16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 4 N SAN 2011 PAZARTES [email protected] 10 DIŞ BASIN ‘Libya savaşı yanlış’ ROBERTO FESTA ibya’ya yönelik saldırı, hiçbir şekilde barışçı müdahalenin kuralları ile haklı kılınamayacak bir yanlış.” Princeton’dan siyaset felsefecisi baskı politikası. Libya’daki muhalefetin baskı uygulamasının trajik ve dramatik Michael Walzer yıllardır şiddet sonuçları olabilirdi. Ancak hedefine kullanımı, iktidar ve etik arasındaki ulaşmayan her demokratik ayaklanma karmaşık ilişkileri inceliyor. 1970’li uluslararası güçlere her seferinde yıllarda kaleme aldığı “Haklı ve Haksız Savaşlar” başlıklı tanınan kitabında müdahale etme hakkı tanımıyor. Yoksa her yere sürekli aynı gerekçeyle müdahale Vietnam savaşının neden “haksız”, edilebilir ki, bu gerek siyasi gerekse İkinci Dünya Savaşı’nınsa neden “haklı” ahlaki açıdan kabul edilebilir bir şey olduğunu anlattı. Libya’yı hedef alan değil. Demokratik bir müdahalenin ilk birleşik güçlerin gönderdiği füzelerin (Fotoğraf: AP) kuralı, tek başına yaşama şansı büyük bir olasılıkla bir kan banyosuyla noktalanacak siyasi ve ahlaki bir yanlış bulamayan muhalif güçlere destek Muhalifler, Brega kentinde Batılı güçlerin Kaddavermek olmamalı. olduğunu düşünüyor. fi kuvvetlerini bombalamasını sevinçle karşıladılar. Askeri bir müdahale ne zaman Libya’ya müdahale niçin yanlış bir gerekli? Savaş ne zaman “insani seçim? siyasi sahneden silmek olduğu görünüyor. WALZER Libya’ya açılan savaşın farklı Ancak çok güç. İşbirlikçilerin karşısında her yardım” amaçlı olabilir? nedenlerle hatalı olduğunu düşünüyorum. Bazı örnekler verilebilir. Örneğin ikisi de tehlikeli iki yol var. Ya uzun ve Kamboçya’da Kızıl Kmerler’in “ölüm Öncelikle saldırının gözettiği hedefler, kanlı bir savaşla yönetilebilecek bir tarlaları” karşısında müdahale etmek yeterince belli değil. Amaç, Kaddafi’nin ayaklanma hayata geçirilecek ya da ateşkes kovalanması mı? Veya isyancıların ilan edilecek ama bu kez Kaddafi, Libya’nın gerekliydi. Darfur ve Ruanda’daki ayaklanmasına askeri destek mi verilmek operasyonlar da doğruydu. Ancak Libya’da büyük bölümünün patronu olacak. isteniyor? Ya da daha kısa bir tanımla, bugünlerde yaşananları bu ülkelerde olan Kaddafi’nin kendisine muhalefet bitenlerle karşılaştırmak mümkün değil. planlanan bir ateşkes mi? Birleşik güçlerce edenlere karşı vahşice bir baskı yapma “İnsani yardım amaçlı savaş”, yüz Libya üzerine yağan bombaların olasılığı vardı… binlerce kişiyi kesin ölümden kurtaran yoğunluğuna bakılırsa ana hedefin tiranı Bir soykırım ya da katliam değil ama “L ABD’li felsefeci Walzer: Hedefine ulaşmayan her demokratik ayaklanma, uluslararası güçlere her seferinde müdahale etme hakkı tanımıyor savaştır. Bu türden bir savaş masumların yaşamını tehlikeye sokarak ikincil tehlikelere neden olabilir. Öte yandan insani yardım amaçlı savaşlar katliamın önüne geçebildiği için, riske attığı ölümlerden çok daha yüksek miktarda can kurtarabilir. “İnsani yardım amaçlı savaş”ın siyasi etkenlerden bağımsız olduğu öne sürülebilir mi? İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan faşizmdeki gibi dünyanın dengesini tehlikeye sokan bir örnekte hayır. Ama Libya örneğine baktığımızda Kaddafi dışarıda ne kimseye saldırdı ne de tehdit etti. Yineliyorum. Bir tek insani açıdan bir felaket tablosu, barış amaçlı bir savaşı haklı kılar. Barışçıl bir savaş, kanlı dahi olsa bir baskı siyasetinin uygulanması durumunda tercih edilemez. Ne rejim değişimine uygun bir zemin hazırlamak için ne de tirandan kurtulmak için başvurulabilir bu türden bir savaşa. İtalyancadan çeviren: Aslı Kayabal (La Repubblica, 24 Mart 2011) Anlayana Fukuşima Dersleri Fukuşima santralının yapımcısı Topco’nun genel müdürü kâr uğruna çeşitli güvenlik ihmallerini anımsarken utancını şu sözlerle dile getirmek erdemini gösteriyor: “Torunlarımın gözlerine bakamıyorum!” Japonların başına birbiri ardından gelen üçlü felaketten büyük dersler çıkardıklarından kuşku yok. Nitekim Nobel edebiyat ödüllü büyük yazarları Kenzaburo Oe “Kurbanlarımızın bakışları altındayız” diyor ve şu can alıcı düşünceyi dile getiriyor: “Atom ateşini bilen Japonlar nükleer enerjiyi endüstriyel verimlilik olarak gömekten uzak durmalıdırlar.” Japonya’nın başına gelen 9 şiddetindeki deprem, yıkıcılıkta onu gölgede bırakan tsunami ve küresel tehlike olarak Fukuşima Nükleer Santralı arızasından oluşan üçlü felaketin en iyimser tahminle bu ülkeye yirmi bini aşkın kurban, üç yüz milyar doları aşan maddi zarar, bölgeyi olduğu gibi gezegenin tümünü tehdit eden Fukuşima santralından sızan ve önüne geçilmesi olanaksız görünen arızadan gerekli dersleri alacaklarından kuşku yok. Ama hiçbir Japon yöneticisinden “ülkenin yirmi bin kurbanının yanı sıra üç yüz milyar dolar maddi zarara ve bölge ve neredeyse dünyayı tehdit eden boyutlarda radyasyon sızmasına neden oldu diye kimse bizden nükleer enerjiden vazgeçeceğimizi beklemesin” demesini boşuna beklemesin. Tıpkı bir bakanın çıkıp “Fukuşima santralından sızan radyasyon bulutlarının rüzgârların yüzü suyu hürmetine ülkemizden teğet geçtiği için şanslıyız” demesi de kuşkusuz beklenmemelidir. Sayın bakan bizi teğet geçen radyasyon bulutlarının başka ülkelere ve insanlarına zarar verebileceğini, anlaşılan pek umursamıyor. Hazin olan da bu. En iyimser tahminle yirmi yıl sonra üretime geçmesi söz konusu olan nükleer santral konusunda özellikle de Japon felaketinin ardından tüm dünya şapkasını önüne koyup nükleer santrallar konusunda neler yapılabileceğini kara kara düşünürken bizim yöneticelerimizin henüz tasarı halinde olan muhtemel bir nükleer santral konusunda acaba neden bu denli kararlı görünmektedirler? Neden, özellikle de Fukuşima felaketinden sonra tıpkı nükleer santrala sahip öteki ülkeler gibi nükleerden enerji sağlanmasını yeniden gözden geçirmeye niyetli görünmemektedirler? Anlamak olası değil. Bir zorları var, ama ne? Oysa Japon felaketinden sonra nükleer konusunu gözden geçirmeye hazırlanmayan ülkeye raslamak olanaksız. Herkes, nükleerden enerji üretmenin riskinin, özellikle de Japon felaketinden sonra bütünüyle ayırdında. Üstelik bunu yaparken bu işin hiç de kolay olmadığı ortadayken. Zira artık deprem, tsunami, taşkın gibi felaketlerin önlenmesinin, bu felaketlere dayanıklı santralların yapımının hemen olanaksız olduklarının Japon felaketiyle bir kez daha ortaya çıktığı şu günlerde... Bugün gezegende şu hususun ayırdında olmayan bizden başka ülke yok. Herkes kolları sıvamış bugün dünyada çalışan 430 nükleer santralın geleceğini sorgulamaktadır. Başta Almanya olmak üzere, miadı dolmuş santralların kapatılması takviminin hızlandırılması gündemdedir. Ciddi Le Monde gazetesi, 1 Nisan 2011 tarihli başyazısında konuyla ilgili güçlüklerden söz etmektedir. Bazı santralların kapatılmasının ve sökümünün maliyetinin daha önce yasalarla saptanan miktarı hayli aştığı, bu nedenle de bunların yeniden değerlendirilmesi ve finansmanının sağlanması altından kolay kalkılamayacak ağır bir yük olarak görünmektedir. Zira santralların sökümü ve nükleer atıkların stoklanması zengin ülkeleri bile zora sokacak maliyetler gerektirmektedir. Örneğin başlangıçta 15 milyar Avro olarak saptanan nükleer atık stoklamalarının maliyeti bugün otuz beş milyar Avro’ya ulaşmıştır. O kadar ki kimilerine göre üçüncü nesil reaktörlerin (EPR) güvenli stoklama için milyarlarca ton betonarmeye gömülmeleri gerekmektedir. Bu imkânsız demekle eşanlamlıdır. Bilinen bir başka zorluksa santralların sökümüyle ilgilidir. Nitekim Fransa’nın Finistere bölgesinde yer alan Brennilis santralının sökümü yirmi beş yıldır sürmekte, başlangıçta tahmin edilen 30 bin Avro maliyetse şimdiden 20 katı fazlasına ulaşmış durumdadır. Bu açıdan yaklaşıldığında nükleer santralların atıklarının stoklanması ve söküm maliyetleri gelecek kuşakların sırtına yüklenecek ağır miras olarak görünmektedir. Şu ana kadar nükleerden elektrik üreten ülkelerin arasında olmamamız ülkemiz için büyük şanstır. Bu belalı olduğu kadar zengin ülkelerin bile altından kalkmakta zorlanacakları harcamalar gerektiren bu pahalı oyuncaktan vazgeçmek ve enerji için bilinen çözümlere yönelmek bugün için olduğu gibi yarın için de en salim yol olarak görünmektedir. ABD’Lİ SİYASET BİLİMCİ FUKUYAMA ‘Arap baharı, tezlerimi onaylıyor’ Demokrasilerde yaşayan toplumların gözcü olmaları gerekir, çünkü demokrasiden geriye de dönülebilir. FEDERİCO RAMPİNİ “B ugün Arap dünyasında yaşananlar 1989’da ‘Tarihin Sonu’ başlıklı tezimde öne sürdüklerimi doğruluyor. O zaman liberal demokrasinin insan toplumlarının evriminde en ileri aşamayı temsil ettiğini söylemiştim. O dönemde Arap dünyası bu söylemin dışında kalıyordu. Ama bugün için artık bu yorum geçerli değil, Arap toplumları bizden çok farklı değiller.” ABD’li siyaset bilimci Francis Fukuyama bugünlerde “The Origins of Political Order” (Siyasi Düzenin Kökenleri) adlı yeni denemesiyle yine gündemde. Prehistoryadan 1789’a kadar toplumların ve siyasi sistemlerin analizini yapmayı ilke edinen anıtsal bir çalışmanın ilk kitabı olan bu denemeyi Fukuyama hocası olan ve 2008’de yaşama veda eden “Uygarlıklar Çatışması”nın mimarı Samuel Huntington’a adadı. Libya, Mısır, Tunus, Suriye, Ürdün ve Yemen’de yaşananlardan hareket edersek bir başka 1989’la karşı karşıya mıyız? FUKUYAMA Geçmişte diktatörün gölgesi altında yaşamaya dayanamayan kitlelerin başka gökyüzleri altında ve ortamlarda isyan ettikleri olgunun bir başka boyutuyla karşı karşıyayız. İstedikleri Batılı anlamdaki demokrasilerden çok da farklı değil. Ben bu süreci, demokrasilerin üçüncü dalgası diye adlandırmıştım. İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da otoriter yönetimlerin ardından yaşanmaya başlanmıştı bu süreç. Daha sonra Latin Amerika’ya sıçradı ve en son da Doğu Avrupa ülkelerine. Son yirmi yıl boyunca dünyada demokrasiler üçe katlanırken Arap dünyası bu değişim rüzgârının dışında tek başına kaldı. Şimdi gördüğümüz gibi, liberal demokrasinin değerleri, belli kültürlerle sınır değil. Arap ülkelerinde yaşananlar, bunun kanıtı. Yeni yapıtınız uzun soluklu bir tarihsel dönem freskini çağrıştırıyor. Arap dünyasında yaşananlar konusunda neler söylemek istersiniz? Araştırmalarımda demokrasi ve hukuk devletinin temeline işaret eden kurumların kökenini inceliyorum, Bu kurumların her biri çaba gerektiren bir çalışma ve gelişimin ürünü. Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrasında yaşanan düş kırıklığını anımsıyorum. Ukrayna, Kazakistan gibi eski Sovyet cumhuriyetlerinde bazıları otoriter rejimlerle noktalanan “turuncu devrimler” yaşanmıştı. Çünkü bu ülkelerdeki demokratik hareketler sağlam temelli kurumların inşası için yeterli değildi. Bugün aynı tehlike, demokratik kurumlardan yoksun Mısır için de geçerli. Mısır’da şu anda görünürde olan başlıca iki güç askerler ve Müslüman Kardeşler. İki yıl içinde Arap dünyasında yaşanan devrimler konusunda büyük bir düş kırıklığı yaşayabiliriz. Küresel dönüşümün eşiğinde demokratik değerlere vurgu yapmasına karşılık kitleler, milliyetçiliği, sosyalizmi ve muhafazakârlığı tercih ediyor. Böyle bir durumda, u yılın ilkbaharı, Rusya’daki en önemli olaya siyasi yönetim, teorik olarak, kitlelerin tepkisini hazırlık sürecinin başlaması anlamına geliyor: çekecek politikalar uygulama ve Batı’yla 2012 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerine, tam bütünleşme yolunu seçme imkânına sahip bir yıl kalmış durumda. Bu şartlarda, Putindurumda. Fakat bunu başarabilmesi için iktidarın, Medvedev ikilisinden birinin herhangi bir imalı halka, Batı’yla bütünleşme sürecinin getireceği sözü, sembolik bir jesti, çok büyük bir dikkatle izlenerek buradan mesajlar çıkartılmaya çalışılacak. somut yararları ispatlayabilmesi gerek. Şayet ispatlayabilirse, küreselleşmeye şiddetle karşı Fakat ben şimdi, böyle imalar veya jestler yerine, çıkanlar bile bu yolu destekleyebilir. Fakat Rusya’daki ve dünyadaki genel tabloyu ele almak ABD’ye baktığımızda, burada Rusya’ya yönelik iki istiyorum. Bütün detaylara rağmen bugün herkes, yaklaşımın olduğunu görüyoruz. Obama’nın ABD’nin dünyanın lider devleti olmaya devam politikası, Rusya’yı demokratikleştirme yoluyla ettiği konusunda hemfikir. ABD’de, tabii ki, yeni Batı kulübüne dahil etmeye dayanıyor (fakat muhafazakârların “Amerikan imparatorluğu” burada da Rusya’nın gayet mütevazı şartlarda projesi ile, Obama’nın öngördüğü ve ABD ile entegrasyonu öngörülmekte). oun müttefikleri arasında daha adil kâr Cumhuriyetçilerse, Rusya’nın mümkün paylaşımını öngören model arasında olduğunca zayıflatılması, hatta farklar var. Fakat bu modelleri, Batılı usya parçalanmasından yana. Obama’nın olmayan ülkeler açısından ele alacak yönetimi bir Rusya’ya yönelik sempatisi de ABD’de olursak, karşımızda, bir tarafta Batılı tepkiyle karşılanıyor. Bu durum, ülkelerin siyasi ve ekonomik tarafta Batı Rusya’daki Batı yanlılarını gayet hassas değerlerine boyun eğmek veya dünyasıyla entegre bir durumla karşı karşıya bırakıyor. Batı’nın her alanda sömürgesi olma projesi ile diğer Önümüzdeki yılın devlet başkanlığı olmak seçeneklerinin bulunduğunu seçimlerinde de bu konunun kilit görürüz. Batılı olmayan ülkeler, bu tarafta seçmen sorunlardan biri olacağını sürece farklı şekilde tepki kitlesinin daha hoşuna söyleyebiliriz. Zira, bir taraftan Batı veriyorlar. İran, Venezüella, Kuzey gidecek olan, ulusal sistemine entegre olmakla diğer tarafta Kore ve Libya gibi ülkeler, bu ulusal egemenliği korumak arasında sürece açıkça karşı çıkıyor. egemenliği koruma denge kurma çabasını kamuoyundan Aralarında Çin, Brezilya ve politikaları gizlemek kolay olmayacak. Obama da Türkiye’nin bulunduğu ülkeler ise bir arasında gidip bütün Rusya dostu tavrına rağmen Rus taraftan Batı’yla iyi ilişkileri kamuoyunu tatmin edecek somut adımlar sürdürme, diğer taraftansa ulusal geliyor. atmaya niyetli değil. egemenliği mümkün olduğunca koruma çabasındalar. Rusya’nın cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir yıl kala, dünyadaki tablo Batı’yla çatışma... böyle. Rusya’daki gelişmeleri takip ederken Rusya Rus devlet başkanlığı adaylarının, tabii ki, Batı yönetiminin bir tarafta Batı dünyasıyla entegre olma projesi ile diğer tarafta seçmen kitlesinin daha karşıtı bir tutum (Avrasyacılık veya milliyetçilik) takınmalarına imkân verecek ideolojik bir hoşuna gidecek olan, ulusal egemenliği koruma zenginlik mevcut. Fakat iç politikada her zaman iyi politikaları arasında gidip geldiği izlenimini sonuçlar sağlamış olan bu politikanın, dış ediniyoruz. Fakat, bu ikinci politikada da politikada Batı sistemi ile tam zıtlaşmayı getirmesi küreselleşmenin ideolojik olarak reddedilmesi söz konusu değil ve Kremlin’in (özellikle son yıllarda), ve bu sisteme ağır bir darbe indirmesi söz konusu olur ki, böyle bir durum Rusya’yı yönetenlerin küreselleşmeye açıkça olumsuz tavır takınan kaçınmak istedikleri bir durumdur. Rusya’yı ülkelerle (İran ve Libya gibi) kendi arasına mesafe koymaya çalıştığını görüyoruz. Bütün bu meselenin yönetenler, bu yola en son seçenek olarak başvurmak niyetindeler. Rusya, Batı’yla çatışma iki unsuru var: Birincisi, Rusya’da geniş kitlelerin yolunu seçer mi? Bu sorunun yanıtını, sadece öznel durumu, ikincisi ise siyasi yönetimin etkinlik birkaç ay içinde alabileceğiz. derecesi. Rus kamuoyu, küreselleşme sürecine karşı çıkıyor ve giderek daha güçlü şekilde, Rusçadan çeviren: Deniz Berktay egemenliğin korunmasını, hatta Sovyet dönemine (İzvestiya, 1516 Mart 2011) dönülmesini savunuyor. İktidarın liberal ALEKSANDIR DUGİN ABD güç bir dönemden geçiyor Çin, Batı’ya alternatif en önemli model. Arap dünyasındaki dalgalanmadan sonra şimdi sırada Çin var diyorsunuz... Çin sıra dışı bir ülke değil, Çin’de de otoriter bir yönetime karşı tepkiler var. Arap ülkelerinden farklı kılan, oradaki yönetici sınıfın daha etkili oluşu. Hem ekonomik açıdan büyümeyi başardı hem de iş olanakları yarattı. Çin’de Arap dünyasındaki gibi eğitimli ama işsiz gençler ordusu sorunu yok. Öte yandan Pekin, her türden protestoyu önceden bastırmakta başarılı. Ama temelde Çinliler ile dünyanın geri kalanı arasında kültürel açıdan bir fark yok. Önemli olan tarih, çünkü tarih yeni yollara zemin hazırlayabilir. Demokrasi isteği Arap dünyasındaki yönetimleri yıkarken ABD’de neler oluyor? Amerika çok güç bir dönemden geçiyor. Bu bir tek ekonomik kökenli sorunlara dayanmıyor. Tüm demokratik sistem, siyasi partiler arasındaki kutuplaşmalar nedeniyle felç olmuş durumda. Gerekli reformları yapmak ya da kriz için dengeli bir bütçe önermek mümkün görünmüyor. Genel durumun daha da kötüye gitmesi tehlikesi var. Çözümün gelmesi gecikebilir ve bunun sonuçları da pahalı olacaktır. Bir çözüme gidilebileceğinin garantisi de yok aslında. Önce de söyledim, tarihte kesin olan bir şey yok. Demokrasilerde yaşayan toplumların gözcü olmaları gerekir, çünkü demokrasiden geriye de dönülebilir. İtalyancadan çeviren: Aslı Kayabal (La Repubblica, 30 Mart 2011) B R C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle