18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 25 MART 2011 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Basın Özgürlüğü ve Dış Tepkiler Acındırıcı Şaşkınlık İNSAN haklarını korumanın uluslararası hukuka yeni bir bakış getirdiği ve devletlerin artık kendi vatandaşları için “eti de benim, kemiği de” demek hakkına sahip olmadığı çoktan belli oldu. Bireyleri iktidarların zulmünden kurtarmak için bir yığın mekanizma yaratıldı. Konu yalnız Avrupa’yla ya da Batı dünyasıyla sınırlı değil; bütün ülkeler için bu amaçla Birleşmiş Milletler’ce yayımlanmış metinler, devletleri yola getirici kurallar ve kurumlar var. Dolayısıyla, “insan hakları çiğneniyor” diye bir ülkenin üstüne bombalar yağdırmanın âlemi yok. Daha doğrusu, kaynaklarına göz dikilen ya da yöneticilerinden memnun olunmayan ülkelerin üstüne çullanmak için bula bula insan haklarından söz etmek çok tuhaf oluyor. Kurulu hukuk yolları varken bu şiddet ve celal neyin nesidir? frika’nın kuzeyinde olanlara bu gözle bakınca, her şeyi yerli yerine oturtma ve gelinen noktalara niçin ve nasıl gelindiğini araştırıp sağlam bilgi edinme gereği kendiliğinden ortaya çıkıyor. Oysa, pek bilinmeyen de tam bu: “Halk ayaklanması” denen olaylar gerçekten “halk”ın mıdır, yoksa belirlenmiş hedeflere varmak için başkalarınca düşünülerek planlanıp da mı yaratılmıştır? Doğruya varmak, o noktadan başlayarak güçleşmekte. Çünkü, bu noktada ülkeyi yönetenler devreye girmekte ve “ayaklanma” denen olayların durdurulması için alınan önlemler uygulanmaya başlanmakta. İster istemez, yetkiler kullanılacak, devlet gücü kendini belli edecektir. O aşamada dıştaki algılamalara ve tepkilere dikkatle bakmak çok şey öğretebilir. Anlayış var mı, yok mu? Abartma ve böyle bir durumu fırsat bilme ne ölçülere varıyor? Niyetlerin ve hesapların ortaya çıktığı nokta budur. Niyet ve hesap içtenlikli ise varılacak yargı ve yapılması gereken başkadır, kötü niyet ve sinsi hesap varsa başka. unları düşününce, yarı eğitilmiş ve olayların gerisini fark ettirici bilgilerle donatılmamış kalabalıkları yönetme durumunda kalanlara acımamak mümkün mü? Kaddafi’ye bakın: Ayaklanma olmuşsa, gerçek bir halk hareketi olup olmadığını herhalde kestiremiyordur. Herkesin ona taptığını sandığı bir toplumda birdenbire böyle bir olayla karşılaşmıştır. Ne olduğunu kestiremeden tepesine bombalar yağmaya başlamıştır. Haksızlığa uğradığı için imanına güvenecektir çaresiz. Belki, haber ajanslarından Ankara’daki devlet başkanının “görevi bırak” diye kendisine seslendiğini ve denizde kol gezen Batılı filoya Türk gemilerinin de katılacağını duyup büsbütün şaşırmıştır. Dış basında ve dış arenada bu son tutuklanmalar endişe yarattı. AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Stefan Füle bir açıklama yaparak Avrupa Parlamentosu raporunda yer alan ve Türkiye’de basın özgürlüğündeki kötüleşmelerden ve kimi sansür uygulamalarından duyulan kaygıları belirtti. Dr. Alev COŞKUN art başında gazetecilerin, Ergenekon’un yeni bir dalgası çerçevesinde tutuklanması basın özgürlüğünü yine gündemin başına taşıdı. Basın emekçileri İstanbul’da, Ankara’da yürüyüşler yapıyorlar. Çünkü basın özgürlüğü, demokrasinin temelidir. Basın özgürlüğünün kaynağında kişinin temel hak ve özgürlükleri vardır. Düşünce özgürlüğü, düşüncenin yazılması ve yayımlanması demokrasinin vazgeçilmez koşullarıdır. Temel hak ve özgürlüklerin anasıdır. Demokrasi sadece seçim sandığına indirgenemez. Demokrasi aslında temel hak ve özgürlüklerinin tam ve kesintisiz olarak sağlandığı bir kurallar rejimidir. Demokratik hukuk devletinde, basın halkın gözü ve kulağı olarak siyasal iktidarı eleştirmek ve denetlemek hakkına sahiptir. Almanya Federal Anayasa Mahkemesi bu durumu bir kararında şöyle belirtiyor: “Devlet gücü tarafından yönlendirilmeyen, sansüre tabi olmayan basın, özgürlükçü demokratik devletin temel öğesidir. Demokrasi için zorunludur.” İşte bu nedenlerle, çağımızın demokratik anayasalarında ve çağdaş basın yasalarında, basının kamusal bir faaliyet yürüttüğü açıkça belirtilmiştir. Basının kamusal görevlerini yerine getirebilmesi için, siyasal iktidarın ve ona bağlı tüm “açık ve derin” devlet kurumlarının “her türlü baskısından” arındırılmış bir ortam gereklidir. Kuşkusuz “her türlü baskı” kavramının kapsamına, gazetecinin adi bir suçlu gibi sabaha karşı apar topar aranması, tutuklanması, hücrelere konulması, telefonlarının dinlenmesi, gizli olması gereken ilk soruşturma tutanaklarının bir baskı aracı olarak yandaş basına sızdırılması gibi türlü çeşitli teknikler ve yöntemler girmektedir. Basının haber verme, yorum yapma görevi halkın olup bitenden haberdar olması temel hakkına dayanır. Temel hak, demokrasilerde halkın haber alma hakkıdır, işte bu hakkın yerine getirilmesi basın özgürlüğünü doğurur. M A Demokrasinin temel direklerinden olan kuvvetler ayrılığı ilkesini, “Kanunların Ruhu” adlı eserinde bilimsel olarak ortaya koyan Montesquieu şöyle diyor: “Siyasal özgürlük, her yurttaşın kendisini güvende duymasından doğan iç rahatlığıdır... Korkuların en büyüğü, bir yurttaşın hükümetten çekincesidir. Bu korkuyu gidermek ancak devlet içinde yasama gücüyle, yürütme gücünü birbirinden ayırmakla olur... Bu ayırım yapılmadığı zaman, eşitsizliğin ve zorbalığın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Hele yasama ve yürütme gücünü elinde tutan siyasi güce, bir de yargılama yetkisi verilirse, yurttaşların özgürlüğünü ortadan kaldıracak denetim mekanizmaları ortadan kalkar. O zaman bir zorba rejim doğar.” Kırılma noktası Bu kuramsal çerçevede, Odatv yönetimi ve çalışanları ile basın emekçileri Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmaları bir kırılma noktası yarattı. Son üç yıldır süren Ergenekon davası dalgalarının (sayısı unutuldu, galiba 18. dalga) sürmesi, iddianamelerin şiştikçe şişmesi, TSK mensupları, siyasal iktidar aleyhine kitap yazanlar, TV sahibi olanlar, gazeteciler üzerinde yaygınlaşan tutuklamaların bir ceza niteliğine dönüşmesi konuyu uluslararası arenanın gündemine taşıdı; kırılma noktası oluştu, çünkü çelişkiler ortaya çıktı. Çünkü Hrant Dink olayını sorgulayan kitabın yazarı Nedim Şener ve Ergenekon davasını ilke olarak destekleyen ve Ergenekon’da Kim Kimdir kitabının yazarı Ahmet Şık’ın tutuklanmaları bardağı taşıran damla oldu. Ergenekon’a bugüne kadar destek verenler bile “ne oluyoruz” demeye başladılar. Henüz yayımlanmamış bir kitabın suç delili olarak kabul edilmesi zaten evrensel hukuk kurallarıyla çatışıyordu. Temel ilke, “kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesinin zedelendiği açık seçik belirtiliyor. Dış basında ve dış arenada bu son tutuklanmalar endişe yarattı. AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Stefan Füle bir açıklama yaparak Avrupa Parlamentosu raporunda yer alan basın özgürlüğündeki kötüleşmelerden ve kimi sansür uygulamalarından duyulan kaygıları belirtti. Raporda, “polis ve yargı tacizine hedef olan Nedim Şener, Ahmet Şık ve diğer gazetecilerin B Polis devleti Çoğunlukçu, katılımcı ve hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasinin karşıtı polis devletidir. Böylesi otoriter rejimlerin, ortak yanı, vatandaştan kuşku duyulması, gizli ve açık olarak vatandaşın sürekli izlenmesidir. durumlarının yakından izlenmesinin karar altına” alındığına da işaret etti. Türkiye’deki bu gelişmeler üzerine, ABD Dışişleri Bakanlığı, Fransa Dışişleri Bakanlığı, İnsan Haklarını İzleme Örgütü (Human Rights Watch), Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, Uluslararası Basın Enstitüsü birbiri ardına açıklamalar yaptılar. Ayrıca Financial Times, Washington Post, Wall Street Journal, New York Times ve ünlü Time dergisi bu konuda makaleler yayımladılar. Örneğin, Financial Times “Türkiye Medyayı Sindirme Çabasına Son Vermeli” (9 Mart 2011), Time dergisinde yayımlanan makale “Türkiye Gazetecileri Neden Tutukluyor” başlığını taşıyordu. Washington Post’un yazısı “Türkiye’nin Demokrasi ve Otoriterlik Konusunda Oluşturduğu Kötü Örnek” başlığını taşıyor ve aynen: “Ergenekon soruşturmasını yöneten savcıların ölçüyü kaçırdıkları konusunda çok sayıda işaret ve kanıt mevcuttur. Sıralanan delillerin çoğu derme çatma, hatta sahte gözüküyor” diyordu. Bu gelişmeler Avrupa ve ABD’de Ergenekon’a karşı “çekinceli” bir bakış açısının geliştiğini açıkça göstermektedir. İçeride bugüne kadar Ergenekon’u destekleyen liberal yazarlar arasında da rahatsızlık söz konusudur. Bu kadar da olmaz diyenler giderek artıyor. Ancak, “Ergenekon aslında iyi bir şeydir” ama ah bu “hukuk ihlalleri olmasa” diyerek dizlerini döven “derin ikinci cumhuriyetçiler”, yeteneklerini sergiliyorlar. Hukuk ihlalleri yapılsa bile “Ergenekon ülkemiz için çok iyidir” biçiminde talihsiz açıklamalar ve yorumlar o kişiler için “hukuksuzluğa” prim verme olarak tarihe geçecektir. İster gazeteci, ister solcu, ister hukukçu kim olursa olsun, ben özgürlüklerin ve hakların bir kısmına saygı duyuyorum, bir kısmını da tanımıyorum diyemez. Derlerse onursuz bir davranış içine girerler. Evrensel hukuk nesneldir. Böylesine kafa karışıklığına izin vermez. Ya soruşturma sürecinde adil yargılama ilkesine aykırılık vardır ya da yoktur. Varsa, bunun karşısına ciddi olarak yalpalamadan, kıvırmadan çıkmak gerekir. Hak ihlalleri vardır, usulsüzlük ve hatalar vardır, ama “bu Ergenekon’da çok önemlidir, bu bir fırsattır” demek objektif hukukçulukla ve sol değerlere inanmakla bağdaşmaz. Yarım demokrasi olamaz. Yarım hukuk devleti de olamaz. Sansürlü yarım basın özgürlüğü hiç olamaz. Demokrasi özgürlükler, temel insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkesinin birleşmesinden doğan bir dengeler ve kurumlar sistemidir. Böylesi sistemler kafa karışıklığına prim vermez... Ve Müslümanlar da Haçlı Seferlerine Katıldılar... Güzel diplomasi oldu... Aynı zamanda büyük bir diplomat olan Başbakan’ın “Türkiye asla ve asla Libya’ya silah doğrultan taraf olmayacaktır” dediği saatlerde Türk savaş gemileri yola çıktı... 5 savaş gemisi, 1 denizaltı... Denizaltı, hadi suyun üstüne çıkmaz, dipte gözükmez, olur biter... Ama tepelerinde uzun top namluları olan savaş gemileri... “Libya’ya silah doğrultuyormuş gibi olmamak” açısından geri geri giderler artık... Olmadı kaptan ters oturur... Bu yazı yazıldığı sırada ise TBMM yurtdışına asker gönderme tezkeresini görüşüyordu... Asker gitmişti... Tezkere kalmıştı... Koalisyon sözcüleri “Bu haçlı seferi” derken AKP’liler savaş gücünü “Libya halkına insani yardım için gönderdiklerini” söylediler... Zaten o sırada koalisyonun savaş gemilerindeki rampalardan Libya halkına fırlatılanlar sosis ve salam çeşitleriydi... Savaş uçaklarından kafalarına atılan salatalık turşusu, patlıcan dolması, kabak tatlısı sonuçları ise çok geçmeden geliyordu: 80 ölü... 2000 yaralı... Parçalanmış çocuk cesetleri... Yanmış insanlar... Yıkılmış binlerce ev... Başına ateş yağan bir halk... İşçilere yatar koltuklu feribot gönderip Libyalılara yardım için savaş gemisi göndermemizden de anlıyoruz ki... Bu insani yardımdır... Bizim toplarımız lahana atar çünkü... Savaş gemilerimizin NATO çerçevesinde yola çıkması, Başbakan’ın “NATO’nun orada ne işi var” demesinden hemen sonraya denk geliyor... “Libya halkına silah doğrultan taraf olmayız” demesinin hemen peşinden... “Türkiye müdahaleye karşıdır” demesinin tam arkasından... Ne yapacaksınız?.. Devlet adamlığı karakol ek binası açılışı yaparken belli olmuyor... Cama bakıp konuşurken de kimin devlet adamı olduğu anlaşılamaz... Ya da dört yalaka gazeteciyi karşıya alıp ekranda ahkâm keserken... Devlet adamlığı böyle zamanlarda belli olur... (..........) İşte böyle dangıldungul giderken bir de bakarsınız ki trajikomik sayfalarının başında tarih sizi yazmış: “Ve Müslümanlar da haçlı seferlerine katıldılar...” Ailenin Görevlerini Polisler mi Din Adamları mı Üstlenecek? M Prof. Dr. Aysel EKŞ Psikiyatr illiyet gazetesin Ünal’a göre gençlerde küde 7 Mart 2011 fürlü konuşma ve argo Pazartesi günü yaygınlaşmış. Bunun enyazıldığına göre, Kütah gellenmesi için din adamya’nın Simav ilçesinde ları, öğretmenler ve emkaymakam, bazı sivil top niyet mensuplarından yalum kuruluşları ile toplantı rarlanılmasına karar veyapmış ve basın toplantı rilmiş. Kaymakamın desı yoluyla alınan kararları yişi ile bu duruma daha kamuoyuna duyurmuş. fazla müsamaha gösterilKaymakam Yüksel memeliymiş. Küfürlü ve argo konuşmaları önlemek, uygulanabilir çözüm önerileri belirlemek ve bu önerilerin planlı bir şekilde uygulanmasını sağlamak amaçmış. Din görevlileri konuyu bulundukları her platformda gündeme getirecekmiş. Emniyet mensuplarımız da küfürlü ve argolu konuşmalarda bulunan vatandaşlarımızı çarşı pazar ve kahvede gördükleri her yerde uyaracakmış. Ben yazıyı okurken kanımın donduğunu hissettim. Bahane güzel. Gençlerimiz argo ve küfürlü konuşmasın. Bunu elbette kimse istemiyor ve desteklemiyor. Ama bu ülkede çok iyi yetişmiş bilim adamları, eğiticiler, psikologlar, pedagoglar ve ruh sağlığı uzmanları var. Her şeyden önemlisi de gençlerimiz sokak çocukları değil. Hepsinin ailesi var. Ailelerin görevi çocuklarının iyi yetişmesini sağlamaktır. Aileler yetersiz kaldığı zaman da bunu yetişmiş elemanlar üstlenir. Bu kaymakamların, polisin ya da din görevlilerinin görevi değildir, üstelik onların birikimi ile çözülecek meseleler hiç değildir. Argo ve küfür konusunda din adamlarının ve polisin dikkatini çekmesi gereken kişilerin başında herhalde sayın Başbakanımızın geldiği de unutulmasa daha iyi olur. Büyük rahatsızlık Kaymakam Bey bu küfür meselesinin “toplumda yaşam kalitesini olumsuz etkilediğini, toplumda büyük bir rahatsızlığa yol açtığını” buyurmuş. Başbakan küfürlü ya da argo konuştuğu zaman belli kesimler öfkeleniyor. Bu doğru. Ben 45 yıldır bu ülkede insanların ruh sağlıkları ile uğraşıyorum. Toplumumuzda rahatsızlığa yol açan bunca büyük problem varken, argo konuşmalarının toplumda “büyük bir rahatsızlığa” yol açtığı iddialarına beni kimse inandıramaz. Büyük rahatsızlık sözleri ailelerin içine nüfuz etmek, ana babalara ve çocuklara dini telkinlerde bulunmak için bir mazeret olarak kullanılmaktadır. Bunu görmemek için çok saf olmak gerekir. Bir basın toplantısı ile verilmek istenen mesajların gayretkeş bir kaymakam tarafından söylenivermiş istisna bir yazı olduğuna inanmıyorum. İnsanın kanını donduran işte bu. Din görevlileri çocuklarımızı nasıl terbiye edeceğimize karar verecek, kaymakamın sözünü tekrarlayarak ifade edelim: “Uygulanabilir çözüm önerileri belirleyecek ve bu önerilerin planlı bir şekilde uygulanmasını sağlayacaklar” Emniyet mensupları da ana babalarımızı çarşı pazarda denetleyecekler. Böylece nasıl bir ülkede yaşayacağımız kalın çizgilerle yavaş yavaş ortaya konuyor. Sayın Başbakanımız “kendi iktidarları döneminde kimsenin yaşam biçimine karışılmadığını ve karışılmayacağını” söylüyor. Peki o zaman soralım: Üniversitelerin bunca eğitim problemi varken, iktidara geldikleri günlerden beri, kızların “kapanmasını” üniversite eğitiminin en önemli meselesi haline kim getirdi? emel ilkeler Üniversitelerde kısmı başarı sağladıktan sonra, şimdi ilköğretim çağındaki kızların ve resmi dairelerdeki kadınların tesettüre girmesi için uygun atmosferin yaratılmaya çalışıldığını görmüyor muyuz? Bunu yavaş yavaş kız ve erkek öğrencilerin ayrılması isteklerinin izleyeceğini beklemiyor muyuz? Nitekim Mardin’de 44 kişinin katliamı ile ilgili olarak Can Dündar, Mardin Valisi Hasan Duruer ile NTV’de konuşmuştu. Katliamla ilgili çözüm yolları tartışılırken sayın vali yörenin inançları gereği, kız çocuklarının ayrı okullarda okumasının faydalı olacağını düşündüğünü söylemişti. Valiye göre kız çocuklarının erkeklerle aynı okullarda okumaları istenmemekteymiş. 1921 Mayıs 1995 ta T rihlerinde Bilgi ve Hikmet Dergisi tarafından düzenlenen sempozyumda Başbakan neler demişti: “Başlangıçta kurulurken ortaya atılan cumhuriyet ilkesinin zayıfladığını ve işlevini kaybettiğini görüyoruz. Halk için ve halk adına yönetim diye tarif edilen cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha ademi merkeziyetçi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğunu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum.” Bir süredir toplumun giderek İslami değerlerle daha fazla özdeşleşmesi yolunda bilinçli çaba gösterildiği biliniyor. Toplum nasıl değiştirilir, toplumun değer yargıları, tutum ve inançlarıı sindire sindire, yedire yedire işte böyle değiştirilir. Bunun çeşitli örneklerle denendiğini elbette görüyoruz. Bekleyelim bakalım.. Bir süre sonra hükümetten artık büyük baskı gelmesine bile gerek kalmayabilir. Çünkü aşırı dinciler hükümetten büyük baskı gelmesi bile, dini kullanma ve kadın üzerinde istedikleri baskıyı yapmakta artık kendilerini hür ve özgür hissedeceklerdir. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle