16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 25 N SAN 2011 PAZARTES 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Sakın Gerçek Sorunu Görmeyin! Libya’da NATO’lu Bilanço BAŞBAKANI “Ne işi var NATO’nun orada” diyen bir iktidar, daha sonra Libya’da barışı korumak için NATO’dan görev almışsa, barışçı tutumunu görev boyunca bütün üyelere kabul ettirmesi gerekmez miydi? Öbür ülkelerin gönderdiği deniz gücünden daha büyük bir filotillayla, İzmir’deki üsten yönlendirilen gözetim ve ikmal uçaklarıyla bu işe soyunan bir Türkiye’nin, görev alıştaki tutumuyla hep tutarlı kalması beklenirdi değil mi? Hele görev yüklenişin hemen ardından yaralıları tahliyeyle ve ilaç ya da sağlık personeli yardımlarıyla takdir toplayarak işe başlanmışsa. ma sonrası? Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararına uygun olarak, Libya’da vuruşanlara denizden askeri yardımın önlenmesi ve hava sahasının uçuşlara kapalı tutulması gerekirken, bir ayı aşkın süredir olup bitenlere bakıldığında Batılı müttefiklerine söz geçiremeyen Türkiye açısından tam bir başarısızlık göze çarpıyor. Fransa’nın kışkırtışıyla Bingazi’yi ele geçirenler yine Fransa’nın tanıdığı bir yönetim kurarak Batı’ya doğru ilerlemeye kalkmış, kara ve hava kuvvetleriyle onlara karşı koyan Kaddafi ordusu da İtalya, Fransa ve İngiltere’nin havadan müdahalesine uğramıştı. Kısacası, Misrata çevresine ve Trablus önlerine kadar uzanan bir coğrafya, havadan vurulup yanan araçlarla, asker cesetleriyle tam bir savaş alanına dönüşmüştür. Şimdi, ne Kaddafi kendi devletini korumaktan vazgeçecek gibi, ne de eski sömürgeci Avrupalılar harabeye çevrilmesine yol açtıkları o ülkenin insanlarını birbirine kırdırmaktan ellerini çekeceğe benziyorlar. Medyaları ise güya o topraklara barış getirmek amacıyla Libya’ya asker çıkarılmasını ve orada yeni bir rejimin kurulmasını savunmaya başlamıştır bile. Petrol kokulu eski pis senaryo yeniden oynanıyor. lan Türkiye’ye olmuş ve Ankara ne yapmak istediği belirsiz ve beceriksiz bir politikayla konuyu yüze göze bulaştırmış, Silahlı Kuvvetler’in saygınlığına gölge düşürmekle kalmamış, geleceğin Libya’sında Türklerin önemli ekonomik çıkarlarını tehlikeye sokmuştur. ktidar ve yandaşları gerçeği saklamak için, halkı kandırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Her gece “fazla mesai” yapıyorlar. Ama yine de “AKP demokrasisinin ne mene bir şey olduğu” artık saklanamayacak biçimde ortada. Başbakanları, kitapla bombayı aynı sayıyor. “YGS rezaletini” kendi yaptıkları gibi görmezden gelmeyen gençleri açıkça tehdit ediyor. Başbakan böyle yapar da, yandaşları hiç durur mu? Onlar da, “Bizim Başbakanımız şiir okuduğu için hapis yattı” yalanını uydururken bugün gazetecilerin bırakın şiir okumayı, okumadığı şiir, yazmadığı kitap için hapis yatmasını makul göstermeye çabalıyorlar. Ama AKP iktidarının ve “yandaşlarının” bu çabaları sürerken Yüksek Seçim Kurulu’nun kararı, maalesef, bir kez daha, gerçek sorunun ne ol İ Süheyl BATUM CHP Genel Başkan Yardımcısı duğunu görmemizi sağladı. Gerçi ne yalan söyleyeyim, ben, iktidar yandaşlarının ne yorumlar yapacaklarını, olayı nasıl ekseninden kaydırmaya çalışacaklarını çok merak ediyordum. Tabii ki beklediğim oldu. Ve “iktidar şakşakçılarından” beklediğim yorumlar geldi. AKP iktidarını korumaya, tüm sorumluluğu Yüksek Seçim Kurulu’na atmaya çalışan yorumlar... Bir hukuk öğrencisinin bile, anlamsızlığını ve gerçekdışılığını söyleyebileceği yorumlar. Ama maalesef burası Türkiye. Ve bazılarımız için önemli olan, yaptıkları yorumun doğru olup olmadığı, çağdaş ve evrensel kavram ve uygulamalara uygun olup olmadığı değil. Onlar için önemli olan, yorumun, iktidarın isteklerine uygun olması. O kadar! Ama ne yaparlarsa, ne derlerse desinler, “gerçek sorunu” artık gözden kaçırmaları mümkün değil. Pekiyi ne o gerçek sorun? AKP demokrasisinin, gerçek bir demokrasi olmadığı. Neden mi? Çok basit. Türkiye’de geçerli olan rejim “engelli bir rejim”. Nasıl mı? Yüzde 10 seçim barajı yüzünden. Bu korkunç baraj yüzünden, siyasal partiler işlevlerini yerine getiremiyorlar. TBMM’ye temsilci gönderemiyorlar. Sorun bu kadar açık. Pekiyi yüzde 10 barajını aşamayıp TBMM’ye temsilci gönderemeyince, ne yapıyorlar? Ne yapsınlar! Zorunlu olarak, “belirli yerlerde bağımsız adaylar gösteriyorlar”. İşte BDP de iki seçimdir böyle yapıyor. Zorunlu olarak. Korkunç barajı aşabilmek için! Pekiyi şimdi ne oldu? BDP’nin gösterdiği bağımsız adaylar içinden 7’sini, daha önce haklarında mahkumiyet kararı olduğu gerekçesiyle, YSK engelledi. Şimdi bu, başka bir partiye olsa, o parti hemen yeni adaylar göstererek, eksiğini tamamlayabiliyor. Ama söz konusu olan BDP olunca, ya ni yüzde 10’u aşamayacak bir parti olunca, sonuç, gördüğümüz gibi, felaket oluyor. Çünkü yerlerine başka aday gösterme olanağı da yok. Böylece o parti hiç temsil edilememiş oluyor. O seçim çevrelerinde temsilcisi kalmamış oluyor. Neyse ki YSK bu sorunu kırıpdökerek de olsa şimdilik çözdü ama gerçek sorun, yani engelli demokrasi halen gündemde kalmaya devam ediyor. Pekiyi bir partinin yüzde 10’u aşamadığı için bağımsız adaylar göstermek zorunda olması ve o adaylardan bazıları da, YSK tarafından engellenince, o seçim çevrelerinde temsil edilememesi, demokratik anlayışa uygun mu? Tabii ki kesinlikle değil. O halde gerçek sorun burada. Yani yüzde 10 barajlı, engelli demokraside. Sorun, bu engelli demokrasinin devam ettirilmeye çalışılmasında. AKP’nin bunu, hiçbir eleştiriyi kabul etmeden sürdürmeye çalışmasında. Böylece, “daha fazla milletvekili çıkartırım” di ye düşünmesinde. O halde sorunun esas çözümü, bu engelin kaldırılmasından yani yüzde 10 gibi korkunç bir barajın kaldırılmasından ya da yüzde 35 gibi bir orana düşürülmesinden geçiyor. O zaman gelin, hemen yasayı değiştirelim ve bu korkunç barajı kaldıralım. Bu yapılabilir mi? Söz konusu olan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP olunca, yasa değiştirilmedi mi? Anayasanın 67. maddesindeki “seçim yasalarındaki değişiklik bir yıl içinde uygulanmaz” hükmü bile, bir geçici madde ile 2002 seçimi için uygulamadan kaldırılmadı mı? Tabii bu arada, BDP adaylarının engellenmesine neden olan 11. maddeyi de değiştirelim. Ama tabii ki önemli olan istek, amaç. Ve hedefiniz gerçek sorunun çözülmesi ve demokrasi değil de, iktidarın hoşuna gitmek olunca, akla ziyan o yorumlar çıkabiliyor. Ne de olsa burası Türkiye! Üstelik AKP’nin ve R. Tayyip Erdoğan’ın Türkiyesi. A ÇİZMEDEN YUKARI MUSA KART Yeni Anayasa Tartışmaları Prof. Dr. Hakkı KESK N Siyasal Bilimci ürkiye’deki yeni anayasa ve duğu İkinci Dünya Savaşı’ndan hediğer ulusal konulara ilişkin men sonra hazırlanan bu anayasada, sorun, uzlaşma kültürünün “Alman” kelimesine çekinilmeden henüz yerleşmemesinden kaynak vurgu yapılmaktadır. “Almanya”, lanmaktadır. Tüm yasaların daya “Alman halkı” ve hatta birçok nağı olan anayasanın ve değişikli maddesinde olduğu gibi, “Her Alğinin en geniş toplumsal katılıma ve man”, “Bütün Almanlar” kavtoplumsal uzlaşmaya dayanması ramları kullanılmaktadır. Hem de bu gerekir. anayasa, dünyada 60 milyon insanın Uzun ömürlü ve geleceğin Tür yaşamını yitirmesine neden olan kiyesi’ne ışık tutması arzu edilen bir bir savaşın hemen sonrasında ve heanayasa, evrensel insan temel hak ve nüz işgal altında bulunan bir Alözgürlüklerine dayanan ve bunların manya’da hazırlanmıştır. dokunulmazlığını içeren, gerçek anBen bünyesinde birçok farklı etlamda ileri bir demokrasiyi, laik ve nisiteleri barındırdıkları halde, kensosyal bir hukuk devletini güvence di ulusal kimliğine vurgu yapmayan altına alan ve bunu yaşama geçirmek bir anayasa tanımıyorum ve olacaiçin, devleti ve hükümetleri yü ğını da düşünemiyorum. Hiçbir devkümlü kılan bir anayasa olmak zo let, Fransa, Çin, Rusya, Amerika, rundadır. Böyle bir anayasa, ancak İtalya ve de akla gelebilecek heren geniş toplumsal katılımla, hangi bir diğer ülke, kendi anayaTBMM’de temsil edilen siyasi par sasında ulusal kimliğine vurgu yaptilerin, üniversitelerin, barolar bir maktan kaçınmaz, kaçınmamaktadır. liğinin, sendikaların ve sivil toplum ÜS AD’ın taslağı kuruluşlarının uzman temsilcilerinin TÜSİAD’ın anayasa taslağını hakatılımlarıyla oluşacak bir ortak ön çalışma komisyonunun ürünü ola zırlayan ve kendilerine profesör olbilir. Ancak bu ürün, uzlaşma kül mayı layık görenlerin, bu gerçeği türü şemsiyesi altında, uzun bir ça çok iyi bilmelerine karşın, Türk, lışma ve tartışma sonucu elde edi Türk halkı ve Türk milleti kavramlebilir. Aynı ya da benzer görüşte larını anayasa taslaklarında kullanolan birkaç profesöre para karşılığı maktan neden kaçındıklarını anlaısmarlanan bir taslak, Türkiye’ye ya mak mümkün değildir. Öte yandan, hazırlanan taslak, etkışan, toplumun farklı kesimleri tarafından benimsenen ve geleceği nik ayrışmaya adeta davetiye çıolan yeni bir anayasa olamaz. Eğer karmaktadır. Etnik farklılıklara daAKP’nin amacı Türkiye’nin ve Türk yanan “Federal veya eyalet sishalkının çıkarlarını ön planTürkiye’nin dört bir yanında milyonlarca da tutmak ise TBMM’de istediği çoğunluğa sahip olsa ortak evlilikleriyle etle kemik haline gelmiş bile, durumun hassasiyetiolan Türk ve Kürt halkını birbirinden ni artık anlaması ve beayrıştırma stratejileri yerine, tüm nimsemesi gerekir... vatandaşlarına ülkenin ve toplumun her Değişmez maddeler çoğu demokratik ülke anaalanında eşit hak ve benzer yaşam yasalarında yer alır!.. koşulları sağlamak hedef alınmalıdır. Anlaşılıyor ki TÜSİAD’a anayasa taslağını hazırlayanlar, si temlerinin” bir bir nasıl çöktüğünü parişi verenlerin isteklerine göre ve Sovyetler Birliği ve Yugoslavya her türlü bilim adamı kişiliğini bir ta örneklerinde hep birlikte gördük, yarafa bırakarak bu çalışmayı yap şadık. Hatta AB’nin başkenti Brükmışlardır. Bu anayasa taslağını ha sel’in bulunduğu Belçika’da bile 8 zırlayanlar çok iyi bilirler ki, her çağ aydır hükümet, etnik sürtüşmeler nedaş demokratik ülke anayasasında, deniyle kurulamamaktadır. Bu ülevrensel insan hakları ve demokra kenin etnisiteye dayanan istemler ve tik hukuk devleti ilkeleri “değişti bölgesel yapı sonucu bölünme aşarilemez” kaydıyla güvence altın masına geldiğine uzunca bir süredir tanık olmaktayız. Günümüzde yadadırlar. Somut bir örnek vereyim: Al şanan bu gerçekleri görmezlikten gemanya anayasasının 79. maddesinin lerek etnik farklılıklara ve isteklere 3. fıkrasında, “Devlet şeklini be dayalı bir bölgecilik sistemini Türlirleyen esaslara ilişkin bir ana kiye için önermek, nesnel olarak yasa değişikliği yapılamaz” kaydı Türkiye’nin giderek yakın bir gelevardır. Anayasanın değiştirilmesi cekte ayrışmasına kapıları açmak demümkün olmayan 20/1 maddesinde, mektir. Türkiye’nin dört bir yanında mil“Federal Almanya Cumhuriyeti, demokratik ve sosyal bir federal yonlarca ortak evlilikleriyle etle kedevlettir” denilmektedir. Ve hatta mik haline gelmiş olan Türk ve 20. maddenin 4. fıkrasında da “Bu Kürt halkını birbirinden ayrıştırma anayasa düzenini ortadan kal stratejileri yerine, tüm vatandaşlarına dırmak isteyen herkese karşı, baş ülkenin ve toplumun her alanında ka bir olanağın bulunmaması ha eşit hak ve benzer yaşam koşulları linde, bütün Almanların direniş sağlamak hedef alınmalıdır. Türkihakkı vardır” vurgusu anayasal bir ye Cumhuriyeti Vatandaşlığı şemhak olarak yer almaktadır. Yine siyesi altında, farklı etnisitelere daanayasanın 1. maddesinden 19. yanan kültürlerin bir zenginlik olamaddesine kadar olan ve insan hak rak benimsenerek Kürt kökenli vave özgürlüklerini içeren maddelere tandaşlarımızın kimliğinin tanınilişkin olarak da 19/1 maddede “Bir ması, kültürel haklarının sağlantemel hakkın özüne hiçbir şekilde ması, bölgeler arasındaki ekonodokunulamaz” vurgusu yapılmak mik ve sosyal farklılıkların giderilmesi ve böylece de terörün ana tadır. kaynaklarının kurutulması, Türkilmanya anayasası ye’de tüm siyasi partilerin ve sivil 23 Mayıs 1949’da toplumun en toplum kuruluşlarının öncelikli amageniş kesimlerinin katılımıyla ve cı olmalıdır. Ana görev, ayrışmaya uzun bir zaman sürecinde hazırlan yönelik istemlerin yanlışlığını, gemış olan Almanya anayasası, Alman rekçelerle ve real uygulamalarla ortoplumunun tüm kesimleri tarafın taya koyarak bin yıla varan birlikdan onay görmektedir. Irkçı ve fa teliğimizi kalıcılığa doğru pekiştirşist Nazi Almanyası’nın neden ol mektir. T T O musakart yahoo.com Geçmişi nşa Hevesi, Bilimselleşme... Atatürk’ün büyüklüğü ne yalnızca çok başarılı komutanlığı, ne örnek ve cesur devrimciliği ve fakat “bilim ve düşüne yönelik tutkusu ve tutumu” olup bunu belirleyen “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” deyişi ve öngörüsü, uygarlaşmayı ve demokratikleşmeyi de kapsayıp hedefleyerek daha da değer kazanıyor bana göre. PROF. DR. Kemal ÖNEN üyük fizikçi Niels Bohr: “Geleceği öngörü çok zordur” derken biyokimyacı Francois Jacob: “Geleceği öngörü (kehanet) ne kadar zor ise geçmişi yeniden inşa daha da zordur” der. İnsanın ve oluşturduğu toplumların yaklaşık 150 bin yıllık bir geçmişi olduğu sanılıyor antropoloji ve genetik bilimi verilerine göre. Afrika’dan kökenlenen insan (homo sapiens), giderek çoğalmış, muhtemelen kabilelere benzer küçük gruplardan başlayarak izleyen uzun bir süre boyunca artarak yerküresinin her yanına dağılıp yayılmış, daha büyük topluluklar örneğin siteler, devletler, krallıklar, imparatorluklar kurmuş ve son aşamada ulusları oluşturmuştur. B Dinsel oluşum Yazılı tarih bilgileri ve verilerine göre, yaklaşık son 10 bin yıllık dönem organize toplumların oluşmasını kapsıyor ve de düşünsel, zamanına göre bilimsel, teknik ve de dinsel oluşum süreçlerini içeriyor. Ahlaki, düşünsel ve kültürel özellikleri ile insan, antropolojiye göre, baştan itibaren bugünkü hali ile yaşama başlamadı. Fakat binlerce yıllık evrim süreci boyunca daha da insanlaştı, insanileşti. Bu evrim süresince değişenler yan yana oldular ve giderek biri diğerinin yerini aldı. Bu süreç, gelişim ve değişim sürmektedir. (Complexity&The Unfinished Nature of Human Evolution Tempos in Science&Nature, 1999.) Bu değişimde insan beyninin gelişiminin de bir yerinin bulunması olasıdır (cerebration). Böylece yaşam tarzları, insanlar arası ilişkiler, değer yargıları, inançlardaki saplantı ve katılıklar değişti, yumuşadı. Artık 10 bin değil, hatta 1000 yıl önceki alışkanlıklar, gelenekler aynen sürmüyor, anlamlı bir kültür değişmesi oluştu, oluşuyor (Bittabi çok kapalı, izole ve ilkel denilen gruplar dışında). Ne bilgi kitlesi sadece eski ve başlıca sağduyuya (hissi selime) ve/veya efsanelere dayalı, ne bilim Aristo dönemi ile hatta Rönesans ve izleyen dönemin bilimci ve ustalarının ürettiği bilim ve sanatla sınırlı, ne toplumların yönetimi ilk, orta ve hatta yakın çağa çakılı, ne de inanç ve din anlayışı ve yaklaşımları değişmeksizin sürüyor. Dinsel düşünde “Complex adaptive theology”den bahsediliyor. İçinde bulunduğumuz ve yaşadığımız ve bir ölçüde benimsediğimiz uygarlığa Fransız matematikçisi Lichnerowicz, “Bilimsel medeniyet, medenileşme” diyor “Civilisation Scientifique” (Les Scientifiques Parlent, 1987). Bu, bilimle ilişkilendirilen uygarlık, yalnızca nesneleri, sonuçları ve bilgi ile yapılan eylemleri belirtmekten öte, asıl “müşterek bir düşün biçimi, bir metodu oluşturan” insanın ruhsal, bilinçsel bütünleşmesine yönelik bir düşünceyi içerir. Kapalı toplumlar Kapalı, saplantılı veya takıntılı toplumlar ve bireylerde ise bu bilimselleşme ve özgür düşüne dayalı uygarlaşma hep yetersiz kaldı veya olamadı. Zira aşırı tutucu ve/veya normativ güçler, kurumlar, etkenler asırlar boyunca süregeldi. Bir yandan bu direnç sürdürülürken diğer yandan bilim ve uzantısı tekniğin getirilerini alıp kullanmak, benimsemek, yaşama sokmak ve fakat bunların temellerine yani bilim ve özgür düşüne ilgisiz kalmak çelişkisi sürüyor. Tüm bu antropolojik ve bir bakıma sosyal, ruhsal ve düşünsel değişim (evrim), asırları kapsayan “Complex Adaptive” bir süreç olarak tanımlanıyor. Bu süreç, eski öğeler ve oluşumlardan bazı şeyler alan ve fakat onlardan farklı ve yeni bir çıkış, oluşum ve zuhurdur (emergence). (E.Morin, Organization&Complexity, 1999.) Gerek bilimsel gerek dinsel düşünün, ahlak ve insanın gelişme ve düzelmesi ve daha da uygarlaşmasına yönelik çabalarına rağmen, evrensel boyutta olumlu bir aşamaya ulaşıldığını söylemek ne yazık ki zor. İnsanda hâlâ vahşet, egoizm, acımasızlık ve benzeri olumsuzluklar hep var oldu ve hâlâ da sürüyor. Ancak bir süreç veya alan, çaba olumlu hedef ve özlemine yönelebildi: Bilmek, öğrenmek, bulmak, yaratmak (icat) heves ve tutkusu. Bu uğraş, sahipleri için adeta bir şiir veya müzik zevki gibidir. Bunların gelişmesinin dayanağı ise özgür düşün ve doğaya, insana takıntısız bakış ve bilimsel düşün olageldi. 21. yüzyılda bilimsellikle uygarlaşma ve özgür düşün aşamasında; hâlâ geçmişi yeniden inşa takıntısı (obsession) boşunadır uzun vadede. Bunu söylerken bilimle medeniyeti eşitlemek bahis konusu değildir fakat uygarlaşmada bilimsel anlayış ve yaklaşımın yerini vurgulamaktır. Dolayısıyla düşünsel ve çağdaşlığın gerçeklerinden yoksun, yetersiz girişimler, söylemler ve politik nutuklar yerine bilimsel anlayış ve içeriği ile uygarlaşma ve sorunlara yönelme daha gerçekçi, verimli ve de kavgasız olmaz mı? “Bugünkü bilimin önde gelen politik hedefi, müşterek macerası içinde insanlığı birleştirmektir” der Lichnerowicz. Atatürk’ün büyüklüğü ne yalnızca çok başarılı komutanlığı, ne örnek ve cesur devrimciliği ve fakat “bilim ve düşüne yönelik tutkusu ve tutumu” olup bunu belirleyen “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” deyişi ve öngörüsü, uygarlaşmayı ve demokratikleşmeyi de kapsayıp hedefleyerek daha da değer kazanıyor bana göre. A C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle