükümdarlara karşı, yönetilen M kitleleri uyarıp uyandırmaya çalışıyordu. Yıllar sonra, Selahattin Hilav’ın özenli Türkçesinden Ansiklopedi’nin seçilmiş bölümlerinde Diderot’nun “Makyavelcilik” maddesine rastlamıştım (YKY 1996, 239). Bilge yazar, Makyavelli ile makyavelcilik arasındaki önemli farkı yakalamış ve açıklamıştı. Modern sonrası çağın ansiklopedi okumayan sosyalbilimcileri adına utandım. Fırsat düştükçe yeniden yazıyorum. Özgün adı Prens olan eseri Hükümdar diye çevirmekle doğru yapmışız. Çünkü prens, hükümdarın yerini alacak veliahtı çağrıştırıyor. Oysa Makyavelli’nin hedefi prensleri eğitmek değil, onların ilerde yöneteceği kitlelere seslenmekti. Bu uzun ve tarihi girişten sonra sözü Prens’e değil, “prenslere” getirmek istiyorum. Mutlak güçlü krallar ve papazlar iskambil kâğıtlarında kaldı. Çağdaş yöneticilerin çevrelerinde kadın ve çocuk haklarından sosyal güvenliğe, küreselleşen dünyadan çevre sorunlarına, modadan medya denetimine, diplomasiden gençlik ve spor politikasına, çok sayıda güçlü “prensler” var. Bir bölüğü kadrolu, maaşlı yardımcılar, kalanı gönüllü danışmanlar. Genellikle rızaları alınmadan atanır ve haber verilmeden görevden alınır, bir üst rütbeye yükseltilir ya da atılırlar. Futboldan sorumlu direktörler ise düpedüz kovulurlar. Başarı hükümdarındır Medyadaki haber ve yorumların büyük bölümü, hükümdarların prenslere verdiği talimatlarla ilgilidir. Genel kural olarak başarının onuru hükümdara, başarısızlığın sorumluluğu ise prenslere aittir. Parlayan prensler üst sıralara yükseldikçe rekabet artar. Güçlü rakip hükümdarın kendisidir. Oyunun kuralı böyledir. Yönetim sanatı, tarihsiz istifa dilekçelerini önceden alır ve dilediği tarihte parlayan prensi kapının önüne koyar. Onun iradesi tartışılmaz. Fransızlar “Kıral öyle istiyor” derler. Günümüz “beyfendi”leri bu yetkiyi kullanmaz, prenslerden birine kullandırır. Kurbanı kurtarmaya çalışır görünür ama kurtaramazlar. Nöbet değişikliği deler. Böyle bir ortamda prenslerin işi zordur. Yükselmek için manşette kalmak isterler ama patronu ya da “beyfendi”yi rahatsız etmeden. Aristo onun için “homo politikus” demiştir. Siyaset meydanı acıması, merhameti olmayan, kanlı bir can pazarıdır. Bu pazarda, “gayeye varmak için her şey mubahtır” yani bağışlanır. Aslında kimin kazandığı, kimin yenildiği pek belli değildir. “Galip sayılır bu yolda mağluplar” sözü bir teselliden çok siyasal gerçeğin kendisi gibidir. Kalıcı çözüm olarak ortak aklın geleceğimize yol göstermesini bekleriz. Sıradan vatandaşlar olarak, hükümdarı değil onun prenslerini yargılarız. Oysa prensleri kim seçmiştir? Tarihi gerçek öyledir ki, insan toplumlarının yaşaması için yönetilmesi şarttır ama bunun güvenilir yolu yordamı henüz bulunmamıştır. Demokrasi, yönetim sorumluluğunun, seçmen ile yöneten arasında belirsiz kaldığı özürlü bir düzendir. Daha iyisi bulunamadığı için bel bağlamışızdır. Yönetenleri ve prenslerini değiştirebiliriz ama seçmenleri nasıl değiştireceğiz? Asıl soru ve sorun sanırım buradadır! Sanki ateşböceklerine benzeriz, akşam sular kararırken yakılan “fenerler”in yanıp sönen ışıklarına doğru koşarız; daha önce koşanların ardından ve biraz üstünden. Küçük bir çıkarımız, geçici bir prenslik uğruna dönmeyeceğimiz dava, sapmayacağımız kavşak var mı? İnsan dediğin aklını kullanmalı, esnek olmayı, eğilmeyi bilmelidir. Dünya, Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman Han’a bile kalmamıştır. Ama siz yine de... Umutsuzluğa kapılmayın, sabırla bekleyin. Davalar yargıya intikal etmiştir. Gerçekler acı da olsa er geç ortaya çıkacak, hak yerini bulacaktır. Hiç şüpheniz olmasın... Pampiş... Muhterem karım “Pampişi biliyor musun?” dediğinde “Eve yeni kedi aldı” dedim... Bu durumlarda tebessüm takınarak, çok merakımdan sanki soru soruyormuşum gibi yaparım: “Şey mi?..” Bu aslında soru değildir... Nasıl olsa gelecek yanıta yol açmak diyelim... Kedi değilse bile muhtemel “pampişleri” geçirdim aklımdan o sırada; köpek, tavşan, kuş, kirpi, civciv, kertenkele, çekirge... Baykuş yavrusu, kuzu, hindi... Ben bu “pampişi” sanki dışarıda da duymuştum; çocukların kıçına sürülen pudra markası gibi de gelmişti bana... Öğrendim sonra pampişi: Her alanda sayısız yeteneği olan bir kadın sanatçımızın Twitter’daki inanılmaz başarısıymış meğer... 132 bin tıklama... Yatmadan önce güzel sözler söylüyor Twitter’dan, güzel pozlar vererek “pampişlerim” dediği tıklayıcılarına görüşlerini açıklıyor... Eeeee... Tıklayan tıklayana... Biz kaç gün düşünüyoruz, bin kez araştırıyoruz, iki saat oturup yazı yazıyoruz... Sonra televizyonlara çıkıp “ben yazmıştım” diyerek yazdıklarımızı milletin takdirine sunuyoruz... Peşinden bakıyoruz “tıklayan” var mı?.. Tık yok... Ya da işte; ünlü genel yayın yönetmenleri, başyazarlar, yazarlar, editörler, şöhret kalemler, özenle, bezenle sayfalarca oturup yazıyorlar... Kapağı Pensilvanya’ya atan da var, kendini Kandil Dağı’na vuran da... Öyle tıklama mıklama olmuyor... Pampiş yazıyor; 132 bin... Ve uzun uzun düşündüm bunu... Bir: Türkiye’nin ileri gitmesi, çağdaş ve laik bir hukuk devleti olması için imama oy veren toplum için bu normaldir... İki: Medya iktidarın yandaşı, yanaşması ve silahı haline geldiğinde böyle olur... Editörler, başyazarlar, yazarlar, lafı beş para etmez birer itibarsıza dönüşüverirler... Kimse dönüp bakmaz ne dediklerine... Ama insanlar bakarlar: Pampiş ne dedi?.. Yağcılıkta yükseliş Nusret ERTÜRK ğitimci yazar Vecihi Timuroğlu, 1969 yılında Artvin Lisesi müdürüdür. Timuroğlu, okuldaki bir bayram töreninde toprak reformuna dokunur. Vali Babür Ünsal, anında konuşmayı kestirir, müdürü kürsüden indirir. İçeri girerler. Timuroğlu orada valiye unutamayacağı bir ders verir. Vali, soruşturma açar. Timuroğlu yıllar sonra şöyle der: “Artvinli olan il müdürlerinin hiçbiri valiye yağcılık yapmadı. Aklandım. Artvin’in doğası güzeldir ama insanı daha güzeldir.” Bu sözler, Artvinli için onur belgesidir. Cinsi önünde diz çöken tek canlı insanmış... Öylesine insan denirse. Yakın yıllara değin yağcılık ayıp sayılırdı. En azından açıkta yapılmasından sakınılırdı.Ya şimdi? Açınız gazeteleri, açınız televizyonları. Vıcık vıcık yağ aktığını göreceksiniz. Yağcılık, özünde kişilikten ödün vermedir. Dik duramamaktır. Eğilmektir, bükülmektir. Radyo satıcısı Anadolu’da radyoyu tanıtıyormuş: “Buradan açacaksınız radyoyu, Ankara’da başbakanı dinleyeceksiniz!” Oradakiler sözünü kesmiş: “Peki, biz burada konuştuğumuzda, o da bizi duyabilecek mi?” Bir yağcı bu soruyu sorabilir mi? Sorma gereği duyabilir mi? E C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle