19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
31 ARALIK 2011 CUMARTESİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 19 Tekin: Ben bir kaçağım ‘Sözünü Sakınmadan’ın konuğu olan yazar Latife Tekin, edebiyat ve toplum konularında sözünü sakınmadan konuştu Kültür Servisi Sabit Fikir ve İstanbul Modern işbirliğiyle düzenlenen “Sözünü Sakınmadan”, önceki akşam edebiyatımızın önemli kalemlerinden Latife Tekin’i ağırladı. En hararetli “Sözünü Sakınmadan” söyleşile? “Ben hesabı rinden biri olan etkadınlara, kuşlara, kinlikte, eleştirmenler Semih Güyoksullara veriyorum” müş ve Ömer diyen Latife Tekin, bu Türkeş, yazarın toplumdan nefret edebiyatımıza yeni bir soluk kattığına ettiğini ve kaçmak değinirken, Latife istediğini vurguladı. Tekin de edebiyat, Tekin, “Benim için yazı toplum ve yoksulluk üzerine sözünü kaçma aracı, iletişim hiç sakınmadı. aracı değil. Benim gibi Gümüş, 80 darkaçmak isteyenlerle besiyle beraber ilişki kurmak edebiyatımızın bir daralma içine giristiyorum” dedi. diğini, Tekin’in o daralma döneminde ortaya çıkan önemli yazarlardan biri olduğunu belirtti ve Tekin’e 1983’te çıkan ilk kitabı “Sevgili Arsız Ölüm”ün bu kadar başarılı bir roman olmasının arkasındaki nedeni sordu. Tekin öncelikle romanın içinden çıktığı koşullara değindi: “80 öncesi ben de devrimci bir yapıda mücadele ediyordum. O zamanlar evlerde toplanırdık. Her gün bir arkadaşımızın öldüğü karanlık bir dönemdi. ‘Sevgili Arsız Ölüm’de anlattıklarım, ilk olarak o evlerde sözlü olarak anlattığım ları”ndan esinlendiğini, hurafeler ve masallarda halkın kendini ifade edişinden yola çıkarak yeni bir biçim aradığını söyledi. Dille ve edebiyatla bir kavgası olduğunu belirten ve “Ben sokak çocuğuyum,” diyen Tekin, edebiyat yapmadığının ve roman yazmadığının altını çizdi. “Her şeyi sanatın ve edebiyatın içine girerek tartışıyorlar. Sinemada kamera açısı şöyle olmuş, burası böyle olmuş diye mesela. Edebiyatta da böyle. At o kamerayı önce. Benim edebiyatım da böyle. Çünkü sınıfsal bir şey var romanda” diyen yazar, Gümüş’ün “Hesabı iyi verilmiş iki roman yazıp bunları diyemezsin” yorumuna, “Ben hesabı kadınlara, kuşlara, yoksullara veriyorum” diyerek yanıt verdi. Pek çok yazarın kalabalıklarla ve bu toplumda olan bitenle ilişki kurduğunu belirten yazar, bunu yapmak için kalabalığın dilini kullanmak gerektiğini söyledi: “Fenerbahçe şöyle olmuş, köprü yapılınca şöyle olacak, metro yapılmış sevinelim… Bunları anlatarak, bunları konuşarak toplumla iletişim kuracaksan kalabalığın dilini kullanman lazım. Ben bu toplumdan nefret ediyorum; ne mimarisini seviyorum ne de dilini. İletişim kurmak istemiyorum, kaçmak istiyorum. Benim için yazı kaçma aracı, iletişim aracı değil. Benim gibi kaçmak isteyenlerle ilişki kurmak istiyorum. İnsan olmaktan dolayı sıkışıklık ve mutsuzluk yaşıyorsam, dünyevi bir şey yazmak istemiyorum, cehennemin dibine gitmek istiyorum. Ben bir kaçağım.” Manyak Cafer’in Hayranı Hıncal Uluç dostum iki gün önce Keşanlı Ali Destanı’nı yazdı. Oyunun 1960’lardaki ilk temsilinden söz etti. Yılbaşıyla ilgili bir yazı yazacaktım bugün. Hıncal’ı okuyunca anılarım depreşti. Keşanlı günlerini hatırladım. İstanbul’dan sonra Anadolu turnelerini. Minibüslerle, otobüslerle, yollarda kalarak, kent kent dolaşmamızı. Balıkesir’de son temsilimizi veriyoruz, turne bitiyor, İstanbul’a dönüyoruz diye sevinirken kendimizi ansızın Samsun’da bulmamızı. Almanya turnemizi. Münih’te sahneye Şişman Polis çıkınca, Türk polisi üniformasını gören gurbetçilerimizin alkışlarını. Şişman Polis’i oynayan Hüseyin Salıcı’nın “Yahu, beni burada da tanıdılar, sahneye çıkınca alkışladılar” diye böbürlenmesini. Birbirimize yaptığımız oyunları… Benim de adımın geçtiği oyuncuları sayıyordu Hıncal. “Hepsi, hepsi harikaydılar” diyordu. “Harika”. Oyunculuğum sırasında hiç duymadığım bir kelime… Aşağıda sözünü edeceğim iki hayranımdan bile duymamıştım bunu. ??? Beş yıl kadar süren bir tiyatro oyunculuğu dönemim oldu. 1960’ların ortalarında kendimi sahnede, Refik Erduran’ın Direkler Arasında’sının Hüsmen Pehlivan’ı olarak buluverdim. Okulda sahnelediğimiz oyunlarda rol arkadaşım olan Genco Erkal beni neredeyse zorla çekti tiyatroya. Sahne tozunu yuttum ya bir kere, uzun süre oyunculuğu bırakamadım. Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı’nda, Zilli Zarife’sinde, Yaşar Kemal’in Teneke’sinde, Aydın Engin’in Aykırı’sında, Güngör Dilmen’in Kurban’ında, Gogol’ün Palto’sunda oynadım. Kötü bir oyuncuydum. Ama benim gibi oyuncuların sayısı az değildi. Bu yüzden pek dikkati çekmiyordum. Sonunda, kendi kendime, “Bu işi başaramıyorsun. Zaten başarmak için de bir çaban yok,” dedim, oyunculuğu bıraktım. ??? Hani, oyuncuların “hayran”ları olur ya, beş yıl içinde benim de topu topu iki hayranım oldu. Biri bir kasaptı. Tiyatroya mektup yazarak imzalı fotoğrafımı bile istedi! Gönderdim. Günün birinde sahne arkasına geldi; kendini tanıttı. Edebiyattan söz etmeye başladı. Şiir yazıyormuş. Beni de şair olarak tanıyormuş. O zaman, hayranlığının oyunculuğumla ilgisi olmadığını anladım. ??? İkinci hayranım İzmir’de bir köfteciydi. Fuar bahçesinde derme çatma bir yerde “üçüncü sınıf” köftecilik yapıyordu. Biz de yanındaki Manolya Bahçesi’nde Keşanlı Ali Destanı’nı oynuyorduk. Oyunun sonlarına doğru, ben (Manyak Cafer), nara atarak seyircilerin arasından geçiyor, Keşanlı Ali’yi öldürmek için sahneye fırlıyordum. Bir gece yine naramı patlattım, tabancamı havaya sıktım. Bağırarak sahneye doğru ilerlerken, yarı karanlıkta bir adam, “Abim! Abim!” diyerek ayaklarıma kapandı. Kendimi sahneye zor attım. Yandaki köfteciymiş bu. Artık her gece oyuna geliyor, önde yer bulmuşsa ayaklarıma kapanıyor, arkalarda kalmışsa, ben nara atınca o da bir nara patlatıyordu! Her gece de oyundan sonra kulise şişe şişe bira taşıyordu. Bana hayran değildi aslında, Manyak Cafer’e hayrandı! ??? Ertesi yaz yine İzmir’de oynuyorduk. Haldun Taner’in Zilli Zarife oyununda Zarife’nin kocasıydım. Ölüyordum. Vasiyetim okunuyordu sahnede. Daha doğrusu, sahne arkasında bir mikrofonla vasiyetimi ben okuyordum. Sahnedekiler de sesimi dinliyordu. Bir akşam Umur Bugay’la oyuna gelirken bizim köfteciyle karşılaştım Fuar Bahçesi’nde! Yanında bir arkadaşı vardı. Koşarak yanıma geldi. “Abim! Abim!” diye bağırarak ellerime sarıldı. Sonra arkadaşına döndü. “Bak,” dedi. “Abimi iyi tanı. Görünmez hoparlörle temsile mevzu veriyor!” öykülerden oluşuyor. Ortaokulda şiir yazardım, sonra politikayla birlikte bıraktım. Ama aklımda hep yazmak vardı. ‘Devrim yaparsak bana politik bir görev vermeyin, ben roman yazacağım’ diyordum. Devrim değil darbe oldu, ben de ‘Sevgili Arsız Ölüm’ü yazmaya başladım.” Türkeş, “Sevgili Arsız Ölüm”de 80 öncesi pek çok romanda olduğu gibi gecekonduda yaşayan yoksulların yer aldığını ama o dönemin solunun alışık olmadığı, Büyülü Gerçekçilik akımına benzer bir üslubun olduğunu belirtti. Tekin, “O dönem sosyalistlerin kafasındaki dünya tasarımıyla hayat uymuyordu. Romanı da bundan sevmediler” derken dil ve üslubundaki farklılığı da romandan çok şiire yakın olmasına bağladı. “Romandan çok şairlere yakınım,” diyen yazar, yazıda klasik romanın dışında bir dil aradığını belirtti. Kemal Tahir’in, destansı üslubuyla Yaşar Kemal’in, yer yer Ahmet Hamdi Tanpınar’ın anlatımlarından, Nâzım Hikmet’in ne şiir ne düzyazı olarak tanımlanabilen “Memleketimden İnsan Manzara ‘ResimHeykel Müzesi için kaygılıyız’ UPSD Ulusal Komitesi Başkanı Bedri Baykam’dan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a mektup Kültür Servisi UNESCO Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği yönetim kurulu üyesi ve Türkiye Ulusal Komitesi Başkanı Bedri Baykam, yönetim kurulu adına, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a bir mektup yazarak, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi koleksiyonunun tümü ya da bir bölümünün Tophane’deki Antrepo 5 binasına taşınması yolundaki söylentilerden kaygı duyduklarını belirtti. Mimar Sinan Güzel ? Müze koleksiyonunun Sanatlar Üniversitesi Re“UNESCO’ya bağlı UPSD sim ve Heykel Müzesi tümü ya da bir bölümünün olarak, gerek Resim ve Heykoleksiyonunun, Türk reAntrepo 5 binasına kel Müzesi’nin tarihi mekâsim tarihinin en önemli taşınması yolundaki nında şu ana kadar restodönemlerini en önemli rasyonunun birinci ve ikinci söylentilerden kaygı örnekleriyle barındırdıbölümlerinin 2011’de tağını ve Dolmabahçe Saduyduklarını söyleyen mamlanamayıp halka açılarayı Veliaht Dairesi gibi Baykam, müzenin yer mamasından, gerek bu ilk güzelliği tartışılmaz bir aldığı Veliaht Dairesi’nin müzemizin tarihi mekânının yapıyla özdeşleşmiş olana işlevinden kopartılıp, duğunu vurgulayan Baybaşka amaçlarla başka kullanımlara açılacağı kam, koleksiyonun bu kullanılmasının kabul yönündeki olasılıklardan son mekândan kopartılarak yapının başka amaçlarla edilemeyeceğini vurguladı. derece rahatsız ve üzgünüz.” Müzenin bugünkü mekânına kullanılmasının kesinsığmayan koleksiyondaki binlikle kabul edilemeyeceğini ve son derece valerce yapıtın bir bölümünün Antrepo 5 bihim olduğunu söyledi. Baykam, Bakana ilettiği mektubunda şöy nasına kazandırılmasının yerinde bir karar olduğunu da vurgulayan Baykam, “Ancak bu le dedi: hiçbir zaman ilk binanın işlevini ve faaliyet haklarını kaybetmesi anlamına gelmemelidir” dedi. Bakana mektubunda, müzedeki yapıtların güvenliği ve sağlıklı bir biçimde korunması konusundaki kaygılarını da dile getiren Baykam şunları söyledi: “Dünyanın gözbebeği İstanbul’da devlet büyüklerimizin kullanabileceği onca mekân varken, bugün MSGSÜ Resim ve Heykel Müzesi’nin herhangi bir sebepten dolayı ana mekânından kopartılması kabul edilemez. Dolmabahçe Sarayı’nın muhteşem ortamı ve bahçesi zaten devlet büyüklerimizin arzu ettikleri zamanlarda, çeşitli davet ve kutlamalar için kullanılabilmektedir.” Bir süre önce, Antrepo 5 binasının içinde MSGSÜ’nün eğitim alanlarının da bulunduğu çağdaş bir müzeye dönüştürüleceği, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde yer alan Cumhuriyet sonrası yapıtların buraya aktarılacağı bildirilmişti. Antrepo 5’in, Resim ve Heykel Müzesi’ndeki restorasyon çalışmasının tamamlanması için de “üs” işlevi göreceği, müzedeki 12 bin yapıtın geçici olarak buraya taşınacağı, restorasyon tamamlandıktan sonra Cumhuriyet öncesi yapıtların müzeye geri döneceği, Cumhuriyet sonrası 8 bin kadar yapıtın ise Antrepo 5’teki yeni müzede kalacağı öğrenilmişti. ‘Çöpte Dostoyevski Buldum’a ödül ? Kültür Servisi Yönetmenliğini Enis Rıza’nın üstlendiği “Çöpte Dostoyevski Buldum” adlı belgesel, Amerika’daki 16. Boston Türk Filmleri Festivali ile Yunanistan’daki 2. Corinthian Peloponnesian Uluslararası Film Festivali’nde “En İyi Belgesel” ödülünü aldı. Belgesel, 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluşmuştu. Foto Galatasaray’da fotoğraf çektirenler aranıyor ? Kültür Servisi Kültür mekânı SALT, Foto Galatasaray sergisi kapsamında, 1314 Ocak’ta “Fotoğraf Etiketleme Günleri” düzenleyecek. SALT Galata Oditoryum’da gerçekleştirilecek etkinlikte katılımcılarla birlikte, 19351985 yılları arasında, İstanbullu ilk kadın stüdyo fotoğrafçılarından Maryam Şahinyan’ın stüdyosunda fotoğraf çektiren kişilerin kimlikleri belirlenecek. Kaye Stevens yaşamını yitirdi ? Kültür Servisi ABD’li oyuncu ve şarkıcı Kaye Stevens, yakalandığı göğüs kanseri hastalığına yenilerek 79 yaşında yaşamını yitirdi. 1963’te “The Interns” filmindeki rolüyle de Altın Küre’ye aday gösterilen Stevens, şarkıcılık kariyerinde ise Frank Sinatra’nın da aralarında bulunduğu isimlerle birlikte sevenleriyle buluşmuştu. Venedik Festivali’ne Alberto Barbera atandı ? Kültür Servisi Venedik Film Festivali Sanat Yönetmenliği’ne yeniden, 4 yıllığına, sinema eleştirmeni, Torino Sinema Müzesi müdürü Alberto Barbera atandı. Görevi Marco Müller’den devralan Barbera, 2010 yılında Cannes Film Festivali’nde jüri üyesi olmuştu. Bu yılki Venedik Film Festivali, 29 Ağustos8 Eylül tarihleri arasında yapılacak. KAHRAMANLIK TÜRKÜLERİNİN USTA SESİ Hasan Mutlucan son yolculuğuna uğurlandı İstanbul Haber Servisi Türk halk müziği sanatçısı, kahramanlık türkülerinin usta sesi Hasan Mutlucan (85) dün Kadıköy’de düzenlen törenlerden sonra Erenköy Galippaşa Cami’nde kılınan öğle namazının ardından Çekmeköy Mezarlığı’nda toprağa verildi. Hasan Mutlucan için dün ilk tören emekli olduğu Kadıköy’deki İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı önünde gerçekleştirildi. Tören öncesi Mutlucan’ın eşi Keriman Mutlucan ve aile bireyleri taziyeleri kabul etti. Keriman Mutlucan, eşi ile 60 yıllık bir evlilikleri olduğunu ve çok iyi vakit geçirdiklerini belirterek “Bana her zaman gül getirirdi. Şimdi ben de onu gülle uğurlayacağım. Ona gül getirdim” dedi. Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Şefi Esat Kabaklı da Mutlucan’ın halk müziğine büyük katkıları olduğunu ifade ederek “Türkülerimiz onunla hayat buluyordu. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın sabahında biz onun türküleriyle tanıştık. TRT’den bize türkülerini yansıttı. Milletimiz onun türküleriyle o zamanki savaş halinde rahatlıyordu, bir ruh alıyordu. Gönüllere taht kurmuş bir ağabeyimiz, hocamızdı. Biz bugün onun acısını yaşıyoruz. Tüm Türk halk müziği sevenlerin ve tüm Türk milletinin başı sağolsun” diye konuştu. Oyuncu Mustafa Alabora da Mutlucan’ın çok iyi bir türkücü ve tiyatrocu olduğunu ifa ederek “Kendisinin en büyük sıkıntısı 12 Eylül’de onun şarkılarının çalınması ile ilgiliydi. Çünkü bu kendisinin iradesinin dışında yapılan bir şeydi. Kendisi asla darbeci görüşlere sahip bir adam değildi. Ruhu şad olsun” dedi. Törene, Mutlucan’ın oğlu Barbaros Mutlucan, kızları Günay Pesen ve Tülay Mutlucan, torunları Alaz ve Ekin Pesen ile sanatçı Ümit Tokcan ve çok sayıda seveni katıldı. ‘Sinemaya kaynak yaratıldı’ ? Kültür Servisi Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Özgür Özaslan, Bakanlık’ın 2011’de 58 uzun metraj sinema filmine 11 milyon 750 bin TL, belgesel, senaryo ve amatör yapım projelerine ise 3.5 milyon TL’nin üzerinde destek verdiğini açıkladı. Özaslan, “Dünyadaki uygulamalara benzer bir destekleme sistemiyle sinemaya kaynak yaratıldı” dedi. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle