25 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
18 KASIM 2011 CUMA CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 17 ‘LE CORBUSIER’YLE YÜZ YIL SONRA YENİDEN BULUŞMA Mimaride ve fotoğrafta şiir En sonda söyleyeceğimi, en baştan söyleyeyim: Eğer hâlâ gidip görmedinizse, hiç ama hiç vakit yitirmeden gidin görün Santral İstanbul’daki Le Corbusier’ye ilişkin sergiyi… Depremlerle sarsılan bir coğrafyada… Doğal afetin değil, açgözlülüğün insan yaşamını yok ettiği ülkemde… Hırsızlık, çıkarcılık, rant iştahıyla yapıların yıkıldığı, imar planlarının keyfe terk edildiği ortamda… Yozluk, yoksulluk ve şiddetin hem yaşamı, hem de insanlık onurunu paraladığı bir dönemde… “Gidin Le Corbusier sergisini görün” demek, ironi gibi… Ama işte artık böyle tuhaf ve çelişkiler içinde bir dünyada yaşıyoruz. yaşamın devinimine cevap verir. Çok rengin bir arada kullanılması yaşamın filizlenmesini sağlar.” “Işık”… Mimar yapıyı bir senfoniye benzeterek duyguların önemini vurgular. Işık, yarı aydınlık, yarı karanlıklar, kâh hüzünleştirir kâh dinginleştirir, o mekânda yaşayanı… Mimar “senfonisini böyle yazar”… “Doğa” ve “Plastik Etki”… Le Corbusier’ye göre “Şiirsel duygu varsa, mimarlık vardır”. ‘Kaliteli’ Bilim Adamı ya da ‘How Do You Say It In Turkish?..’ Geçen haftaki yazımda, Türkiye İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Ersin Özince’nin, “İşlerimize katma değer için ArGe lazım, ArGe için kaliteli üniversite ve bilim insanı lazım. Bilim adamına kalkıp bankacıdan az para verirseniz olmaz” şeklindeki çok doğru saptamasına yer vermiş ve olayın “bilim adamı” yönünü bu hafta ele alacağımı söylemiştim. Bu vesileyle önce, sanırım yalnızca ülkemizde rastlanan bir garabete değinmek istiyorum. Günlük dilimizde “gerçek sanat”, “gerçek sanatçı” ve “gerçek bilim adamı” gibi kullanımlara çok sık yer veriyoruz. Öyle ki, insanın aklına bazen şöyle bir soru takılıyor: Acaba bu ülkede sanatın, sanatçının ve bilim adamının/insanının “gerçek olmayan”ı artık bu kadar korkutucu boyutlarda mı ki, bunların “gerçek olanına” rastladığımızda bu kadar vurgulama gereğini duyuyoruz? Bu soruya yazık ki! çok rahatlıkla “evet” yanıtını verebileceğinizden kuşkunuz olmasın! Çünkü bir ülke ki, düşüncesinden sanatına, biliminden teknolojisine, “uygarlık” sözcüğünün içini dolduran ne varsa, tümüne yıllardır kendi üretimiyle değil, fakat “ithal” ya da “dışalım” yoluyla ulaşma gibi umarsız bir alışkanlığın pençesinde kıvranmaktadır ya da daha doğrusu, “kendini böyle bir alışkanlığın kollarına gönüllü bırakmış” mı desek?, o ülkede sanatın da, bilimin de, sanatçının da gerçek olanının ve olmayanın rahatça birbirine karışması, birbirinin yerine kullanılması kaçınılmaz bir sonuçtur. Şimdi gelelim “kaliteli” bilim adamına. Gerçi bunun “kalitesiz” olanına, yukarıdaki nedenlerden ötürü, “bilim adamı” demek caiz değildir ama yine yukarıdaki nedenlerden ötürü, bu ayrımı yapmaya elimiz mahkum. Evet, “kaliteli” bilim adamı. Bilindiği gibi, Mustafa Kemal, Hitler Almanyası’ndan çıkmak zorunda kalan yaklaşık yüz kırk dünyaca ünlü bilim adamına Türkiye’nin ve Türk üniversitelerinin kapılarını açmıştı. Onlardan biri olan Alman mimar Brono Taut, anılarında şöyle der: “Gazi’nin bize söyledikleri arasında beni en etkileyeni şu olmuştu: Sizden geleceğin Türk mimarlarını yetiştirmenizi istiyorum!” Bu, elbette ırkçı değil, ama sırılsıklam ‘bilimsel’ bir istektir; başka deyişle, bilimin evrenselliğini asla yadsımayan, ama bu ülkenin çocuklarının bu ülkenin çocukları kalarak bilimin evrenselliği ile tanıştırılması iradesini içeren bir taleptir! Yüz kırk dünyaca ünlü bilim adamına üniversitelerimizin kapılarının açılması, Türkiye’de modern anlamda bilim geleneğinin kurulması için atılmış en büyük adımdır. Mustafa Kemal’in ölümünün ardından bu kişilerin, “Artık biz olduk, size gerek kalmadı!” diye gönderilmeleri de o adımın karşılaştığı en büyük sabotajdır. Daha yeni yaşanmış bir olay. Bir toplantı için “yabancı dilde” (yani İngilizce) eğitim veren üniversitelerimizden birine giden bir sanatçımız, öğrencilerin sürekli yabancı sözcükler kullanmalarından bunalıp bazılarının Türkçe karşılıklarını sorar. Türkiye’deki Türk üniversitesinin bu Türkçe karşılıkları bulmakta zorlanan Türk öğrencilerinden bazılarının ağzından ise şöyle bir soru çıkar: “How do you say it in Turkish?” Yani “Bunu Türkçe nasıl söylersiniz?” Bunlar da “bilim adamlarımızca” yetiştirilmekte olan “öğrencilerimiz”dir. Gerçek “bilim adamlığı”, salt bilgi birikimini çok aşan, bir zihniyet ve bilinç meselesi olan bir uğraştır. “You know what I mean?” Pardon: Anladınız mı ne demek istediğimi? Şiirsellik Serginin en başında karşılaştığım alıntı bence yeterince açıklayıcı. Le Corbusier, ilk evini 17 buçuk yaşında inşa ettiğini söyledikten sonra (okullu değil, alaylı olduğunu unutmamak gerek) bütün araştırmalarını, tıpkı tüm duyguları gibi, yaşamdaki temel bir değere yönelttiğini söylüyor. O değer, şiirsellik!.. “Şiirsellik, insanın yüreğindedir ve doğanın zenginliğini inceleme yetisidir. Ben görsel bir insanım; elleri ve gözleriyle çalışan, plastik etkiler üretmeye çabalayarak hayat bulan bir insan… Gerçek mimarlığın, gerçek resmin, kent ve kasaba için gerçek planlamanın temelinde yatan da budur…” Doğrusu Le Corbusier’nin uzun çalışma hayatı boyunca ardından koştuğu bu şiirsellik, Cemal Emden’in fotoğraflarına da egemen; sergi düzenine de… Emeği geçen, katkıda bulunan herkesi kutluyorum. Ama bunu söylemem iki eksiyi ya da iki eksiği belirtmemi önlemeyecek: Eksiğin biri, sergiye ilişkin bırakın bir katalog, bir kitap, tek sayfalık bir broşür bile olmaması… İkincisi: Eksik değilse de bence hatalı bir yerleştirme var: Kimi açıklamalar öyle aşağılara yazılmış ki, okumak için yere yatmanız gerekiyor! Tamam, biraz abartıyorum ama Le Corbusier görse çıldırırdı! Hayatı insanlara kolaylaştırmaya çalışan, mimariyi insanın mutluluğu için araç sayan adam kahrolurdu! [email protected] 100 yıl sonra Bu sergi ekim ayında düzenlenen bir konferansa eşlik etmek için düzenlendi. İyi ki de düzenlendi: Konferans çoktan bitti. Cemal Emden’in usta fotoğraflarından oluşan sergi hâlâ yerli yerinde. 27 Kasım’a dek uzatıldı. Acele edin, kaçırmayın! Le Corbusier, modern mimarinin öncülerinden… Bu cümle hep söylenir de nedeni nasılı pek bilinmez. Serginin kurgusu, “neden” ve “nasıl” sorularını da açıklıyor, bu bir… Her mimarın yaşamında yolculukların, gidip görmenin önemini vurguluyor, bu iki… Açıklamaları, kavramsal özellikleri Le Corbusier’nin kendi ifadeleri, kendi sözleriyle ortaya koyuyor, bu üç… Bu üç neden, herkes gidip görmeli dememe yetti. Şimdi baştan başlayalım: Le Corbusier (18871965) öncü mimar ama aynı zamanda şehirci, kuramcı, tasarımcı, ressam, yazar… Genç yaşta “Doğu Gezisine” (1911’de) çıkmasaydı; belki de aynı insan olmayacaktı. Belki değil, kesinlikle öyle… Mi mari öncü kimliği o gezilerden sonra gelişti. Bu gezi, Balkanlar’ı, Akdeniz ülkelerini Türkiye’de de Edirne, İstanbul ve Bursa’yı kapsıyordu… Le Corbusier Vakfı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi işbirliğiyle ve Kalebodur sponsorluğuyla Doğu gezisinin yüzüncü yıldönümde hem bir konferans hem de bu sergiyi düzenledi. “Görsel Kayıt: Le Corbusier Yapıtdökümüne Bir Bakış” gibi zor bir adı var serginin. Bu sizi korkutmasın. Sergi, Mimar Cemal Emden’in, İsviçre, Fransa, Almanya ve Hindistan’a giderek, Le Corbusier’nin bu ülkelerdeki eserlerinden çektiği güncel fotoğraflardan oluşuyor. Kütle Işık Renk Gerek bütünün, gerek ayrıntıların vurgulandığı fotoğrafların sergideki kurgulanması, sıralanması Le Corbusier’nin önemli kavramlara getirdiği yenilikleri kavramamızı kolaylaştırıyor. İşte birkaç anahtar sözcük: “Kütle”... Yapının sanki bir yontuya sanat eserinde dönüşmesi… Taşıyıcı duvar ve kolonların yok edilmesi… Şerit pencereler… Betonarme uygulamalarıyla, mimarın deyişiyle “mekânı hapsedici duvarlardan” kurtulma… “Renk”... Yine mimarın kendi deyişiyle: “…mekânı tanımlamak ve çeşitlendirmek için çokrenkliliğe yöneldim. Çünkü renk Kuçuradi ‘Dünya Felsefe Günü’ etkinliklerinde Kültür Servisi Türkiye Felsefe Kurumu (TFK) Başkanı Ioanna Kuçuradi’nin mesajında kitle iletişim alanında çalışan herkesi insan olmanın sorumluluğunu taşımaya davet ettiği “Dünya Felsefe Günü” Türkiye’de de başta Türkiye Felsefe Kurumu olmak üzere, özellikle üniversitelerin felsefe bölümlerinde çeşitli etkinliklerle kutlandı. Dün Maltepe Üniversitesi’nde bugün de Ankara Üniversitesi’nde düzenlenen etkinliklere katılan Kuçuradi, Ankara Üniversitesi Rektörlük Salonu’nda saat 14.00’te başlayacak, Doç. Dr. Gülriz Uygur, Prof. Dr. Halil Turan ve Doç. Dr. H. Haluk Erdem’in konuşacağı ‘‘Günümüzün Sorunları Karşısında Felsefe” açık oturumunu yönetecek. İstanbul Liseleri Felsefe Platformu da Koç Üniversitesi’yle birlikte dün düzenlediği Koç Üniversitesi’ndeki etkinlikte, Dünya Felsefe Günü’nü TFK Çocuklar İçin Felsefe Birim Başkanı Nuran Direk’in katıldığı felsefe atölye çalışmalarıyla interaktif yöntemle kutladı. ‘Ölüm Pornosu’ davası başladı MELTEM YILMAZ ağdaş dünya edebiyatının önde gelen yazarlarından Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” adlı kitabında müstehcen öğeler olduğu gerekçesiyle kitabı Türkçeye kazandıran Ayrıntı Yayınları Genel Müdürü Hasan Basri Çıplak ile kitabın çevirmeni Funda Uncu hakkında “müstehcen yayınların yayımlanmasına aracılık etmek” suçlamasıyla 6 aydan 3 yıla kadar hapis istemiyle açılan davanın ilk duruşması, dün Çağlayan Adliyesi 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal, Sel Yayıncılık’ın sahibi İrfan Sancı, Çevirmenler Birliği üyelerinin bulunduğu çok sayıda destekçinin katıldığı davada, sanıklar savunmalarını sundu. Sanık Hasan Basri Çıplak savunmasında, 2 yıldır Ayrıntı Yayınları’nın Genel Müdürü olduğunu ve davaya konu kitabın Chuck Palahniuk’a ait edebi bir eser olduğunu kaydederek, “Bu kitap, yazarın bastığımız 10. kitabıdır. Kitap, erkek ve kadının meta unsuru olarak ele alınmasını eleştirmektedir. Kitabın porno olmaması nedeniyle üzerine yaşla ilgili bir sınır koymadık. Biz bu kitabı çocuklar için basmadık. 18 yaş üzeri uyarısını yazmış olsaydık kitap çocukların daha çok dikkatini çekerdi” dedi. Söz konusu eserin akademisyen bilirkişilere yollanarak rapor alınması talebinde bulunan Çıplak, şöyle devam etti: “Chuck Palahniuk dünyadaki yüz önemli yazardan biridir. Yazarın kendine has üslubu sert ve argo kelimeler içeriyor. Muzır Kurulu raporunda, kitabın toplumun ahlakıyla bağdaşmadığı yer alıyor. Oysaki ahlak yapısı bölgeden bölgeden değişmektedir. O zaman bölgeye göre mi kitap yapacağız? Suçlamaları kabul etmiyorum.” Kitabın çevirmeni sanık Funda Uncu ise savunmasında, yayınevi ile yaptığı anlaşma gereği 8 yıldır çeviri yaptığını, aynı yayınevinden çevirmiş olduğu 8 adet kitabın basıldığını bielirterek, “Ben mesleğimi icra ediyorum. Kitabın basımını ben yapmıyorum. Ben kitaba yorum yapmadan, ekleme, çıkarma yapmadan kitabı olduğu gibi çeviri yapıyorum. Dolayısıyla suçlamayı kabul etmiyorum” diye konuştu. Hâkim Onur Özsaraç, eksikliklerin giderilmesi için davayı 18 Ocak’a erteledi. Bu arada Çevirmenler Birliği, meslektaşlarına Ç destek olmak amacıyla bir bildiri yayımladı. Bildiride, davanın evrensel hukuk ilkelerine aykırı, çağdışı bir yasal mevzuattan kaynaklandığı ve bunun akla ve vicdana aykırı olduğu belirtilerek, “keza bir edebiyat eserinde müstehcenlik öğesinin olup olmadığının sorgulanarak dava açılması, çağdışı, baskıcı bir zihniyet olup, düşünce ve yayın özgürlüğünü kısıtlamaya yöneliktir” ifadelerine yer verildi. ‘Ölüm Pornosu’ kitabını yayımlayan Ayrıntı Yayınları Genel Müdürü Hasan Basri Çıplak ile çevirmen Funda Uncu hakkında açılan dava 18 Ocak’a ertelendi C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle