17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
9 HAZ RAN 2011 PERŞEMBE CUMHUR YET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 19 Liderler haftalardır bağrış çağrış konuşsalar bile asıl sorunlarımıza değinmediler Polis, Edebiyat, Mankenlik, Gazetecilik vb... Üç gün kaldı seçimlere, oysa benim seçimlerden önce söylemek istediğim üç bin ton söz var... Hepsini sığdıramam bu köşeye. İşte nicedir içimi yakan düşünceler. Sevgili Nedim Şener ve Ahmet Şık, beni affetsinler, ama hani şu son dönemlerde “İyi ki onlar da içeri alındı” dediğim çok oldu... Evet dedim çünkü o sayede milletin gözü açıldı. Kimi yandaş gazeteciler, “Demek ki içerideler, mutlak vardır bir suçları” mantığıyla (!) iki yıldır tutuklu ya da hücredeki gazetecileri görmezden geldiler! Sadece Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Doğu Perinçek’e değil, Güneydoğu’da işlerini yapan, yapmaya çalışan nice gazeteciye gözlerini kapadılar. Oda TV’ye yapılan operasyonla ilgili tutuklanan Meclis muhabiri Müyesser Yıldız’ı yok saydılar... Ve daha isimlerini sayamadığım nicelerini ... Şimdi Nedim Şener ve Ahmet Şık isimleri birer simgeye dönüşürken onların adı geçen her yerde tutuklu ya da hükümlü 70 gazeteciyi en azından anıyor, gündeme getiriyoruz. Hükümetin iddia ettiği gibi onların “terör suçlusu” olmadıklarının bilinciyle mücadeleyi sürdürebiliyoruz. Onların “terör suçlusu” değil, muhalif olduklarını biliyoruz. Bu arada yargı tarihimizin belki de en ibret verici tümcesini yine bir gazetecinin tutuklanmasına ilişkin yaşadığımı itiraf etmeliyim: Atılım gazetesinden Necati Abay, “delil yok ama kanaat var” hesabıyla 18 yıl hapse çarptırıldı. Bu kanaati oluşturan, sakın Necati Abay’ın yıllardır tutuklu gazetecilerin savunmasını, örgütlenmesini üstlenmesi olmasın sakın?.. İşte Ahmet Şık ve Nedim Şener iyi ki tutuklandı demiş olmam, kimilerinin yok saydığı, rivayet bellediği gerçekleri görünür kılmaları! Birkaç gün önce Gazetecilere Özgürlük Platformu, siyasi partilerin basın özgürlüğünü güvence altına almak için ne yapacakları konusunda hiçbir şey söylememiş olmalarını kınıyordu. Yerel ve ulusal 94 meslek örgütünün oluşturduğu Gazetecilere Özgürlük Platformu ayrıca, Cumhurbaşkanı’nın tutuklu gazetecilerle ilgili olarak sık sık yaptığı “Gazeteciler yazdıklarından yargılanmıyor, bunlar silah kullanan örgütlerin içinde ve kendileri şiddetin içinde bulunan insanlar” açıklamasına hayret ediyor; bu tür açıklamaların yargılamayı etkileyeceğini hatırlatıyordu... Halen yazdıkları yazılar nedeniyle gazetecilere açılmış on binden fazla basın davası var. Medya patronları muhalif yazarları susturmak için baskı altında. Vergi tehditleri malum! Yandaş olmayan gazetecilere karşı tahammülsüzlük gazetecilerin hırpalanması, işlerini yapmalarını engellemek, yandaş birçok meslektaşın göz yumduğu bir şeydi. Başbakan’ın gazeteci Nuray Mert’e o çıkışı yapması da, kimliğini, kişiliğini, nezaketini (!), hoşgörüsünü (!), eleştiri karşısındakini tavrını ortaya koymaktan öte, kimi kör gözleri açmaya da yaradı. Tam da seçim öncesi tek adam olma tutkusu, eleştiriye, muhalefete tahammülsüzlük! Maşallah diyelim! Demokrasi sınavında elbet Abbas Güçlü’ye yapılan “bedel ödetme” tehdidi... İnan Kıraç’a “geleceğine ilişkin risk” korkutmacası... Ümit Boyner’e internet yasaklarına karşı çıktı diye, iğrenç hakaret... Bütün bunlar buz dağının tepesinde minicik, göze görünen parça... Siz bir de onların altındakini düşünün! Bir kez daha maşallah! Gelelim bu yazının başlığına... Dün bu sayfalarda okudunuz. Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” kitabının çevirmeni Funda Uncu, Bodrum Emniyet Müdürlüğü’ne çağırılıyor, ifadesi alınıyor ve tacize uğruyordu. “Sen manken misin, ne diye böyle kitaplar yazıyorsun?” ... Bu tümce, emniyetteki tümcelerden sadece biri... Vah benim zavallı ülkem! Bu lafın neresini düzeltsem ki! Eh işte “ileri demokrasilerde” edebiyat, mankenlikten geçerek eğer emniyetten soruluyorsa, daha ne bekliyorsunuz! Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan bu kitabın Türkiye PEN tarafından ayın kitabı seçildiğini anımsatayım! Üç gün sonra oyumuzu kullanıyoruz. Nasıl bir ülkede yaşamak istediğimizi seçiyoruz. Onu hatırlatmama gerek yok! En ‘suskun’ seçim! yıllardır en etkili söylemi “gecekondu affı” değil miydi? Şimdi de “orman işgalcilerinize tapu” sözüyle seçim kazanılacak. Nasıl beceriyorlar? Sandığa gitmemize 3 gün kaldı. Bir okurumuzun deyimiyle, “kafamızı dinleyeceğimiz” güne... Haksız sayılmaz. Liderlerin bu denli gırtlaklarını yırtarcasına “bağırarak” birbirlerine yüklendikleri bir seçim yaşamadık. Bu nedenle seçim günü akşamı kazanan partinin sokaklara fırlayacak taraftarlarını saymazsak, haftalardır süren “gürültü”den de kurtulmuş olacağız. Peki, bütün bu bağrışçağrış içinde neler söylendi; hangi sorunlara çözüm önerildi? Rakip liderlere çatmaları geçiyorum; aklımda kalanları edep dahilinde yinelemem mümkün değil. Sorunlar içinse denebilir ki çok iyi “sus”uldu”. Meydanlarda akla gelen her şey söylenirken, söz edilmeyen konular ise esas “sorun”lardı… Miting dağıldığında ise yorgunluktan sürünenler, eminim ki şöyle düşünüyorlardı: “İyi giydirdi ama ne dedi?” Rahmetli yazarımız Raif Ertem, böylesi “kandırık” bir çağdaşlığa “teneke uygarlık” demişti; çünkü insanlarımızın fikirleriyle değil, otomobillerinin markasıyla övünmesinden yakınırdı… Mine Kırıkkanat da ‘teneke uygarlığın seçimleri’ne geçenlerde “gecekondu demokrasisi” deyip geçiverdi… Öyle ya, oy toplamanın Peki, liderlerimiz en sert seçim söylemlerini “sorun”lar hakkında hiçbir şey söylemeden nasıl becerebiliyorlar? Siyaset ustalığında buna “konuşarak susmak” deniyor. Örneğin Başbakan... Ege kentlerinde konuşurken kıyıların neden yağma planlarıyla merkezi hükümete bağlandığını; Bursa’da konuşurken ülkenin en verimli ovasının neden ayrıcalıklı imar izinleriyle çok yıldızlı otellere açıldığını; Karadeniz’de konuşurken kıyı yoluyla yaratılan çevre katliamının Samsun’dan İstanbul’a neden sürdürülmek istendiğini; Doğu illerinde konuşurken et kombinalarının neden kapandığını, fabrikaların neden teşvik edilmediğini; İstanbul’da konuşurken milyonluk yeni şehirler için neden kuzey ormanlarına kıyılacağını; Güneydoğu kentlerinde konuşurken GAP elektriğinin neden hep batıya iletildiğini; Akdeniz bölgesinde konuşurken ormanların neden turizm adına gözden çıkartıldığını; Trakya’da konuşurken tarım alanlarının neden konuta ve sanayiye açıldığını; İç Anadolu’da konuşurken kültürel mirasın neden sahipsiz bırakıldığını ve hemen tüm kentlerde konuşurken de TOKİ’nin tekdüze ve özensiz bloklarıyla neden kimliksiz şehirleşmeye önder olduğunu eleştirenlere karşı tek kelime söyledi mi? Turhan Selçuk’a saygıyla... Sorgulamayan muhalefet Muhalefet ise iktidardaki bu suskunluğu sor gulamak; toplumun en birikimli kesimlerince eleştirilen projelerin ülkeye zararlarını açıklamak; asıl yapılması gerekenlerin neler olduğunu toplumla paylaşmak konusunda maalesef yine suskundu. Başbakan’ı dinleyenler, özellikle kentsel ve çevresel tahribata neden olacak çılgın projele rindeki “yanlış”lara gösterilen çekinceler hakkında hiçbir açıklama duymazken, muhalefeti dinleyenler de aynı çekincelerin dile bile getirilmediği “coşkulu söylem”lerle yetindiler. Örneğin ana muhalefet... CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun sosyal ve ekonomik haklar konusundaki herkesin özlemi olan toplumsal beklentileri dile getirmesi elbette ki bu seçimin yüz akı sözlerdi… ancak İzmir’de konuşurken hükümetin Çeşme Yarımadası’na nasıl “el koydu”ğunu anlatması; İstanbul mitinglerinde kentin nefes alacağı kamusal alanların nasıl “elden çıkartıldı”ğını açıklaması; Ankara için bir başkente yakışmayacak plansızlığın kenti nasıl “tahrip etti”ğini belirtmesi; Karadeniz’de “kıyı yolu cinayeti”ni açıkça sorgulaması; Akdeniz’de “kıyı yağması”nın nasıl arttığını örneklemesi; Muğla’da Bodrum Yarımadası’na nasıl “göz konuldu”ğunu açıklaması; Doğu’da ve Güneydoğu’daki kapanan fabrikaların hesabını sorması gerekmez miydi? MHP lideri Devlet Bahçeli ise seçimin en sert konuşmalarında, ülkeyi sarmalayan “yağma politikaları”na hemen hiç değinmemeyi nasıl becerdi, hayret! Sözün kısası, liderlerin birbirlerine “gümbür gümbür” esip yağdıkları, ama çözüm bekleyen konularda “bizi seçin yeter”den öte bir şey söylemedikleri seçim kampanyasının sonuna geliyoruz… Umarım, 12 Haziran’da bütün bunlara rağmen daha umutlu günlere yelken açarız. Tabii, en geniş katılımla sandığa gidebilirsek... İspanyol yazar, politik eylemci, eski Kültür Bakanı Jorge Semprun 87 yaşında yaşama veda etti Pek çok yapıtı dilimize de çevrilen Semprun, uzun yıllar faşizm ve Nazizmin baskısı altında yaşamış, II. Dünya Savaşı‘ndan sonra spanya Komünist Partisi’nin gizli etkinliklerine katılmasına karşın, görüş ayrılığına düştüğü Komünist Partisi’nden ihraç edilmişti. Semprun, Alain Resnais ve Costa Gavras gibi yönetmenlerin önemli filmlerinin senaryolarını da yazmıştı. Sol’a adanmış bir yaşam Kültür Servisi 20. yüzyılı politik bakımdan en yoğun biçimde yaşamış kültür insanlarından biri olan, İspanyol yazar Jorge Semprun, önceki gün Paris’te yaşama veda etti. Uzun yıllar İspanya Komünist Partisi’nde önemli görevler üstlenen, II. Dünya Savaşı sırasında Buchenwald toplama kampında kalan, 1960’ların ortalarında görüş ayrılığına düştüğü Komünist Partisi’nden ihraç edilen, General Franco’nun ölümünden sonra Felipe Gonzalez’in Sosyalist hükümetinde Kültür Bakanı olarak görev yapan Semprun 87 yaşındaydı. Fransa Kültür Bakanı Frederic Mitterrand, Semprun’un ölümünün ardından yaptığı açıklamada, “Yalnızca çok önemli bir yazarı değil, aynı zamanda tarihin en önemli görgü tanıklarından birini yitirdik” dedi. 1923’te Madrid’de dünyaya gelen Semprun, politik kökenli bir aileden geliyordu. Yaşamının büyük bölümünü Fransa’da geçirmek zorunda kalan, Fransız yurttaşlığına geçerek yapıtlarını Fransızca yazmaya başlayan Semprun, direniş yıllarında Nazilerce tutuklanarak bir yıl kadar Buchenwald toplama kampında kalmış, II. Dünya Savaşı’nın ardından 195362 arasında, Franco’nun faşist yönetimi altındaki İspanya’da sürgündeki İspanya Komünist Partisi’nin gizli etkinliklerine katılmıştı. 1964 yılında, Stalinci anlayışla düştüğü derin görüş ayrılığı sonucunda Komünist Partisi’nden uzaklaştırılan Semprun, yaşamı boyunca Sol düşüncenin yanında yer almış, ülkesinde demokrasiye geçişten sonra 198891 arasında Kültür Bakanı görevini üstlenmişti. Yaşamı boyunca Sol’a bağlı kalmakla birlikte, Nazizmin, faşizmin ve Stalinciliğin en ağır baskılarını yaşamış olan Semprun, sonraki yıllarında, “Piyasanın cangılı, totaliter hayvanat bahçesinden iyidir” demekten alamamıştı kendini. Başta “Büyük Yolculuk” olmak üzere, pek çoğu dilimize de çevrilen “Yirmi Yıl ve Bir Gün”, “Bir Ölü Lazım”, “Ramon Mercader’in İkinci Ölümü” gibi romanlarında, kendi ideolojik bağlanmışlık ve militanlık dönemlerini anlatan, felsefi ve politik iç hesaplaşmalara yer veren Semprun, çok önemli senaryolara da imza atmıştı. Fransız yönetmen Alain Resnais’nin “Savaş Bitti” ve “Stavisky”, Costa Gavras’ın “Z” (Ölümsüz) ve “İtiraf” adlı filmlerinin senaryoları bunlar arasındaydı. ‘Önemli bir aydın, büyük bir yazar’ NED M GÜRSEL orge Semprun’la 1979 yılında Paris’te, doktora öğrencisiyken tanıştım. “Büyük Yolculuk” adlı romanını okumuş ve çok beğenmiştim. Beni çok etkileyen bu romanı Türkçeye çevirdim ve kendisiyle bu vesileyle tanıştım. Sanıyorum bu kitap, Semprun’un Türkiye’de yayımlanan ilk kitabı oldu. 1988’de Felipe Gonzalez hükümetinin Kültür Bakanı olduğunda Cumhuriyet gazetesi için yaptığım söyleşiyle dostluğumuz daha da perçinlendi. Bu söyleşi 21 Kasım 1988’de yayımlandı Cumhuriyet’te. Son olarak 4 yıl kadar önce Saraybosna’da bir yazarlar toplantısında karşılaştık. Yaşlanmış, ama enerjisinden, yaratıcılığından hiçbir şey kaybetmemişti. Ölümü büyük bir kayıp, önemli bir aydın ve büyük bir yazardı. En beğendiğim romanları “Büyük Yolculuk”un yanı sıra “Hoşça Kal Güzel Aydınlık” ve kendi yaşamöyküsünü anlattığı “Federico Sanchez’in Özyaşamöyküsü”dür. J Nüfus cüzdanımı kaybettim. Hükümsüzdür. Melisa Tortamış Nüfus cüzdanımı kaybettim. Hükümsüzdür. İbrahim Bektaş C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle