15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 4 N SAN 2011 PAZARTES 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Yeni Osmanlıcılara Zorunlu Bir Anımsatma Güvensizlik ve Eğitimsizlik Öyle alanlar ve görevler vardır ki onlarda güvensizlik olmaz. Daha doğrusu, olmamalıdır. Ordusuna, polisine, yargısına güvenmediğiniz bir ülkede iç rahatlığıyla oturabilir misiniz? Toplumun geleceği sayılan öğretim sistemini de bunlara eklemek gerek: O çıktı şimdi. Yükseköğrenime geçiş sınavı tartışması sistem güvensizliğinin üstüne tüy dikti. Yakınmalar yine ayyuka çıkacak. alnız şu var: Yakınmanın olduğu her yerde, dikkatli olmak ve hak yememek gerek. Karnesinde bir kırığı olan öğrencinin “Hoca bana garaz” özrü hep bilinir. Artık yükseköğrenime girişte başarısız olanlara gün doğmuş demektir: Öğrenciler kendilerini affettirecek bir yığın özür, veliler de sistemi suçlayacak bir sürü kusur bulacaklar böylesine tartışmalı bir sistemde. Oysa öğrenciler, bazen birlikte ders çalışma ve dershane bahanesiyle düzenli okulu asmışlar, ana babalar da eğitim düzenini bu ölçüde keşmekeşe sürükleyen iktidarları her seçimde oylarıyla desteklemekten hiç geri durmamışlardır. Diyelim, YÖK ve onun çevresindeki sınav mekanizmaları ara sıra söylendiği gibi kusurlu da eğitim konularıyla uzaktan yakından sorumlu sayılan siyasiler pek mi kusursuz? Her seçimde kuzu kuzu o siyasilerin peşinden gitmek ya da o dershaneler furyasına deste deste para taşımak bilinçli yurttaşlık mıdır? Bir halk, çocuklar iyi yetişsin ve okusun diye bunca özveriye katlanacak da o çocukların ufkunu karartan böylesine verimsiz ve niteliksiz bir eğitim politikasına sessizce katlanacak, olacak şey mi bu? ynı tablo karşısında bütün toplumu kapsayan köklü bir “eğitim devrimi” programıyla niçin ortaya çıkmaz siyasal partiler? Müthiş ilgi uyandıracak ve çok oy toplayacak bir programla: Eğitimin ticarete dönüşmesini önleyen, iyi okullarda okuyabilmeyi aile olanaklarına değil, yeteneğe ve çalışkanlığa bağlayan parasız öğretim sistemi, ulusal eğitimi insan gücü gereksinimlerine göre planlayıp uygulayan ve finansmanını bütün toplum kesimlerine hakça yükleyip belirli bir vergilendirme düzeniyle sağlayan bir program. Hasan Âli Yücel’in yaptığı gibi bir ucu Köy Enstitüleriyle ülke kırsaIına, öbür ucu da “klasikler” çevirileriyle kentli okumuşa uzanan bir “toplumsal öğretim” seferberliğine niçin kafa yorulmaz? Yeni Osmanlıcılar şimdi kimi aldatıyorlar, ne istiyorlar? Bu tür savları ortaya atanlar, gerçekte iç politikaya oynuyorlar. Seçimler yaklaştıkça benzer gösteriler daha da artacaktır. Emperyalizme karşı ezilen ulusların yanında olmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan gelen temel siyasal ilkeleri arasındadır. Güney D NÇ Y A örkemli bir imparatorluğun mirasçılığına soyunmak, işin gerçeğini araştırma gereğini duymayan pek çok kişinin iştahını kabartıyor. Hele din kardeşliğinden yola çıkarak Arap ülkelerinin katılımı ile Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmak, göz kamaştıran bir düş gibi pompalanıyor. Arap dünyasında yaşanan başkaldırıların, bu boş umudu ciddi biçimde alevlendirdiği görülüyor. Bu beklentiler hangi yolla gerçekleşecek? Arap ülkelerinin Osmanlı Devleti’ne savaşlar yoluyla katıldığını biliyoruz. Günümüzde böyle bir olasılık söz konusu değil. Öncelikle Arap halklarının Osmanlı’dan nasıl ayrıldıklarını birer birer gözden geçirmekte yarar var. İmparatorluk, İtalyan saldırılarına karşı koruyamadığı Trablusgarp ve Bingazi’yi, 15 Ekim 1912’de imzalanan Ouchy (Uşi) Antlaşması ile İtalyanlara bırakmak zorunda kaldı. Böylece Libya, İtalya’nın eline geçti. Daha sonra Trablusgarp ve Bingazi İngilizlerin, Fizan Fransızların yönetimi altına girdi. Üç yüz yıl Osmanlı yönetiminde kalan Cezayir, 1830 yılındaki işgal girişiminin ardından gelen savaşlardan sonra Fransızlara geçti ve bu ülkenin sömürgesi oldu. Osmanlı Devleti 18761877 yıllarında Rusya ve Balkan ülkeleri ile yaptığı savaşları yitirince, 1881 yılında Fransa’nın Tunus’a asker çıkarmasını önleyemedi. Osmanlı İmparatorluğu, Fransız işgalini kabul etmedi, ancak protesto etmenin ötesinde herhangi bir tepki de gösteremedi. Tunus, resmi padişah ferman G Hukukçu larında Osmanlı eyaleti olarak görünüyordu. Buna karşın, bağımsızlığını elde ettiği 1956 yılına kadar Fransa’nın “himayesi” altındaki bir sömürge olarak kaldı. En kapsamlı çözülme Birinci Dünya Savaşı’nın sonlandığı 1918 yılında oldu. Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt, Katar, Yemen ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin yer aldığı Arap Yarımadası, 15171918 yılları arasında, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen antlaşmalara kadar Osmanlı Devleti’nin egemenliği altındaydı. 1932 yılında bağımsızlığını kazanan Suudi Arabistan’ı tanıyan ilk devlet ise Türkiye Cumhuriyeti oldu. Bağımsızlık girişimleri Mısır, Suriye ve Irak, 1. Dünya Savaşı sonuna kadar Osmanlı yönetiminde bulunduktan sonra, Suriye Fransa’nın yönetimine geçmiş; Irak, İngiltere ve Fransa arasında paylaşılmış, Mısır İngiliz egemenliği altına girmiştir. Kısaca değindiğimiz tarihi sürecin bazı ortak sonuçları üzerinde durulması gerekiyor. Başta Arap Yarımadası ve Mısır olmak üzere, bütün Arap toplumlarında, bu coğrafyada yaşayan diğer halklarla birlikte Osmanlı Devleti’ne karşı zaman zaman bağımsızlık girişimleri patlak vermiş, ancak bunlar güç kullanılarak bastırılmıştı. Devleti Âliye, bu ülkelere bağımsızlık yollarını kapatmıştır. Osmanlı Devleti’nden savaşlarla ayrılan Arap ülkeleri arasında doğrudan bağımsızlığını kazanan tek bir Arap Devleti bulunmuyor. Avrupa emperyalizminin geliştiği yıllarda Osmanlı’dan koparılan bütün Arap toplumları, çeşitli biçimlerde Avrupa devletlerinin sömürgeleri durumuna düşmüşlerdir. Arap ülkeleri, egemenleri eliyle başta petrol olmak üzere, emperyalizme olan ekonomik bağımlılıklarını sürdürecek koşullar oluşturularak, ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra siyasal bağımsızlıklarını kazanabilmişlerdir. Arap dünyasının, Avrupa ülkelerinin boyunduruğu altına girmesinde, hatta bugün içine düştüğü karmaşada, bu toplumları üç yüz veya kimini dört yüz yıl egemenliği altında bulunduran Osmanlı Devleti’nin sorumlulukları tartışılmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu, milliyetçilik akımlarının doruklaştığı yıllarda Arap uluslarının bağımsızlıklarını tanımamış, onlara askeri, siyasal ve bilimsel yönlerden gelişme olanağını vermemiştir. Farklı ulusların bir arada yaşayacakları demokratik ve insani projeleri geliştirmeden, savaşları yitirdikçe, sorumluluğu altında bulunan, koruma yükümlülüğünü üstlendiği bu ülkeleri, emperyalizmin eline bırakmıştır. Aydınlanma ve sanayi devrimlerini gerçekleştiren Batı’nın gelişmesi karşısında, üstlendiği koruma görevini yerine getiremeyen Osmanlı’nın “başka seçeneği yoktu” denilebilir. Ancak bunun da sorgulanması gerekmiyor mu? Abartılı söylemlerle Osmanlı Devleti’nin gönüllü mirasçılığını üstlendiklerini dillendirenlerin, bundan sonra da aynı yanlışları sürdürmemeleri için özeleştiri yapmaları, tarihsel olduğu kadar güncel bir zorunluluktur. İslam dünyasının halifesi olan Padişah’ın 14 Kasım 1914 günü Fatih Camii’nden okunan, ayrıca bütün İslam ülkelerine yazılı olarak duyurulan Cihadı Ekber çağrısı da bir işe yaramadı. Osmanlı birlikleri özellikle Çanakkale’de, topraklarına saldıran Müslüman ülkelerin askerleriyle de savaşmak zo runda kaldı. Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanınca 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak savaştan çekildi. Yenik düşen ordu bütün cephelerde silahlarını bıraktı, askerler terhis edildi. Bir süre sonra, yalnız Arap ülkeleri değil, Anadolu da savaşı kazanan devletlerce işgal edildi. Sevr Antlaşması Padişah Vahdettin’in başkanlığında toplanan Şurayı Saltanat, 22 Temmuz 1920’de, “zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih edilmeye değer” bularak onay verince, 10 Ağustos 1920’de İstanbul Hükümeti’nin temsilcileri, Arap ülkelerini ve Anadolu’nun büyük bir bölümünü yabancılara dağıtan Sevr Antlaşması’nı imzaladılar. Şurayı Saltanat’ın “zayıf mevcudiyet” dediği nesne, işgal altındaki İstanbul’da acınacak koşullardaki bir kukla devletti. Yani Padişah ve yakın çevresinin birkaç saray ve müştemilatı içine tıkıldıkları Osmanlı’nın bilinen sonu. Yeni Osmanlıcılar şimdi kimi aldatıyorlar, ne istiyorlar? Bu tür savları ortaya atanlar, gerçekte iç politikaya oynuyorlar. Seçimler yaklaştıkça benzer gösteriler daha da artacaktır. Emperyalizme karşı ezilen ulusların yanında olmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan gelen temel siyasal ilkeleri arasındadır. Varlık nedenleri olan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve ardından gelen devrimlerle Cumhuriyet’in sağladığı çok yönlü kazanımların üzerine basa basa “Yeni Osmanlıcılık”tan söz edenler, acaba ne istediklerini biliyorlar mı? Günümüzde kendi kendilerine övgüler döşeyenlerin göstermelik girişimleri, inandırıcı olmaktan çok uzaktır. Altın yaldızlı tuğraların gizemine özenenlerin, ülkemizi üstesinden gelemeyecekleri kavgalara karıştırmadan, kavuklarını, feslerini önlerine koyup gerçekleri görmeleri gerekiyor. Yaklaşan Deprem İçin Acil Önlem B Dr. Y. Müh. Erdemir KARAKAŞ Enerji ve T.K. Bak. ( E) Müsteşarı eklenen büyük İstanbul depreminin giderek yaklaştığını hatırlamamız için mutlaka ülkemizde veya dünyanın herhangi bir yerinde önemli bir felaketin olması gerekiyor. Japonya’daki son felaket de gene konuyu gündeme getirdi. Hatırlanacağı gibi 17 ve 18 Ağustos tarihli gazetelerin ço ğunda Marmara depreminin on birinci yıldönümü olduğunu hatırlatan yazılar, felaketin ürperten fotoğrafları, bazı bilim adamlarının görüşleri, yorumları yer almış, bununla bağlantılı olarak, yaklaşan büyük İstanbul depremine ilişkin tespit, varsayım ve tahminlere yer verilmişti. Deprem konusundaki bilgisi, deneyimi tartışma götürmeyen Sayın Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara, hemen hemen tüm bilim adamlarının bilimsel verilere dayanarak olacağına kesin gözüyle baktıkları İstanbul depreminin büyük olasılıkla 2010 2014 yılları arasında, yani önümüzdeki dört yıl içinde gerçekleşeceğini vurguluyor. Kandilli Rasathanesi Müdürü Sn. Prof. Dr. Mustafa Erdik ise depremin en az 7 büyüklüğünde olacağını, 200 bin binanın hasar göreceğini, bunlardan 20 bininin tamamen yıkılacağını ve 30 bin kişinin hayatını kaybedeceğini ifade ediyor. Görüldüğü gibi tahminler hiç de iç açıcı değil. Hatta ürkütücü. Buna karşılık bütün yetkililer, ilgililer, sivil toplum örgütleri medyamız, tüm toplumumuz derin bir gaflet ve rehavet içinde, kaderine razı, olacak felaketi bekliyor. nlemler yeterli mi? Büyükşehir Belediye Başkanımız Sayın Kadir Topbaş İstanbul’da alınan önlemlerle ilgili olarak bugüne kadar bir milyar liranın üstünde harcama yaptıklarını, şehrimizin on beş farklı haritasını çıkardıklarını, altı ilçede 146 bin binanın tarandığını, bu binalardan 40 bininin yıkılma riski taşıdığını ifade ediyor. Yapılan bu haritalar, bu tespitler mutlaka gerekli. Fakat sizce bütün bunlar önümüzdeki 34 yıl içinde yıkılması muhtemel bu binaların altında kalıp ölecek olan 30 bin kişinin hayatlarını kurtarmak için yeterli mi? Yeterli olmadığını Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül de kabul ediyor. “Geçen yıllar içerisin Ö de depreme hazırlık kapsamında yürütülen ciddi çalışmalara rağmen kat edilen yolun yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Eksiklerimizi hızla tamamlamak durumundayız” diyor. Bakınız, aradan on bir yıl geçmiş, biz sadece haritalar yapmış, hangi binalarda kaç kişi öleceğini hesaplamışız. Kalan üçdört yıl içinde bu binaların yıkılıp altında kalacak onbinlerce kişiyi öldürmelerini önleyecek tahliye ve/veya takviye işlerini, kentsel dönüşüm projelerini nasıl yetiştireceğiz? Bu noktada benim herkesle paylaşmak istediğim, ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin, tüm yetkililerin dikkatlerine sunmak istediğim bir çözüm önerim var. Depremle ilgili bu bilgilerin yayımlandığı günlerde medyada şöyle bir haber yer aldı: “Halen İstanbul’da dört yüz bin adet satışa hazır boş konut var!..” Bir yanda 34 yıl içinde olacak depremle yıkılmayı bekleyen 20 bin bina ve altında kalarak ölecek 30 bin kişi var, diğer tarafta dört yüz bin boş konut var. Bu sizce bir çelişki değil mi? Ve size hiçbir şey çağrıştırmıyor mu? En basit bir mantıkla yıkılacağını tahmin ettiğiniz 20 bin binada oturan ve şu anda kaderlerince ölüme mahkum edilmiş olan 30 bin kişiyi alınız, boş bekleyen dört yüz bin konutun takriben sadece yüzde 5’ine tekabül eden 20 bin konuta yerleştiriniz. Bu iş bu kadar basit mi? Tabii ki basit olmayacak. 30 bin kişinin hayatını kurtarıyorsunuz bir de kolay mı olsun istiyorsunuz. Sonra söyler misiniz bana zor olan nedir? Lütfen bana bürokrasiden, tüzüklerin, yönetmeliklerin engel olduğundan söz etmeyin. Gerekirse İstanbul depremi için olağanüstü yetkiler sağlayan yeni bir kanun da çıkarılabilir, ama bence kamu yararı söz konusu olduğu bu iş için mevcut istimlak kanunu bile yeterlidir. Depremde yıkılacak olan binalarda oturanların rızasının alınmasını da ben bir engel olarak görmek istemiyorum. Mülkiyet hakkı kutsaldır. Saygı duyuyorum. Ancak, depremde yıkılacak 20 bin bina, ölecek 30 bin kişi sadece o binalarda oturan kişilerin değil, tüm toplumun sorunudur. vler tahliye edilmeli Refah düzeylerinden fedakârlık yapıp oturdukları binaları takviye ettiren veya depreme dayanıklı binalar edinen insanlar da felaketin olumsuz sonuçlarından etkilenecekler. İstanbul, hatta ülke ekonomisi sarsılacak, yıllar boyu tüm toplum cefa çekecek, zarar görecektir. Bu nedenle yıkılacağı tespit edilen binalarda oturanlara hakları olan büyüklükte, mümkünse tercih ettikleri semtlerde, daha kaliteli, depreme dayanıklı konutlar önerilecek, almak istemeyen, direnen, hakkına razı olmayarak daha fazlasını isteyen kişilerin kaprislerini, aşırı taleplerini dikkate almadan kamu yararı ön planda tutularak istimlak ve tahliye işlemlerini tamamlamak gerekecektir. E Kimsenin elindeki satılık boş dairelere karşılıksız el konulması, gasp edilmesi söz konusu değildir. Yıkılacağı tespit edilen binalardan tahliye edilecek ailelerin iskân edilecekleri boş daireler karşılığında, yıkılan binaların bulunduğu bölgelerde yeni imar planları, “kentsel dönüşüm projeleri” ile üretilecek iki, gerekirse üç daire yapılabilecek arsa tahsis edilebilir. Halen İstanbul sınırları içindeki Toplu Konut İdaresi’ne ait konutların sayısını bilemiyorum. Sorun belki de büyük ölçüde bu konutlarla çözümlenebilir. Sadece eksik kalan bina sayısı için müteahhitlere çağrı yapılabilir. Göz ardı etmemek gerekir ki yıkılacak 20 bin bina yerine daha fazla sayıda depreme dayanıklı, kaliteli binanın yapılması inşaat sektörüne küçümsenemeyecek ölçüde canlılık getirecektir. Bu da çözüme destek verecek müteahhitler için önemli bir avantajdır. Sorumlu oluruz Buradan İstanbul’da satılık boş konutu olan değerli müteahhitlerimize, sektörle ilgili sivil toplum kuruluşlarına, saygıdeğer medyamıza bir çağrıda bulunmak istiyorum. Geliniz en azından bu konuyu tartışıp sonuç alınıp alınamayacağını irdeleyecek, değerlendirecek bir platform oluşturun. Mutlaka bir uzlaşma, bir çözüm yolu bulunabilecek ve çabuk davranılırsa belki onbinlerce kişinin yaklaşan deprem felaketinden sağ salim kurtulması sağlanmış olacaktır. Aksi halde bu toplumun fertleri, aydınları olarak hepimiz İstanbul depreminde yıkılan binaların altında kalarak canlarını veren 30 bin kişinin ölümüne çare bulamamaktan, daha ağır bir ifade ile buna sebep olmaktan, kendimizi ömür boyu sorumlu hissedeceğiz. Uzlaşma olmalı Tahliye edilecek aileler hangi binalara yerleştirilecektir? Burada görev, öncelikle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı olmak üzere Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, TOKİ gibi ilgili kamu kuruluşlarına, Müteahhitler Birliği, Tüm İnşaat Müteahhitleri Federasyonu, TMMOB, TÜSİAD, TOBB gibi inşaat müteahhitlerimizin büyük çoğunluğunu bünyesinde bulunduran sivil toplum kuruluşlarına düşüyor. Bu bir uzlaşma konusudur. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle