23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
26 EKİM 2011 ÇARŞAMBA KÜLTÜR CUMHURİYET SAYFA kultur@cumhuriyet.com.tr 15 Avusturya Kültür Ofisi’nde 19. yüzyılın Viyana ortamına lied’lerle yolculuk yaptık Şiirin şarkıyla buluşması Türkiye’nin diz boyu acılarla uğraştığı karanlık günler yaşıyoruz. Bir yandan da yaşamın devam etmesi, dayanma gücümüzün yüksek olması gerek.Bu sütunlardaki önemli görevlerimden birinin gençleri desteklemek, onları okurumla buluşturmak olduğuna inanıyorum. Pırıl pırıl iki genci, soprano Seren Akyoldaş ve piyanist Gülru Ensari’yi tanıtmak istiyorum. Avusturya Kültür Ofisi’nin Yeniköy’deki salonunda bir lied akşamı sunarak bizleri 19. yüzyılın Viyana ortamına götürdüler. Lied, şiirin şarkıyla kucaklaşmasıdır. Konser merkezlerimizde lied dinletileri o kadar az yapılır ki, bu tür konserlerin kendine özgü bir dinleme töresi olduğunu da pek bilmeyiz. Süresi 23 dakika olan her şarkıdan sonra alkışlamakla hem yorumcuların hem dinleyicilerin dikkatleri dağılır. Belki program notlarına bir uyarı yazılmalı. Özellikle Hugo Wolf’a ait şarkıların arasında ha bire alkış olmasaydı, yorumcular da biz de bestecinin dünyasında daha yoğun bir yolculuğa çıkabilecektik. ‘Lied’in sözlükteki karşılığı şarkıdır. Şiir ve şarkı piyano eşliğinde birleşirler. Sözcüğün aslı Rönesans dönemine dayanır: İlk din dışı şarkılara Fransızlar şanson, İtalyanlar frotolla, İngilizler art song (sanat şarkısı), Almanlar lied demişler. Oysa lied bir tür ve bir form olarak Romantik Dönem’le özdeşleşmiştir. Romantik dönemin en önemli lied bestecisi Franz Schubert, zamanın ünlü şairlerinden dizeleri şarkıya dönüştürmüştür. Şiirin içeriğindeki anlatım dramatik olarak eşlikçi piyanoda yansır. Bu nedenle lied’e eşlik eden piyanistin çok özel yetişmiş olması gerekir. Şiirin içindeki her bir dizeyi, her bir duyguyu piyanosunda şarkı söyleyebilen bir lirizmle birleştirmelidir. Avusturya Kültür Ofisi’ndeki dinleti Schubert’ten üç lied ile başladı. Ardından piyanist Gülru Ensari yine aynı dönemin romantik bestecisi Schumann’ın Viyana Karnavalı (nedense program notuna Viyana Büyüsü yazılmış) bir gönderme yapmış oldu. İki sanatçının birbirini tamamlaması, piyanistin şiirselliği piyanoda yansıtması övgüye değer. Bis olarak seslendirdikleri Necil Kazım Akses’in Orhan Veli dizelerine dayalı Anlatamıyorum adlı lied’i ise çağdaş Türk müziği adına çok anlamlıydı. Seren Akyoldaş, Boğaziçi Üniversitesi ve İÜ Devlet Konservatuvarı Şan Bölümü mezunu. Halen İtalya’da Ferrara’daki Frescobaldi Konservatuvarı’nın şan yüksek lisans eğitimini sürdürüyor. Aynı zagilizce olarak yayımlanan bu çalışmanın keşke Türkçesi de olsaydı. Kısa ama özlü çalışma ilk polifonik bestelerden günümüze dek hızlıca yol alıyor.Türk müziğinin Batılılaşması, çağdaş tekniklerin kullanımını örnekleyerek anlatılmış. Cemal Reşit Rey, çoksesliliğin ilk ustası olarak sunuluyor. Ahmed Adnan Saygun, “Türk Bartok” olarak nitelenmiş. Usmanbaş 12 ton yazısının, Bülent Arel ve İlhan Mimaroğlu elektronik müziğin ilk ustaları olarak değerleniyor. Ertuğrul Oğuz Fırat ise Öykü Yazarlarımız Bu yılın Haldun Taner Öykü Ödülü’nü Behçet Çelik’in “Diken Ucu” (Can Yayınları) adlı kitabıyla kazandığını duyunca içim sevinçle doldu. Neden derseniz, öykü türünün günümüz edebiyat dünyasında önemli bir savaş verdiğini düşündüğümden. Romanın yaygın biçimde ticaret batağına saplanmasından sonra, edebiyatın namusunu korumak neredeyse öyküye kaldı. Öykücülerimiz ticari dayatmalara boyun eğmeden, has edebiyat örnekleri vermeyi sürdürüyorlar. Behçet Çelik de son yılların bu has edebiyatçı kuşağından. 2008’de de “Gün Ortasında Arzu” kitabıyla Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer bulunmuştu. Daha ilk öykülerinde belirginleşen anlatım çizgisi giderek kıvamını, yoğunluğunu buldu. Tıpkı çağdaş öykücülüğümüzün çıkış noktalarından birini oluşturan Sait Faik gibi, Behçet Çelik de sıradan insanın hayatından yola çıkıyor. Anlatım biçimi olarak da ustayı andıran yalın, içten, akıcı söyleyişiyle... Sessizce, sanki bir şey söylemeden anlatıyor derdini. Öylesine bir içtenlik yaratıyor ki bu anlatım, parlak sözlerin yaratamayacağı bir etkiyle sarmalıyor okurunu. Behçet Çelik’in öykülerindeki ana temanın günlük hayat olduğunu söyleyebiliriz rahatça. Günlük hayatın sıradan bin bir ayrıntısı içinden bir ipliğin ucunu tutup çeker gibi seçiyor konularını. Sonra da çektikçe gelişen bu iplerden önce çileler, sonra örgüler ortaya çıkıyor. Sonunda okuduğumuz öykünün nasıl bir bütünlüğe kavuşuverdiğine siz de şaşıyorsunuz. Milliyet gazetesinde ödüle ilişkin yapılan konuşmada kendisi de konularını şöyle anlatmış: “Bireyin bir sıkışmışlığı var. Günümüz toplumu içerisinde toplumsal baskılar altında kendini ifade edememe, kendini geliştirememe ve arzularının ilerleyen yaşlarda hayata geçemediğini gördüğünde yaşadığı hayıflanmalar... Fakat bir yandan kendisine ve geçmişine bakarken de olabildiğince dürüst olma çabası... Bir tür, kendini acıtacak diken uçlarından sakınmadan insanın kendi kendini tartması; bir iç muhasebenin ifadesi gibi.” Behçet Çelik’in sakin söyleyişi, ardındaki incelikli insanın da bir göstergesi. Diken Ucu, bu incelikli dünyanın en olgun ürünlerini getiriyor bizlere. Yazarken koşturan, “Aman şunu da söyleyeyim eksik kalmasın” diyen yazarlar gibi değil. Okurunu koşturtmuyor, tersine onunla sakin bir köşede çay içip konuşur gibi karşısında bütün açıkyürekliliğiyle bir içdökümüne girişiyor. Bu sakinlik okura aslında günümüz yaşam biçiminin ne denli büyük bir ahmaklık çemberi oluşturduğunu, insanları bu çemberin ne denli boğduğunu gösteriyor. Diken Ucu’ndaki öyküler çok güzel anlatabilmiş bu sıkışmışlık ve hesaplaşma halini. Birer şiir dizesine benzeyen kimi cümlelerde bakın bu anlatım nasıl yoğun bir kıvama ulaşıyor: “Gelmeden biten yazlar”. (s. 17) “Kelimelerimizi bırakmadınız bize”. (s. 33) “Aman, dikkat edin, iyi bilirim bu bakışları, canınız yanar sonra, giderken çok şey götürebilir sizden.” (s. 33) “İnsan yirmi yıl bir başkasını diken ucu gibi taşır mı içinde? Görmese, aramasa bile...” (s. 52) “Bu sabah anladım ki sonsuz bir şimdiymiş zaman”. (s. 101). Diken Ucu’ndaki öyküler, görünen bütün bu yalınlığın ötesine geçip yaşadığımız günlerle yaşamsal bir hesaplaşmaya çağırıyor okurunu. PERA MÜZESİ’NDE ODA MÜZİĞİ KONSERLERİ BAŞLIYOR İlk konser ‘Golden Horn Brass Quintet’ Kültür Servisi Pera Müzesi, klasik müziğin özü olarak kabul edilen “oda müziği konserleri” düzenlemeye başlıyor. İlki yarın gerçekleşecek ve aylık olarak devam edecek konserlerde, genç ve yetenekli solistlerin oluşturduğu oda müziği topluluklarına yer veriliyor. Pera Müzesi Oditoryumu’nda, sanat yönetmenliğini Kemal Küçük’ün yaptığı programın yarınki ilk konseri, Golden Horn Brass Quintet ile gerçekleşiyor. Türkiye’nin ilk bakır nefesli beşlisi olan topluluk, klasik, caz, pop, Anadolu ezgileriyle kendi üsluplarını birleştiriyor. 2004’te Begüm Gökmen Azimzade tarafından kurulan topluluk, 2 trompet, korno, trombon ve tubadan oluşuyor. Topluluğun sanatçıları Golden Horn Brass Quintet koserlerinin yanı sıra, Bilkent Senfoni Orkestrası, İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestrası, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’ndaki görevlerine de devam ediyor. Saat 20.30’da başlayacak Pera Müzesi Oda Müziği Konserleri müze giriş biletiyle izlenebilecek. ‘Lied akşamı’nın konukları soprano Seren Akyoldaş ve piyanist Gülru Ensari... adlı yapıtını seslendirdi. Dikkatli, temiz bir yorumdu. Zaman içinde tutkusunu daha cesurca sergileyecek. Zarafeti ise 19. yüzyıl piyanistlerini aratmıyordu. Seren Akyoldaş, Türkiye’de hemen hiç seslendirilmeyen Hugo Wolf’un postromantik liedlerini ve Anton Webern’in çağdaş liedini dramatik öğeleri gözeterek, şarkının içindeki şiiri duyurarak aktardı. Franz Liszt’ten seslendirdiği liedle bestecinin 200. doğum gününe manda Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nde tarih doktorasına devam ediyor. Gülru Ensari Alman Lisesi’ni ve İÜ Devlet Konservatuvarı’nı bitirmiş, halen Köln Müzik Yüksek Okulu’nda konser piyanistliği eğitimini sürdürüyor. Türk besteci Alper Maral ve Amerikalı müzikolog Mark Lindley çağdaş bestecilerimizin kompozisyon tekniği üstüne yazdıkları uzun bir makaleyi bir kitap haline getirmişler. PAN Yayıncılık tarafından İn Amerikalı besteci Charles Ives’a benzetiliyor. Sonunda ilginç bir gruplamayla karşılaşıyoruz: Amerika’daki üniversitelerden doktora derecesi almış, geç 20. yüzyıl Türk bestecileri. Onlardan da iki örnek seçilmiş: Ahmet Yürür ve Hasan Uçarsu. Kitapta örneklenen bir dizi teknik, Türk çağdaş müziğinin köşebaşları olarak sunuluyor. Çağdaş Türk besteciliğinin buna benzer pek çok analitik çalışmaya gereksinimi var. Emir Kusturica, Nobelli yazar İvo Andriç’in ‘Drina Köprüsü’ romanını beyazperdeye uyarlayacak Andriç anısına kent kuruluyor Kültür Servisi 1961’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen ve bütün dünyada “Drina Köprüsü” adlı romanıyla tanınan İvo Andriç (18921975) anısına yeni bir “kent” kuruluyor. Cannes’da iki kez Altın Palmiye alan Emir Kusturica’nın girişimiyle kurulacak 17 bin metrekarelik bu küçük kent, Bosna’daki Vişgrad kenti dolaylarında yer alacak. Kusturica, Bosna doğumlu yazarın ünlü romanından uyarlayacağı “Drina Köprüsü” adlı yeni filmini, yapımına Andriç’in Nobel’i alışının 50. yılı dolayısıyla geçen hafta başlanan ve Andriçgrad adı verilen bu kentte çekecek. Kusturica, yapımının 2014’te tamamlanması tasarlanan Andriçgrad kentinin, yaşamının en büyük, en görkemli projesi olduğunu söyledi. Bir müze, kütüphane, tiyatro ve İvo Andriç anıtının da yer alacağı kentin, Kusturica ve Sırbistan hükümetinin desteğiyle kurulacağı açıklandı. Pek çok yapıtında, Osmanlı İmparatorluğu döneminde memleketi Bosna’daki yaşamı anlatmış olan Andriç’e, “ülkesinin tarihinden esinlendiği temaları işleyişi ve insan yazgılarını betimleyişindeki epik güç” nedeniyle 1961’de Nobel Edebiyat Ödülü verilirken, “Drina Köprüsü” adlı romanındaki başarısı özellikle vurgulanmıştı. Andriç’in II. Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı ve 1945’te yayımladığı “Drina Köprüsü”, Vişgrad dolaylarında ve Drina Nehri üstündeki Sokollu Mehmet Paşa Köprüsü çevresinde geçer. Romanda, Osmanlı, ardından da AvusturyaMacaristan dönemlerinin yaklaşık 400 yıllık öyküsü anlatılırken, bölge insanlarının, özellikle de Bosna ve Hersek’te yaşayan Müslümanların ve Ortodoks Hıristiyanların yaşamları, yazgıları ve ilişkileri ele alınır. 1962’de Türkçeye de çevrilen ve çok okunan romanın başlarında, ailesinden ayrılarak devşirme olarak Edirne Sarayı’na gönderilen bir Sırp çocuğun öyküsü yer alır. Andriç, ailelerinden kopartılan çocukların annelerinin, Drina Nehri’ne kadar arkalarından ağlayarak nasıl gittiklerini anlatır. 1519’da devşirme olarak Edirne’ye gönderilen çocuk, 1565’te Sokollu Mehmet Paşa adıyla Osmanlı sadrazamlığına getirilecek, ama ailesinden ayrılmak zorunda kaldığı o günü hiç unutmayacak, 1566’da da Vişgrad’da bir kervansaray ve Drina Nehri üstündeki köprüyü yaptıracaktır. Fransa’da ‘Dualar Kalıcıdır’ Kültür Servisi Tuna Kiremitçi’nin kaleme aldığı “Dualar Kalıcıdır”, Jean Descat’nın çevirisiyle Fransız Galaade Editions tarafından “Güz Sağanakları” adıyla yayımlandı. Fransızca, romanın daha önce çevrildiği Yunanca, Boşnakça, Bulgarca, Çince, Gürcüce, Estonca, Romence, Portekizce ve Arapçadan sonra onuncu dil oldu. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle