18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 28 ŞUBAT 2011 PAZARTES 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Bu Cumhuriyet Bizim, ‘O’nu Korumalıyız Kültür Kurbanı Hasan Âli İZMİR’İN Balçova Belediyesi ile Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği’nin hafta sonunda düzenledikleri “Hasan Âli Yücel Sempozyumu”nda Cumhuriyet döneminin o unutulmaz kültür adamı anlatılırken 1940’ların YücelÖner davasının karanlığından da söz edilip bugünler için dersler çıkarılabilirdi. Vakit olmadı. Vakit olsaydı, İkinci Dünya Harbi sonrasının ideolojik kapışmasına Yücel’in nasıl kurban edildiği anlatılırdı. arbi kazananlar arasında bir kapışmaydı bu. ABD ve İngiltere karşısında Sovyetler Birliği ve onun Doğu Bloku. Stalin döneminin Sovyetler Birliği’nden gelen “Boğazlar’da ortak savunma” isteği karşısında ABD yandaşlığına katılmak zorunda kalan Ankara, bu sığınış yüzünden Soğuk Savaş çekişmesinin Batı kanadında bulmuştu kendini. 1990’ların başında sona eren bu karışık dönem, Türkiye’nin de iç politikasını etkilemiş, ideolojik cepheleşme içte de oluşmuştu. Ekonomik ve sosyal politikalar yanında kültür ve eğitim de bu kapışmanın alanıydı. Köy Enstitüleri gibi ülkenin “feodalimsi” kırsal yapısını da değiştirmeye yönelik bir girişim bu sert çekişmenin dışında kalamazdı elbet. Ama, Hasan Âli Yücel’in bu hengâmeye kapılması kendi dışında başlayan bir tartışma dolayısıyla olmuştur. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer 1947’nin Ocak ayında bir gün Meclis’te konuşurken sol eğilimli “Tan” gazetesinin o zaman yasadışı sayılan Türkiye Komünist Partisi’nce yönlendirildiğini, muhalefetteki Demokrat Parti kurucularının Tan gazetesiyle ilişki içinde olduğunu, hatta Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın da aynı gazeteyle yazıştığını söylemiş, buna tepki gösteren Mareşal ise, tam tersine kendi döneminin Milli Eğitim Bakanı’nı “komünist girişimleri desteklediği için” uyardığını açıklamıştı. Bunun üzerine o sıra Demokrat Parti İstanbul İl Başkanı olan avukat Profesör Kenan Öner “Yeni Sabah” gazetesine demeç vererek o bakanın Hasan Âli Yücel olduğunu söylemekte gecikmemiş, Yücel de Kenan Öner aleyhine hakaret davası açmıştı. ÖnerYücel davası, Türk adalet tarihinin ve siyasal yaşamının en tartışmalı davalarından biridir. Mahkemenin Köy Enstitülerini de eleştiren Öner’i haklı bulup iddialarını doğru sayması, CHP iktidarını yaralayarak 1950 seçimlerini kaybettiren nedenlerden biri olmakla kalmamış, Hasan Âli Yücel’in saygınlığını zedeleyip çevresini suçlamak isteyenlerin eline etkili bir koz vermişti. ürkiye Cumhuriyeti, Fransız İhtilali’nin ilkelerinden çoğunu gerçekleştiren bir devlet olarak Mustafa Kemal’in insanlığa sunduğu doğru bir örnek sayılır. Böylesine değerli bir Cumhuriyet, Hasan Âli Yücel’in son döneminde olduğu gibi şimdi de ölçüsüz suçlamalar ve anlamsız davalarla kendi kendini kemiren bir devlete dönüştürülme tehlikesiyle yine karşı karşıyadır. Bu tehlike, Soğuk Savaş dönemindeki durumdan farklı olarak ona buna “komünistlik lekesi çalma” biçiminde kendini göstermiyor artık. Yücel, dıştan çalkantılı ideolojiler dönemine kurban arayanların bulduğu bir eğitimci olmuştu. Şimdi etnik bölücülüğü ve mezhep ayrılığını kışkırtarak ya da kamusal varlıkları elden çıkararak Cumhuriyeti içten zayıflatmak isteyenlerin sinsice sürdürdükleri kurban arayışlarına sıra gelmişe benziyor. Aranan kurban, belki de ulusun ve devletin ta kendisidir. O niyeti sezmek ve yenmek için, Yücel’in yaratmak istediği düşünce aydınlığı şimdi her zamankinden daha da çok gerekli. Tüm ulusa sesleniyoruz: Çok geç kalmadan, önümüzdeki genel seçimler için genci, yaşlısı, emeklisi, çalışanı, emekçisi, memuru, esnafı, köylüsü, kentlisi ile birlik olalım; yeniden bağımsız ulusal bir yönetim, demokrasi için tüm ulusalcı siyasi partileri birlik olmaya çağıralım: Bu Cumhuriyet bizim. Tansel ÇÖLAŞAN Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı nce Cumhuriyet bize ne kazandırdı, hatırlayalım. 1. Geri kalmış parçalanmışborç içinde bir din devletinden çağdaş bir ulus devlet yarattık. Önce düşmanla savaştık, yendik; siyaseten bağımsız devlet olduk. Ama sömürüden kurtulmak için tek başına siyasi bağımsızlık yetmezdi. Onun için devrim dediğimiz uygulamalarla tam bağımsız bir ülke ve çağdaş bir toplum düzeni kurmaya çalıştık. Her alanda, ekonomik, kültürel, sosyal, askeri, adli, hukuki her alanda bağımsızlık için devrimleri hayata geçirdik. Çünkü her alanda bağımsız olursak ulusal menfaatlarımızı belirleyebilir, kimseye muhtaç bağımlı olmadan özgür bir ülke olarak yaşayabilirdik. İşte devrimler bu nedenle yapıldı. 2. Devrimler demokrasinin altyapısını oluşturmaya yaradı. 1950’de çokpartili siyasi hayata geçmemiz, devrimlerle yaratılan bu altyapı ile oldu. Şimdi çoğunu unuttuğumuz, ders kitaplarında bıraktığımız, elimizden giderse yine sömürge haline gelebileceğimizi, bölünüp parçalanacağımızı düşünmediğimiz kısaca değerini bilmediğimiz devrimler, Türkiye’de demokrasinin altyapısını oluşturdu. Ama kastedilen, sadece şekli anlamda değil, tüm kuralları ile işleyen gerçek demokrasi idi. Bu anlamda demokrasi, şeklen seçime, yani halkın oyuna dayalı, ama aslında halka hizmet vermeyen, onun açlığına, sefaletine, işsizliğine çare olmayan, zengini daha zengin, fakiri daha fakir Ö H yapan bir düzen değildir. Demokrasi, kişinin temel yaşam hakkından başlayarak tüm hak ve özgürlüklerini, sosyal refahını sağlayan, onu sadakaya muhtaç etmeyen, adaletin tam işlediği, adalete güvenin tam olduğu, herkesin hakkını özgürce arayacağı, adaletin herkese eşit uygulanacağı bir yönetimdir. Bugün bizde uygulanan demokrasi ise bu anlamda gerçek demokrasi değildir. Bizde demokrasi şeklen vardır. Yani halkın oyuna dayanmaktadır. Ama gerçekte, halkın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. Geriye dönelim (A) Atatürk Dönemi (ilk 15 yıl): Bu dönemde demokrasinin altyapısı oluşturuldu. Amaç: (1) Kişinin hak ve özgürlüklerinin bilincinde, hakkını arayacak, sadakaya muhtaç edilmeden, siyasilerin boş vaatlerine kanmayacak, onları denetleyecek, refah getirmeyeni, haklarını korumayanı “oyu” ile alaşağı edecek kişi, yani kul değil, birey yapmak. Oyuna sahip olmasını sağlamak; böylece çağdaş bir toplum, bilim ve aklın egemen olduğu toplum düzenini kurmak, (2) Devletçi planlı bir ekonomi ile tarımı, hayvancılığı, sanayii olan, kendine yeten, uluslararası ilişkilerini bağımlı değil, eşit koşullarda düzenleyebilecek bir ülke olmak ve (3) Ulusal bilinç, kültür geliştirilerek bu topraklarda kardeşçe yaşayan aynı ortak amaçta, mutlulukta birleşecek bir ulus yaratmak. Devrimin amacı bu idi. İlk 15 yılda (kısa dönemde) bu altyapı oluş turulmaya çalışıldı. Atatürkçü düşünce (Kemalizm) gerçek anlamı ile bütünlüğü bozulmadan, yozlaştırılmadan uygulandı. (B) Çokpartili siyasi hayat (1950 sonrası): Siyasi partiler “oy” derdine düştü. İktidara gelen gitmek istemedi. Devrimlerden devamlı ödün verdiler. Güçlü, gelişmiş bir ülke olmanın yolunun tam bağımsızlıktan, ulusalcılıktan geçtiğini unuttular. Devrimleri bütün olarak algılamayı, bağımsızlık olmadan devrimlerin başarıya ulaşamayacağını göz ardı ettiler. Batılı emperyalist ülkelere bağımlı oldular. Onların önerileri doğrultusunda politikalarla devrimleri yozlaştırdılar. Sonra da toplumda, yönetimde oluşan tüm olumsuzlukların faturasını Atatürkçü düşünceye, devrimlere çıkardılar. Onu modası geçmiş ilan ettiler. Bağımsız, ulusalcı yönetim çok yara aldı. Ama yinede 1950 – 1980 arası ulusal devlet vardı. Devlet planlı ekonomi yürütüyordu. Yatırım yapıyordu. Laik düzen devam ediyordu. Eğitim, sağlık alanlarında devlet vardı. Henüz yıkıma uğramamıştı. (C) 1980 sonrası: Ulusal devletin yıkım süreci başladı. Yeni dünya düzeninde sömürgeci dış güçler (ABD AB) bizim gibi gelişmekte olan ülkeleri geri bırakmak, sonra da diledikleri gibi sömürmek, bağımlı kılmak için yeni politikalar belirledi. Nedir bu politikalar? (1) Ülkeyi ekonomik olarak çökertmek ulusal devleti yok etmek, “iletişim çağı, sınırlar aşıldı, dünya küçüldü, devletin modası geçti, devlet küçülmeli, devlet ekonomiden eli ni çekmeli, piyasalar kendi düzenini kurar” şeklinde ifade edeceğimiz liberal ekonomi hayata geçirildi. (12 Eylül bunun için yapıldı.) (2) Ulus bilincini yok etmek. Bir yandan etnik, dini ayırımcılığı körüklemek, diğer yandan apolitik, duyarsız bir toplum yaratmak. Böylece ülkeyi bölmek, parçalamak, yönetmek. (3) Bu politikalar 1980 sonrası başladı. Ama hızlanması 2002 ve sonrası oldu. Son 10 yılda tüm Cumhuriyet kazanımları, tüm varlıklarımız, devlet küçülecek diye özelleştirme adı altında satıldı. Eşe dosta peşkeş çekildi. Alanlar yatırıma yönelmedi. Kendileri zengin oldu. Yeni zenginler türedi; fabrikalar kapandı, işçiler sokağa atıldı. İşsizlik, yoksulluk arttı. Bugün resmi rakamla çalışan nüfusun yüzde 15’i işsizdir. Ekonomi çöktü. Tarımı, hayvancılığı, sanayi bitmiş, tüm ihtiyaçlarını dışarıdan karşılayan, milli geliri (emeğimizin karşılığını) borca yatıran ülke olduk. Milli gelirden payını alamayan halk çoğunluğu işsiz, aç, yoksulken küçük bir azınlık ülkenin gelirini paylaşıp halkın sırtından zenginleşti. Yüzde 10 açlık sınırında, yüzde 40 yoksulluk, yüzde 25 orta sınıf fakir, nüfusun yüzde 25’i gelirin yüzde 50’sini yiyor. İşin acı yanı, yoksul, işsiz bırakılanlar kendisini kimlerin aç, işsiz bıraktığının farkında değil; onların sadakalarına muhtaç yaşıyorlar. Toplum, etnik – dini kamplara bölündü. Terör tırmandırıldı, irtica tırmandırıldı. İşin kötüsü bu siyaset, erkek karşısında eşit yurttaş olma hakkını Batılı kadınlardan çok önce Atatürk devrimleri ile alan kadınlarımız üzerinden yapılmakta. Sonuç: Yeni sömürgeci düzen Türkiye’de ulusal devleti yıktı böldü. Sıra Demokrasiye geldi. Müslü Sonuçta man Ortadoğu’da tek demokrasi olan Türkiye’de gelinen bu noktada amaç, ılımlı İslam projesi ile laik düzenin yozlaştırılması, özgürlüğe indirgenmiş laiklikle, toplum yapısının dinin denetlemesine, yönlendirmesine açılması, laik toplum düzeninin yerine, İslami toplum düzeninin getirilmesi, ulus devletten vazgeçilip önce özerk eyaletlere, sonra federasyona geçilmesi, ülkenin bölünmesi ve başkanlık sistemi ile, Türkiye’ye uygun (!) tek kişi diktatörlüğü yaratmak suretiyle ABD’ye bağımlı bir yönetimin bu yolla devamının sağlanmasıdır. Bugün Ortadoğu’da İslam ülkeleri halkları demokrasi için mücadele verirken, bizler Cumhuriyetimizin 87 yıllık kazanımlarını, demokrasiyi kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıyayız. İşin kötüsü, medya ve aydınlarımız(!) her gün Ortadoğu’da yaşananları manşete taşırken, ülkemizde oynanan bu oyun için duyarsız kalmakta, görmezden gelmektedirler. Ama unutulan bir şey var. Türkiye’de demokrasinin altyapısı devrimlerle oluştu, 60 yıldır da uygulanmakta. Kör, topal olsa da toplum demokrasiyi, özgür yaşamı içselleştirmiştir. Belki bugün özgürlüklerinin değerini yeterince bilmemekte, kanıksamış görünmektedir. Ama kaybettiğinde bunun mücadelesini verecek gücü her zaman vardır. Demokrasiden uzaklaşacak bir yönetim hangi ad altında gelirse gelsin, ulusun kabul edemeyeceği bir olgudur. Toplum bu noktada mücadeleyi seçer. Bu nedenle tüm ulusa sesleniyoruz: Çok geç kalmadan, önümüzdeki genel seçimler için genci, yaşlısı, emeklisi, çalışanı, emekçisi, memuru, esnafı, köylüsü, kentlisi ile birlik olalım; yeniden bağımsız ulusal bir yönetim, demokrasi için tüm ulusalcı siyasi partileri birlik olmaya çağıralım: Bu Cumhuriyet bizim. T A vrupa’da sözde kendinden olmayanı dışlama ve horlama, yalnız aşırı sağ, Nazi çevrelerin işi değil. Geniş tutucu çevrelerden beslenmese, aslında belirli aşırı davranışlara gem vurmak çok daha kolay olur. Önce Angela Merkel kampanayı vurdu: Çokkültürlülük başarısız! Arkasından İngiltere Başbakanı David Cameron aynı tokmağı çaldı. Son Çoğulcu Kültür Yüksel PAZARKAYA olarak Nicolas Sarkozy geldi ve Merkel ile Cameron’u onayladı: Evet, başarısız. Böylece Avrupa Birliği’nin başı çeken bu üç tutucu önderi, kendi toplumlarındaki azınlık ve göçmen kültürlerine de tahammül anlamına gelen çokkültürlü toplum tasarımını gömdü. Bu gibi yaftalar, yığınları yönlendirir, zaten içten içe var olan karşıt duyguyu güçlendirir, dışa vurdurur, yabancı düşmanlığına, şiddete dönüştürür. Merkel, partisinin oldum olası savunduğu laytkültür (Leitkultur ana kültür) dayatmasını yinelerken, Cameron daha somut biçimde, herkesin ulusal kültürü benimsemesi gereğinden söz etti. Sarkozy de, Fransa’da yan yana çeşitli kültürler istemediğini söyleyerek onlara katıldı. Bugün 27 ülkeyi, en az on beş ulusal dili kapsayan, yakın gelecekte otuz ve daha fazla üye sayısı olacak Avrupa Birliği’nin siyasi, ekonomik ve kültürel tasarımıyla ve bu tasarıma yakıştırılan değerleriyle bağdaşıyor mu, yoksa tutucu yığınsal partilerin her zaman yaptığı gibi, seçmen halkın genel rahatsızlığını bu rahatsızlığın nedeni sanki azınlıklar ve göçmenlermiş gibi göstererek kullanan oy avcılığı mı? Öte yandan, ulusal kültür baskısı yanında, yine özellikle tutucu çevrelerin gündemde tuttukları küreselcilik ne anlama geliyor? Almanya’nın belli başlı günlük gazetelerinden Süddeutsche Zeitung yazarı Stefan Ulrich, adı geçen üç lideri iyimser bir yorumla korumak istiyor: Onlar, ülkelerinin birlik ve dirliğinin bir daha sağlanamamak tehlikesi taşıyan paralel cemaatlere bölünmesini istemiyorlar, diyor. “Laytkültür derken kastettikleri, laytdil, laythukuk, laytilkeler. Buna insan hakları, demokrasi, erkler ayrımı, hoşgörü ve diğerine saygı dahil.” Biz de bu kurtarma çabasını, Avrupa’nın onurunu kurtarma çabasını, saygıyla karşılıyoruz da, acaba bu liderler, kastettiklerini niçin böy le açıkça ifade etmezler? Kastettiklerini katlettiklerinin ayırdında değiller mi? Anayasaya ve yasalara uyum koşuluyla, farklı diller, farklı inançlar, farklı yaşam biçimleri, kültür çeşitlemeleridir. Aynı toplum içinde bir arada, yan yana, iç içe yaşamak hakkına sahiptirler. Bu, doğallıkla insan haklarına dahildir. Çoğulcu demokrasiden söz ederken, çoğulcu kültürü göz ardı etmek, dahası engellemeye çalışmak, çelişkidir. Çoğulcu demokrasi inancını zedeler, yok eder. Kendi dışındaki ülkeler ve toplumlar için çeşitli kültürlerin varlığını zenginlik diye tanımlarken, biz bu zenginliği istemiyoruz, denir mi? Ne yazık, bu tür kaymalar, Almanya, Fransa gibi ülkelerde işsizliğin arttığı dönemlerde ya da seçim sürecinde sürekli yaşanıyor. Böylece, özellikle tutucu partiler, iktidardaysalar, sorunların sorumluluğunu üstlenmemek için, göçmenleri ve azınlıkları günah keçisi yapıyorlar. Almanya’da bu yıl yedi ayrı önemli eyalet meclisi seçimi var. Bu seçimler Berlin’deki iktidarı değiştirmeyecek, ama birçok yasanın yürürlüğe girmeden önce onandığı eyaletler meclisi olan Federal Konsey’in birleşimini etkileyecek. Aynı zamanda 2013 yılında sırası gelecek federal meclis seçimine yatırım olacak. Bunun ülkedeki yabancı kökenlilerin, özellikle Türklerin sırtından yapılması, alışılmadık bir şey değil. Ama demokratik, insan haklarından ve özgürlüklerden yana toplumlara yaraşmıyor. İnsanlık kültürü bir bütündür. Çokkültürlülük denen şey, birbirinden bağımsız, salt farklı, giderek karşıt kültürler değildir. İnsanlık kültürünün çeşitli renkleri, çeşitli görünümleri, kısaca çeşitlemeleridir. Birine karşı oldunuz mu, bütüne karşı olursunuz. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle