18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
10 EKİM 2011 PAZARTESİ EKONOMİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] 11 TOBB ve Deloitte’e göre olası ekonomik ve diğer risklerin takibinde, önlem alınmasında şirketler ‘hantal’ davranıyor Risk büyük hazırlık yok Küresel risklerin arttığı, döviz ve emtia fiyatlarında hızlı ve öngörülemeyen dalgalanmaların yaşandığı dönemde Türk şirketlerinin yüzde 88’inin olası risklere karşı hazırlıksız olduğu ortaya çıktı. Ekonomi Servisi Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) Deloitte ile birlikte yaptığı ankete göre Türk şirketlerinin yüzde 88’i ekonomik risklere karşı hazırlık yapmıyor. Şirketlerin yüzde 12’si şirketin gelişmesini ve devamlılığını tehlikeye düşüren sebeplerin erken teşhisi, bunun için gerekli önlemler ile çarelerin uygulanması ve riskin yönetilmesi amacıyla bir ekip kurduğunu ifade ediyor. TOBB ve Deloitte’nin şirketlerin Temmuz 2012’de yürürlüğe girecek olan Türk Ticaret Kanunu’na ne kadar hazır olduklarını görebilmek için 51 ilde bine yakın şirketle yaptığı çalışmaya göre Türk Ticaret Kanunu’na ülkemizdeki şirketlerin yüzde 85’i hazır değil. Ankette şu tespitlere yer verildi: Teknolojiyi yakından takip eden şirketlerin, olası ekonomik ve diğer risklerin takibinde, önlem alınmasında daha ‘hantal’ davrandıkları göze çarpıyor. Şirketlerin yüzde 25’inde iş akış süreçlerini izlemek ve yönetim kurulunu bilgilendirmek üzere iç denetim birimi mevcut. İç denetim birimi aktif ve ağırlıklı olarak büyük ölçekli firmalarda uygulanıyor. Şirketlerin yüzde 70’i web sitesi olduğunu ve bilişim güvenlik altyapısına yatırım yaptığını belirtiyor. Şirketler iş yapış sürecini değiştirecek, kurumsal yönetim, şeffaflık ve uluslararası standartlar getiren yeni Türk Ticaret Kanunu’na uyum sürecinin başında. Şirketlerin yüzde 14.8’i geçer not alırken, 10 üzerinden 7 geçer not olarak baz aldığında mevcut şirketlerin değerlendirme ortalaması 4.38’de kalıyor. Sektörel olarak kimya/plastik/kâğıt ve gıda sa Yolun Başında Anayasa çalışmaları başlamadan sergilenen iki ana görüş, sürecin gerçek niteliğini açıklayıcı özellikler taşıyor. Görüşlerden biri TBMM Başkanı’nın başkanlığında bilim insanlarının anlaşılan büyük çoğunluğunun üzerinde birleştiği görüştür; ikincisi de Cumhurbaşkanı’nın TBMM’yi açış konuşmasında vurguladığı görüştür. Bilim insanlarının toplantısının tutanaklarından yeni anayasanın, Latince bir deyimle, “tabula rasa” ya da boş levha yaklaşımıyla hazırlanması görüşünün ağırlık kazandığı anlaşılıyor (Radikal, 3 Ekim). Cumhurbaşkanı, “Yeni anayasa hiçbir özel fikrin, partinin, ideolojinin ve doktrinin mührünü taşımamalıdır. Anayasanın taşıması gereken tek mühür milletin mührü olmalıdır” diyor. Tabula rasa yaklaşımından, anayasa yapıcılarının düşüncesinin, geçmişin deneyim ve birikimlerinin etkilerinden tamamıyla uzak durması anlaşılır. Dünyadaki ve ülkemizdeki anayasa oluşumlarını göz ardı eden bu anlayış, tutarsız ve yanlıştır. Anayasayı hazırlayacak olanların akıllarının soyutlanması diye bir şey söz konusu olamaz. Aslında, tabula rasa yaklaşımıyla ulaşılmak istenen sonuç Cumhuriyet’in kuruluş değerlerinin yok sayılmasıdır. Yeni anayasanın temelinde, Cumhuriyet’in, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti özelliğinin bulunması sorgulanmak isteniyor. Daha somut noktadaysa asıl sorunun AKP’nin Arap ülkelerine pazarlamasına karşın içeride bir türlü benimseyemediği laiklik olduğu kolayca anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı’nın mühür vurgusu, ilk bakışta, tabula rasa yaklaşımına karşıtmış gibi görünüyor. Öyle ya; mühür, damgalama amacıyla vurulur ve üzerinde neleri içerdiği bellidir; boş sayfa anlamındaki tabula rasa olamaz. Ancak bu Cumhurbaşkanı’nın karşıtlığı tümüyle yüzeyseldir; mührün içinde neler olmaması gerektiğini “hiçbir özel fikrin, partinin, ideolojinin ve doktrinin mührünü taşımamalıdır” sözleri çok iyi açıklıyor. Burada istenmeyen, demokratik, sosyal hukuk devleti olmasa gerek; geriye laiklik kalıyor! Her neyse, mühürde nelerin olduğu belirsizdir. Gerçekte, Cumhurbaşkanı da tıpkı bilim insanlarının çoğunluğu gibi, Cumhuriyet’in temel değerlerinin dikkate alınmamasını önermiş oluyor. Cumhuriyet’in kuruluş değerleri hiçe sayılarak anayasa yapılması amacıyla yoluna çıkılması, hiçbir biçimde sağlıklı sonuç vermez. Ne olacak? Cumhuriyet’in temel değerleri hiçe sayılarak daha özgürlükçü ve daha eşitlikçi parlak yarınlara mı uzanılacak? Kürt sorununa mı çözüm bulunacak? Geçiniz. Gerçekte, her iki yaklaşım da tam anlamıyla ideolojiktir ve Cumhuriyet’in değerlerini yok saymada birleşiyorlar. AKP’nin nasıl bir anayasa istediği geçen yıl 12 Eylül 2010’da kanıtlandı. O değişikliklere evet veya yetmez ama evet diyenler; öncelikle, bu ülkede yargı bağımsızlığı, adaletin işleyişi, hak ve özgürlüklerin güçlenmesi ve özellikle de basın özgürlüğü konularında bir hesaplaşmaya gitmek ve topluma hesap vermek zorundalar. Varlığını Cumhuriyet’in değerlerinden alan CHP’nin de bu çok sakıncalı gidiş karşısında yalpalamadan ve çok daha duyarlı davranması gerekiyor. Daha yolculuğun başında Cumhuriyet’in kuruluş değerlerini yok sayanların ilerleyen günlerde neler yapabileceklerinin çok doğru bilinmesi gerekiyor. TOBB EĞİTİM VERİYOR Anket sonuçlarını değerlendiren TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Yeni Ticaret Kanunu’nun şirketlerin genetik yapısını değiştireceğini belirterek TOBB olarak şirketlerin kanuna uyumunu kolaylaştırmak ve eğitmek amacıyla Deloitte ile Türkiye genelinde 4 bini aşkın firmaya eğitim verdiklerini söyledi. Ücretsiz seminerlerinin devam ettiğini, şirketlerin yeni kanuna uyum sürecinin henüz çok başında olduğunu ifade eden Hisarcıklıoğlu “TOBB olarak Yeni Türk Ticaret Kanunu’nun bazı maddelerine itirazımız olsa da şirketlerimizin geleceği için bu kanunun çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Yeni döneme uyum konusunda kamu dahil bütün kesimler çalışmalarını hızlandırmalı” dedi. Deloitte Türkiye Yönetim dan büyük şirketlerde bu oranın ortalaKurulu Üyesi ve ortağı M. Sait ma 6 baz puanda olduğu görülüyor. Gözüm de orta ve küçük boy Şirketlerin yalnızca yüzde 15’i yeni işletmelerin önemli bir muhasebe sistemine uyum için kaynak ayıkesiminin kanunun rıyor veya ayırmayı planlıyor. yürürlüğünün erteleneceği yönünde bir beklenti Şirket yetkililerinin yüzde 50’si şirket ana içinde olduklarını ve bu sözleşmelerini yeni kanun ile uyumlu hale getirdurumun şirketlerin meleri gerektiğini bildiklerini vurgularken, yüzde 40 çalışmalarını gibi bir oranda yönetici, ortak ve yakınlarının şirkeyavaşlattığını te borçlanmaya devam ettiğini ifade ediyor. kaydetti. nayilerinin, il bazında ise İzmir ve Kocaeli’ndeki şirketler yeni Türk Ticaret Kanunu’na daha hazırlıklı. Yeni Türk Ticaret Kanunu’na hazırlık sürecine anonim şirketler limitedlere oranla daha aktif görülürken, 250 ve daha üstü çalışan sayısı olan şirketlerdeki hazırlığın genel ortalamanın çok üstünde olduğu dikkat çekiyor. 10’dan az çalışanı olan KOBİ’lerde genel ortalama 3 bandında olurken, çalışan sayısı ve ciro açısın Milyoner kulübüne 1 yılda 10 bin 609 kişi katıldı Akbank’tan Katar’a hızlı havale sistemi kuruluyor Ekonomi Servisi Doha Bank ile işbirliğine giden Akbank, Türkiye ve Katar arasında hızlı ve kolay para transfer sistemi kuruyor. Yeni havale sistemi ile Katar’da bulunan TC vatandaşlarının süratli ve güvenli olarak havale yapabilmelerine imkân sağlanacak. Akbank Genel Müdürü Ziya Akkurt, Doha’da imzalanan anlaşma sonrasında yaptığı açıklamada, “Dünyanın en büyük şantiyelerinden biri olarak gösterilen Doha’da çok sayıda Türk müteahhitlik şirketi ve binlerce Türk işçisi çalışıyor. Yeni işbirlikleriyle, bu ülkede yaşayan, özellikle inşaat sektöründe çalışan yurttaşlarımızın bireysel bankacılık ihtiyaçlarını da en kaliteli ve verimli şekilde karşılayacağız” dedi. Ekonomi Servisi Türkiye bankacılık sisteminde Ağustos 2011 itibarıyla 680 milyar 517 milyon TL’yi aşan mevduatın yüzde 47’sinin milyoner hesaplarında tutulduğu belirlendi. Türkiye’de milyonerler kulübüne son 1 yılda 10 bin 609 milyoner eklenirken milyonerlerin hesaplarında tuttukları mevduat 60 milyar 253 milyon TL arttı. ANKA’nın haberine göre, 2011’in ilk sekiz ayında milyonerlerin mevduat hesaplarındaki toplam tutar 2010 sonuna göre 28 milyar 749 milyon TL artarken aynı dönemde milyoner mudi sayısı 7 bin 922 kişi arttı. Yurtiçi ve yurtdışı yerleşiklerden oluşan 42 bin 708 milyoner mudi hesabında, toplam 319 milyar 85 milyon TL bulunurken, 50.8 milyon mudinin 10 bin TL’ye kadar olan hesaplarda tuttuğu mevduat miktarı 34 milyar 852 milyon TL ile sınırlı kaldı. Son bir yılda milyonerlerin hesabında tutulan mevduat 60 milyar 253 milyon TL artarken, milyoner mudi sayısı 10 bin 609 kişiye ulaştı. BDDK Ağustos ayı İnteraktif Aylık Bülten verilerine göre, yurtiçinde bulunan milyoner sayısı son bir yılda 10 bin 105 kişi artarken sahip oldukları mevduat toplamı 60 milyar 314 milyon TL artış gösterdi. Yılın ilk sekiz ayında yurtiçinde yerleşik milyonerlerin hesaplarında tuttuğu mevduat yüzde 8 oranında ve 22 milyar 488 milyon TL artış gösterdi. Ağustos itibarıyla yurtdışında yerleşik 1392 milyonerin sahip olduğu mevduat toplamı da 14 milyar 931 milyon TL olarak gerçekleşti. Uluslararası sistemin alması olası yeni biçimler üzerine tartışmalarda, yine bir yoğunlaşma var. Bu tartışmalara konu olan eğilimlerin giderek birbiriyle kesişmeye, birbirlerini güçlendirmeye başlamasıysa, uluslararası ilişkilerde “havanın” giderek sertleşeceğini düşündürüyor. Bu sırada Türkiye ile ilgili haberlerde öne çıkan kimi olgular, “AKP hükümeti, ‘gemiyi’ bu havada nasıl su yüzünde tutmayı başaracak?” sorusunu akla getiriyor. Belki bu soruyu birbiriyle kesişerek güçlenmeye devam eden eğilimlerin içine katarak değerlendirmek gerekiyor. Perşembe günü, İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King, “Dünya bütün zamanların, en azından 1930’lardan bu yana, en kötü mali krizini yaşıyor” diyor, ekonomiye 75 milyar sterlin basacağını açıklıyordu. Cuma günü Financial Times, “Merkez bankaları işe koyuldu” başlıklı yorumunda, Avrupa çapında yeni bir parasal genişleme dalgasının haberini veriyordu. Bu sırada, ABD Senatosu Çin’e yönelik korumacı uygulamalara izin verecek, hatta bunları zorunlu kılacak bir yasa tasarısını oylamaya başlıyordu. Medyayı meşgul etmeye başlayan bir diğer gelişme de ABD’de, uzun yıllardan bu yana ilk kez yükselmeye, yayılmaya başlayan toplumsal muhalefet olaylarıydı. Geçen ay Wall Street’te genel olarak bankalara, özel olarak yoksullaşmaya, işsizliğe karşı başlayan protesto hareketi, hafta sonunda Philadelphia, New Orleans, Washington, Tampa, Dallas, Houston, Austin’in yanı sıra 100 kente yayılmış, başlangıçta sayıları onlarla anılabilecek protestocular, perşembe günü 15 bin kişinin ‘En kötü mali kriz...’ katıldığı bir yürüyüş düzenleyebilmişlerdi. En son haberler, sendikaların giderek artan oranda harekete destek vermeye başladığını gösteriyor. Böylece, “Wisconsin”, “uvertürü”nden sonra, Wall Street İşgal Hareketi, sendikaları toplumun diğer hoşnutsuz kesimleriyle birleştirmeye başlarken İngiltere kasım ayında gerçekleşecek, çok büyük işçi hareketlerine hazırlanıyor. Avrupa’da kriz merkeze doğru yayılıyor... Bu durumda hükümetlerin klasik tepkisini, ikiye ayırabiliriz. Birincisi, parasal genişlemeyle sorunları, 20022006 arasında olduğu gibi, sonrasını düşünmeden, ertelemeye çalışmak. İkincisi, “Yüksek işsizliğin sorumlusu kim?” sorusuyla dikkatleri dış ticarette rekabet koşullarına yönlendirerek, yerli egemen sınıfların üzerinden uzaklaştırmak. Kaygı veren şu ki, bugün bu tepkiler kesişerek, büyük siyasi krizlere zemin hazırlamaya başlamış gibi görünüyorlar. Bu Havada Malını Satamazsan Firmanı Satarsın... aranınca gözler dışarıya, örneğin, bugün ABD’de, Çin’le olan 278 milyar dolarlık ticaret açığına dönüyor (Wall Street Journal, 07/10) ve bu açığın bir hesaplamaya göre, ABD ekonomisine 2001 2010 arasında 2.8 milyon, bir başka hesaplamaya göre 19902007 arasında yaklaşık 1 milyon iş kaybına mal olduğuna ilişkin savlar siyasi bir önem kazanıyor (Washington Post, 06/10). Bu savlar da, mali kriz sırasında, üç yılda 8.5 milyon kişinin işini kaybettiği görmezden gelinerek, ABD ekonomisini Çin’e karşı (bankerlere karşı değil) korumak gerektiği sonucuna götürüyor. Üstelik, bu korumacılığın ithalat yoluyla gelen ve esas olarak düşük gelirliler tarafından tüketilen malların fiyatlarını yükselterek yoksullaşmayı daha da arttıracağını bilerek. Bu miyopluk dünya ekonomisini, kaçınılmaz olarak, bir ticaret savaşları eksenine oturtuyor. n büyük siyasi krizlere zemin hazırlıyor... Parasal genişlemelerin, serbest piyasa sistemi içinde, genişlemeye giden ülkenin ekonomisini değil, rekabet gücü daha yüksek ekonomileri destekleme olasılığı çok kuvvetli oluyor. Böylece, ithalat artmaya, yerli sanayi iş kaybetmeye, ama halk genişlemenin mali yükünü üstlenmeye devam edebiliyor. Bu süreç, eninde sonunda, artan dış ticaret açığı, işsizlik üzerinden dikkati, öfkeyi parasal genişlemeden yararlanan ülkeler üzerinde yoğunlaştırıyor. İkincisi, işsizlik konusunda suçlu ...E Dahası bu süreç “ticaret savaşlarının” sınırlarını aşan dinamikleri de içeriyor. Örneğin, Çin’e karşı korumacılık tartışmaları, Çin’in serbest ticaret sistemine (ABD merkezli ekonomik modele) C MY B C MY B üyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü’ ‘B yönelik bir tehdit oluşturduğuna ilişkin savlara (WSJ, Tom Danilon, 05/10), Çin’in artan jeopolitik etkilerinin askeri kapasitelerinin tartışılmasına (Boston Globe, Kurtlanzick, 24/09), Çin’i stratejik düşman konumuna yükseltmesine yol açıyor. Buna karşılık, Çin, tarihçi Paul Kennedy’nin Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü yapıtında dile getirdiği “ekonomik canlılığı azalmış bir ülkenin askeri ve güvenlik üstünlüğünü korumaya devam edebildiği asla görülmemiştir” saptamasına uygun olarak, ABD’nin ekonomik canlılığının daha da azalmasını beklerken, her fırsatta diğer güçlerle birlikte, örneğin son Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oylamasında ABD’yi bloke ediyor, gerilemeyi, daha bir görünür kılarak hızlandırıyor. Şam’daki Kalamoon Üniversitesi’nden, uluslararası ilişkiler uzmanı, Dr. Marvan Kabalan’ın Gulf News’teki yorumunda vurguladığı gibi “ABD’de buna karşı bir şey yapamıyor”. Paul Kennedy’nin saptamaları, Türkiye ekonomisiyle ilgili haberlerle birleşerek kaygı verici bir resim oluşturmaya başlıyor. Türkiye’nin dış politikası, “sıfır sorun” niyetiyle yola koyuldu, ülkeyi uzak yakın tüm komşularıyla sorun çıkararak, yalnızlaştıran bir noktaya taşıdı. Ama olsun, bir büyük gücün desteğine dayanarak bölgede güç yansıtma projesi “hamdolsun” tıkır tıkır işliyordu. Ekonomi son derecede canlıydı, Türkiye yükseliyordu... Cari açık büyüyordu, ama ihracat artmıyor muydu? Geçen hafta, Merkez Bankası TL’nin değerini korumak için hamle yapınca, birden kaşlar havaya kalktı. Bu büyümenin, yükselmenin büyük bir kredi köpüğü üzerinde yüzdüğünü söyleyenler haklı olabilir miydi? Finans medyasının ekranlarına düşmeye başlayan, “Merkez Bankası bu zayıf rezervlerle, TL’yi uzun süre koruyamaz”, (Bloomberg,. Reuters) gibisinden yorumları da hayra alamet değildi. Bunları izlerken, Meral Tamer’in, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısındaki izlenimlerini anlattığı yazıyı gördüm. Tamer, üç ayda yüzde 20 devalüasyon olunca, kimlerin ne kadar büyük döviz açıklarıyla “yakalanmış” (peki bunların akılları neredeymiş?) olduklarını aktarıyordu. Moraller çok bozukmuş. Tesadüf bu ya, aynı gün, Bloomberg, Türkiye’nin 2008’den bu yana şirket edinmelerde en parlak dönemini yaşadığını, hızla büyüyen ekonominin, yükselen piyasaların hepsinden daha çok yabancı sermaye çektiğini bildiriyordu. Diageo PLC’den Goldman Sachs’a, G. P Morgan’dan Cerberus Capital Management’e kadar dev şirketler bu canlı ekonomiden yararlanmak için geliyorlarmış. Kimi yerli yatırım uzmanlarına göre 2012, Türkiye için edinme, birleşme yılı olacakmış. Neden olmasın? Yüzde 20 devalüasyon, arkası da gelecek gibi, sanayinin devleri, borca batmış durumda, dış pazarlar da daralıyor, mal satamazlarsa firmalarını satarlar... Osmanlı ruhu bu olsa gerek: Ekonomide, gırtlağına kadar borca batarken, politikada, gerilemekte olan bir büyük gücün eteğine yapışarak, büyüklük hayalinin peşinde, hiç anlayamadıkları bir dünyada oradan oraya sürüklenmek... Sakın bunlar arasında bir bağlantı olmasın? 3 ülke Dexia’yı kurtaracak Ekonomi Servisi Fransa, Belçika ve Lüksemburg, Yunanistan’daki devasa zararı nedeniyle zora giren FransaBelçika ortaklığı Dexia bankası için kurtarma paketi konusunda uzlaşmaya vardı. Belçika Başbakanı Yves Leterme’in ofisinden yapılan açıklamada, hükümetlerin, Dexia’nın geleceğini güvence altına almak için bir çözüm bulmak konusunda dayanışma içinde olduklarını teyit ettiklerine dikkat çekilerek, tüm tarafların yoğun istişareleri sonucu oluşturulan önerinin, onaylanmak üzere Dexia Yönetim Kuruluna sunulduğu ifade edildi. Öte yandan Belçika Başbakanı Leterme erken saatlerde yaptığı açıklamada, Dexia Banque Belgique’in (DBB) varlıklarının tümünü almayı dışlamadıklarını belirtmişti. Dexia bankasıyla ilgili kaygılara bankanın elinde büyük miktarda Yunan tahvili bulunmasının yol açtığı sanılıyor. Dexia’nın bilançosunda 3,4 milyar avro tutarında Yunan tahvili bulunuyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle