19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 16 MAYIS 2011 PAZARTES 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Erdoğan iktidarının “NATO’nun ne işi var orada” diye özetlenebilecek bir tavrı sergilediği dönemdir. Yani meşru Libya yönetimini dış etki ve tepkiden esirgeyen bir tutum. Türkiye’nin ekonomik ve tecimsel çıkarlarına da uygun. Ne olduysa, ondan sonra oldu: Okyanus’un iki yakasındaki büyük petrol şirketlerinin ortak çıkarlarına ve Washington’daki “Genişletilmiş Ortadoğu” hesaplarına göre oluşturulan yeni bir Amerikan politikasıyla Türkiye’ye NATO çengelinin atıldığı değişik bir dönem başlatıldı. Aslında, o vesileyle şu önemli soruyu sormak gerekir: Ankara’nın NATO’daki yadsınmaz ağırlığı orada kendi ulusal çıkarlarıyla bağdaşacak biçimde mi kullanılmalıdır ya da başkalarının çıkarlarına hizmet için mi? Ne yazık ki, Ankara NATO kozunu tam olarak ne Batı’yla ilişkilerinde iyi kullanabildi, ne de özellikle Kıbrıs sorunu gibi hem haklı ve güçlü olduğu Kıbrıs sorununda. Buna, Batı’nın Libya oyununa NATO’daki deniz ve hava ağırlığıyla sürüklenişini ekleyebilirsiniz Ankara’nın. Kaddafi’yi bombalayıp küçük oğlunu öldüren uçakların İzmir’deki NATO merkezince yönlendirilmiş göründüğünü de unutmadan. Bir ülkenin liderine “Yönetimi devredip yurtdışına gitsen iyi olur” çağrısında bulunmuş bir Türkiye Başbakanı’nın sonradan aynı kişinin büyük oğluyla görüşüp ilişkileri onarmaya çalışmasında da bizim şu Şark coğrafyasının insanlık ve vefa ölçülerine ters düşen bir yan yok mudur? Sayın Erdoğan, halkın ona verdiği iktidarı keşke bu halkı aynı kültürün başka toplumları gözünde küçük düşürücü biçimde kullanmamış olsaydı. Çılgın Bir Projemiz Var... Kuzeyden güneye gemiyle geçiyoruz; kuzeye yaklaşırken tuzu az, güneyde tuzu bol suda yüzüyoruz… Biri düşümüzü bozdu; aşağı yukarı aynı yaşlardayız. Proje yirmi yılda tamamlanırsa, birkaçımız göremeyebilir, birkaçımız görsek bile… Güven ve Vefa BİR olay var ki, halka açıkça anlatılmadığı için herkesi rahatsız etmekle kalmadı, çok sayıda işadamını da büyük zararlara uğrattı. Olay, Libya’nın meşru hükümetiyle yakın zamana kadar vefayla sürdürülen ilişkileri yaralayıp Kaddafi’nin Ankara’ya güvenini sarsmış ve ülkesinde iş alan Türk şirketlerinin toplam 25 milyar dolarlık gelirini tehlikeye düşürmüştür. Bu noktaya niçin ve nasıl gelindiği ne siyasal parti liderlerine anlatıldı, ne de kapalı bir oturumda milletvekillerine. Üstelik, bozulan ilişki yeni olaylarla daha da kötüleşebilir. Örneğin, geçenlerde meşru hükümete karşı ayaklananların yaralılarını almak üzere Mistrata’ya yollanan Ankara vapurunun limana yanaşması, ancak ültimatom tehdidine varan bir gerilimle gerçekleşebilmiştir. urumun büsbütün içinden çıkılmaz kerteye gelmemesi için bu noktaya niçin ve nasıl gelindiğini anımsamak gerekiyor. Önce, Fransa’yla İtalya’nın petrol açgözlülüğü yüzünden Libya’nın doğusunda Bingazi çevresini ayrılıkçı hareketlerle karıştırdıkları bir dönem var. Başkent Trablus’taki Kaddafi yönetimi, her devleti yönetenin böyle olaya karşı göstereceği bastırıcılığı gösterince ortalık karıştı ve bu tepki üzerine Batılı kışkırtıcılar NATO’yu devreye sokmayı başardılar. O dönem, B Sevgi ÖZEL D irkaç arkadaş, “Biz politikacı olsak, çılgın proje üretebilir miyiz?” diye konuşuyorduk. Biri, “Bizden birinin politikacı olmasını düşünmek bile çılgın projedir” dedi. Öteki, her zaman, her konuya hep ölçülü yaklaşanımızdır. Bireysel ya da birlikte yapılacak her işi, her eylemi ayrıntısıyla tasarlamayı, etkisini, yankısını, bütçesini hesaplamayı seven sorumluluk sahibi biridir. Hepimiz ona baktık; “Ben politikacı olsam” diye başladı; arkasından neler sıralayacağını biliyorduk. Gülüştük. Kızdı, ama susmadı. Bizimki gibi bir ülkede bütün haksızlıkları ortadan kaldırma isteği başlı başına çılgın bir tasarı olduğu için, arkadaşımıza saygı gösterip dinledik. Biraz sonra tartışma sulandı. 90 yıllık cumhuriyet kazanımlarıyla iyi kötü demokrasi deneyimi olan ülkemizin seçim alanları gelmişti gözümüzün önüne. Bu arkadaşın politikacı olması, onun için gerçekten çılgın proje olurdu. O ağır ağır konuşuyor; araya girmemize aldırmıyor, çılgınca değil ama olup bitenler düşünüldüğünde çıldırtan şeyler söylüyordu. Bu yüzyılda alanların bir yanına kadınları, öteki yanına erkekleri dolduran politik anlayış yükselirken; kadınların baskı ya da öykünme yoluyla örtünmesine çanak tutulurken; kadınlar öldürülürken; çocuklar açken; nedense bütün “tesis” açılışlarını seçim dönemlerine raslatıp devletin olanakları kullanılarak oy istenirken; işsizlik yazgıya dönüşmüşken; gençlerin geleceğini karartma pahasına sınav yolsuzluğu bile yapılabilirken; içi çocuk ve gençle dolu, bakımsız okullara birkaç bilgisayar koymak, bilgi eksiği içindeki, kötü kitapları bedava vermek çağ atlamak sanılırken; inanç ve köken farkı acımasızca sömürülürken… Bunca haksızlığın, hukuksuzluğun önünde durmak için direnmekten daha büyük çılgınlık olabilir miydi? “Olabilir” dedi bir başkası, “ben politikacı olsam Anadolu’nun göbeğine deniz getirirdim!” diye ekledi. Ankara’ya deniz getirmek; kaypak politikacılara yakıştırılan bir şakaydı. Arkadaş önerisinde direndi. Nasıl olacaktı? Kalktı, atlası açtı; eline bir cetvel, bir kalem aldı. Karadeniz’in güzel ili Sinop’tan başladı, Ankara’nın üzerinden geçti, Akdeniz’in güzel ilçesi Kaş’a dek uzanan bir çizgi çekti. “İşte” dedi, “Karadeniz’i Akdeniz’e böyle bağlarım! Genişliği, derinliği iyi hesap edilecek bir kanal açtık mı, tamam! Buradan çıkacak toprakla Ege’nin bütün koylarını doldurur, yeni alanları çatır çatır satarım! Tamam mı?” “Ama Sinop’tan Kaş’a dek kaç il, ilçe, köy, dağ, göl, sit ya da orman alanı yok olacak?” “O kadar olacak” dedi ve ekledi: “Kanalın geçtiği kıyılar kalkınacak. Doldurulan Ege koylarında turizm çıldıracak. Düşünsenize, Ankara’da kanala bakan bir balkonda oturmuş çay içiyorsunuz!” Birbirimize baktık; neden olmasın? Ormanlar yok ediliyor; dereler kurutuluyor; tarihsel kentlere su yürüyor; altın aramak için dağlar delik deşik, nükleer deliliği başımızda… Battı balık… Çılgın projeyi geliştirmeye başladık. Kanal boyunca yeni kentler kurduk; aldık verdik; sattık savdık. Oh! Bilmem kaç yıl sonra balkonda oturmuş kanala bakarak çay içiyoruz. Kanalda Karadeniz ile Akdeniz balıkları buluşmuş; yepyeni balık türleri oluşmuş… Kuzeyden güneye gemiyle geçiyoruz; kuzeye yaklaşırken tuzu az, güneyde tuzu bol suda yüzüyoruz… Biri düşümüzü bozdu; aşağı yukarı aynı yaşlardayız. Proje yirmi yılda tamamlanırsa, birkaçımız göremeyebilir, birkaçımız görsek bile… Gerisini düşünmek istemedik. Tartışma sonunda projenin ortak akıl ürünü olduğunda anlaştık; sonradan kopya çeken olmasın; çoktandır her yerin kulağı olduğundan bir çılgın kullanmaya kalkmasın diye yazıya geçirmeye ve adından başlayarak tüm haklarını yasayla güvence altına almaya karar verdik. Bir de basın yoluyla duyurmaya… Bu görevi ben üstlendim; okuyunca bizlere çılgın sözcüğünün eşanlamlısıyla seslenseniz bile; kabul ediyoruz! Biz, bir avuç yazar deliyiz! Bizim de bunun gibi, bundan daha çılgın projelerimiz var! Sınav mı, şkence mi, Kıyım mı? Çözüm, kendi gerçeklerimiz göz önüne alınarak akılcı, çağcıl, karma, parasız; öğrencileri kendi yetenekleri doğrultusunda yetiştiren eğitim hakkını ödünsüz gerçekleştirmek. Kısa erimli politika çıkarlarından sıyrılmak. Mehmet BAŞARAN niversite; yaşama, gelişmelere, aklın, bilimin ışığını tutan, bilim üreterek yaratıcılıklara ivme kazandıran yer. Toplumların gelecekleri, nitelikli eğitim kurumlarında yoğurulur. Cumhuriyet eğitiminin amacı, “tam bağımsız, onurlu, yüce bir toplum yaratmaktır”. Laik, çağcıl, işlevsel, karma eğitim yaşama hakkıyla özdeş bir haktı. Yurttaşları, fırsat ve olanak eşitliğiyle bu hakka kavuşturmak, devletin göreviydi. 1940’lı yıllara değin, gelişmeler bu doğrultudaydı. Hasan Âli döneminde, basın ve eğitim kurultaylarıyla gelişmelere hız kazandırılmıştı. 1946’da, üniversiteler özerkliğe kavuşturuldu. Ne ki, Truman doktrini, Marshall yardımı derken, 1950’de Amerikalı uzmanlar güdümüne girilince; içi boşaltıldı, yolu, yöntemi, başarı ölçüleri değiştirildi eğitimimizin. Kazandırılması gereken insancıl değerleri ölçemeyen test uygulamaları başladı. “Türkçe yazma ve ifade, düşünme yetisinin aracıdır; aydın olmanın şartıdır. Ne yazık ki, ‘50 sonrasının eğitim politikaları, üniversite düzeyine gelmişlere, anadil eğitimini bile verememektedir. Test esasına dayanan sınav sistemleri de, Türk insanının yazarlığına darbe vuran etkenlerden biridir. İlkokuldan başlayarak bütün eğitim basamaklarını kapsayan test yöntemi, Türkiye’yi kasırga gibi sarmıştır. Sanki okuma yazma alışkanlığı zaten bulunmayan toplumda test, bütün grupların bir kurtarıcısı olarak karşılanmış gibidir. Eğitim çağındaki insanların hayatında büyük yer tutan özel dershane sistemi, biraz da bu sayede serpilmiştir.” (Çağgeleceğini karartmadır, buna “milli eğitim” denemez diyen yok. “Bütün test sorularının ifade ettiği kitap bilgileriyle insanları ölçüp yargıya varmak, insanı işe yaramaz bir malumat hokkası olarak görmekten başka ne ifade eder? Asıl kazandırılması gereken insancıl değerler, testle ölçülebilir mi?” (İ. Hakkı Tonguç) “Ya şundadır, ya bunda” yöntemiyle şu kadar puan tutturanlar, çoğu kez yaradılışlarına, yeteneklerine aykırı üniversite bölümlerine girme durumunda kalıyorlar. Sevmedikleri, sevemedikleri alanlarda çalışmaya zorlanmaları kötürümleştirici. Tüm zorlukları aşıp üniversiteyi bitirenler de, diplomalı işsiz olarak ortada Ü daş Türkiye 19081980, s. 478, Murat Katoğlu, Cem Yayınevi). Toplumu elli yıl gerilere götüren 12 Eylül döneminde, öğretmen okulları, eğitim enstitüleri kapatılmış, nitemini yitiren üniversiteler YÖK’e bağlanmış, siyasal gücün atadığı rektörlerle işlevsizleştirilmiştir. Bilim üreten yerler olmaktan çıkmışlardır. Özel okullar, dershaneler, devlet okullarının yerini almış durumda bugün Bakanlıkça des MUSA KART tekleniyorlar. Ürkütücü bir eğitim pazarı kuruldu ülkede. Parasız eğitim, fırsat ve olanak eşitliği öğrencileri kendi yetenekleri doğrultusunda yetiştirme ilkeleri, unutturuldu. Her yıl toplumsal sağlığı bozucu bir gerilimle, üniversiteye giriş sınavları uygulanıyor. Bölgeler, sınıflar, liseler arasındaki uçurumlar gözardı edilerek, iki milyona yakın öğrenci, aynı sorularla sınanıyor büyük bir ciddiyetle (!). Kimi zaman sorular, yanıtlar çalınıyor; kimi zaman, bu yılki gibi utanç verici durumlar... Eğitim fakülteleri, bilim adamları var, ama “şunca yıldır neyi ölçüyorsunuz testle” diyen yok. Bu karmaşadır, toplumun [email protected] kalıyor. Sınavı kazanamayan, elenen iki milyona yakın gence, bedensel ruhsal gelişimlerinin en duyarlı döneminde “başarısızsın” deniyor. Kendisini toplumun gözünde, küçültücü, kırıcı bir yargı... Her yıl her yıl, anababalara, gençlere, ruhsal sağlığı bozucu bir gerilim, bunalım yaşatılıyor... Sınav mı, işkence mi, kıyım mı bu? Çözüm, kendi gerçeklerimiz göz önüne alınarak akılcı, çağcıl, karma, parasız; öğrencileri kendi yetenekleri doğrultusunda yetiştiren eğitim hakkını ödünsüz gerçekleştirmek. Kısa erimli politika çıkarlarından sıyrılmak. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle