18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 14 OCAK 2011 CUMA AÇI MÜMTAZ SOYSAL Yasaksız Üniversite: Bu Hasret Bizim! Yasakçı zihniyetin sürekli olarak başarılı olma şansı bulunmamaktadır. Yasaksız üniversite ise, bütün toplumun sağlıklı gelişimi için herkes tarafından bıkmadan usanmadan dile getirilmesi gereken zorunlu bir taleptir. Tarihsel deneyime bakıldığında, bu tür meşru talepleri göz ardı edenlerin akıbeti bellidir. lü protesto eyleminde fütursuzca kullanılması ve bu “kimyasal silahın” yaygın kullanımının kanıksanır hale gelmesinin, üzerinde hassasiyetle durulması gereken başka bir tartışma konusu olduğunu belirtelim), üniversite ve özgürlük kavramları yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Hiç kuşkusuz üniversitelerdeki özgürlük sorunu sadece bugünkü iktidarın yarattığı bir sorun olarak gündeme gelmemiştir. Bu doğrultuda, akademi ve özgürlük ilişkisini “imkânsız bir aşk hikâyesi” olarak betimleyen Dr. Sibel Özbudun’a katılmamak elde değildir. Geleneksel olarak Türkiye’deki siyasi iktidarlar ülkedeki özgürlük sorununa mesafeli yaklaşmakla kalmamış, üniversite yaşamını da yasaklarla birlikte tarif etmeye çalışmışlardır. Geçmiş otuz yıl bu alandaki birikimin katlanarak arttığı bir dönem olmuştur. AKP iktidarının bu alandaki katkısı, kendinden önceki iktidarlardan devraldığı bayrağı bir kademe daha ileriye taşıması ve üniversitelerdeki özgürlük sorununu türban kullanımına indirmeyi başarmasıdır. Bugün yasaksız üniversite denildiğinde akla ilk olarak türban gelebilmektedir. Türban konusunun YÖK Başkanı eliyle çözüme ulaştırıldığı bir dönemde, üniversiteler kolluk kuvvetlerinin yol geçen hanı haline gelmiştir. Hatta bununla da yetinilmemiş, yerleşkelerde güvenlik güçlerinin sürekli olarak konaklayabileceği birimlerin acilen yapılması kararı alınmıştır. Kısacası, üniversiteler bundan böyle güvenlik güçlerinin “yol geçen hanı” olarak değil, kendi “sıcak yuvaları” gibi kullanabilecekleri alanlara dönüştürülmek istenmektedir. Bugün en gelişkin üniversitelerimizde bile öğrenciler etkinliklerini duyurabilecekleri olanaklardan yoksundurlar. On yıllardır öğrenci topluluklarının kendilerini tanıtmaları ve açıkça ifade etmeleri için kurdukları masaları (stantları) açmalarına bir süredir izin verilmemektedir. Barışçıl ve demokratik tepkilerine yönelik olarak yüzlerce resmi ve sivil güvenlik görevlisi en gelişkin silahları ve araçlarıyla üniversite mekânlarına girebilmekte ve üniversite öğrencilerini ablukaya alabilmektedirler. Bu tür baskılara karşı direnç gösterenler soruşturmalarla yıldırılmaya çalışılmakta ve verilen cezalarla üniversiteyle olan ilişkileri kesilebilmektedir. “İleri demokrasi” uygulamaları sadece öğrencilerle de sınırlı kalmamaktadır. Haksızlıkları dile getiren, yasakçı uygulamalara karşı çıkan üniversite çalışanları da öğrencilere benzer şekilde baskı altında tutulmak istenmekte, idari ve akademik personele yönelik soruşturmalara hız verilmektedir. Soruşturma komisyonlarında bulunan öğretim üyeleri kendi meslektaşlarını engizisyon mahkemelerini aratmayan yöntemlerle sorgulayabilmekte, sorgular kameralarla kayıt altına alınmakta, açık ve örtük tehditlerle üniversite çalışanları bir bütün olarak diz çöktürülmek istenmekte ve biat kültürü aracılığıyla mevcut yönetimlere ve siyasi iktidara bağlanmaya çalışılmaktadır. Kısacası, toplumun diğer kesimlerine ve kurumlarına yönelik olarak yürütüldüğüne benzer şekilde, üniversitelerde de iktidar yanlısı, tepkisiz ve sinik bir ortam oluşturma çalışmaları hız kazanmıştır. Ancak diğer kurumlardan farklı olarak üniversiteler, bütün bileşenleriyle birlikte, egemen düşünceyi ve mevcut iktidar yapılarını sorgulayan bir kültürel iklim içinde gelişerek bugünlere gelmişlerdir. Bu nedenle, yasakçı zihniyetin sürekli olarak başarılı olma şansı bulunmamaktadır. Yasaksız üniversite ise, bütün toplumun sağlıklı gelişimi için herkes tarafından bıkmadan usanmadan dile getirilmesi gereken zorunlu bir taleptir. Tarihsel deneyime bakıldığında, bu tür meşru talepleri göz ardı edenlerin akıbeti bellidir. ONUNCU KÖY BEKİR COŞKUN Tarih Dersleri ALMAN Hükümet Sözcünün “Şansölye Merkel’in tarih dersi almaya ihtiyacı yoktur” diye açıklama yaptığını okumak şaşkınlık verici. Herhalde “Başbakanımız tarih bilir” anlamına değil de olsa olsa bir kızgınlık belirtisidir bu. Yoksa, çok yaygın olan bir yanılma öylesine yüksek makamlara kadar sıçramış demektir. Bırakın başbakanlığı, sıradan bir insan bile tarihten ders almadan doğru dürüst düşünebilir mi? Yeter ki, ders kulaktan dolma bilgiden ve hele çürümüş önyargıdan ibaret olmasın. Alman sözcü, hiç değilse, Türkiye Başbakanı’nın Sayın Merkel’de genel tarih bilgisi yoksunluğundan söz etmediğini ve Bayan Şansölye’nin Kıbrıs’taki yakın tarihe ilişkin sorunlar konusundaki bilgi noksanlığını kastetmiş olabileceğini düşünerek daha kibarca konuşabilirdi. Ama, Batı ülkelerinin ilk ve orta öğretim sistemleri konusunda birazcık fikir sahibi olan herkes, oralardaki tarih öğretiminin yeni kuşaklara henüz Türkler konusunda üstünkörü bilgi vermekten ve özellikle önyargıları sürdürmekten öteye geçemediğini bilir. “İstilacı, yayılmacı Türk” imgesi pek değişiklik geçirmeden zihinlere çakılı kalmayı sürdürüyor. Böyle bir imgeyle gölgelenmiş zihniyet büyük kalabalıklar için hoş görülebilir ama, Kıbrıs’ta Türk işgalinden söz etmek ve AB’ye tam üyelik için Elenlerin “liman açtırma” şantajını tekrarlamak bir başbakana yakışıyor mu? Daha doğrusu, Yunan ve Rum tezlerini, iyi tartmadan, böylesine kolay ve çabuk sahiplenmek niçin? Yine Batılı eğitim sisteminin zihinlere kazıdığı “uygar Yunan” imgesinin etkisi mi? sözde en bilgili, Batı dünyasınen iyi yetişmiş inen kültürlü, sanlarının bile önyargılar yüzünden ne durumlara düştüklerini gördükçe, Türk Devrimi’nin en “hakiki mürşit” olarak bilimi öne çıkarmayı amaçlamış olmasındaki bilgeliği daha da benimsiyor insan. Tarihe nesnel yaklaşmak ve olguların şu ya bu yönde saptırılışından medet ummamak, zaman zaman gurur yaralasa da, en azından çıkarılacak derslerin doğruluğu ve geçerliği açısından yararlı olabilir. Bu açıdan bakınca, son günlerin “heykel” tartışması dolayısıyla hiç beklenmedik biçimde gündeme gelen Sarıkamış Faciası’ndan çıkarılabilecek tarih dersi akla gelmiyor mu? Doksan bin cana mal olan o tarih sayfasına vatan sevgisi, askerlik disiplini, özveri ve kahramanlık destanı olarak bakmak yerine hayallere kapılmadan karar almayışın öğrettiği çok acı ve unutulmaz bir ders olarak bakmak arasındaki büyük fark kendiliğinden ortaya çıkıyor. ıbrıs sorununa yakın tarihin gerçekleri, geçmişten arta kalan önyargıların Batı dünyasına işlettiği hatalar ve uluslararası hukukun çiğnenen ilkeleri açısından bakamayanlar ister istemez yanlıştan yanlışa sürüklenecekler. Bunda kuşku yok. Ama, bizim anlamsız bir sabırla onların bu çıkmazdan ders çıkarmalarını beklememiz de büyük bir yanlış değil mi? Rumların reddiyle Annan Planı’nın “sıfırlanmış” olmasını fırsat bilemeyişimiz ve soruna o aşamada nokta koyamayışımız yüzünden hâlâ Sayın Merkel’in diline düşmemiz de acıklı bir tarih dersi değil midir? Muhteşem Memleket... “Muhteşem Yüzyıl” dizisi için “Tarihe mal olmuş şahsiyetin mahremiyetine hassasiyet gösterilmedi” diyen 74 bin kişi kızdı ve RTÜK’e başvurdu diyorlar… Eeee millet hassas… Şu bizim muhteşem sekiz yılda insanların yatak odalarına girildi, kadınlarınınkızlarının mahrem bantları yandaş medyaya dağıtıldı, iç çamaşırlarının olduğu çekmeceler taşındı… Hassas vatandaş rahatsız olmadı… Kendisi de zaten telefonla eniştesiyle konuşmaya korkuyor hımbıl… Ama dizide Kanuni Sultan Süleyman’ın mahremiyetine girildiğine kızdı… Dizide gördüğünüz (ki ben ömrümde ilk kez bir diziye oturup baktım) o sevimli küçük Veliaht Mustafa var ya… İleride Sultan Süleyman onu boğduracak… Koklayarak öptüğü bebeğini, dilsiz cellatlar boğarken de hırıltılarını yan çadırda dinleyecek… İyi mi?.. “Muhteşem Yüzyıl” dediğiniz, yağmaya ve istilaya dayalı ekonomisi, bebek yaşta annesindenbabasından koparılmış devşirmelerden ordusu, adı ve kimliği değiştirilmiş insanlardan oluşan devleti, saçından sürüklenerek getirilmiş el kızlarının hamama sokulup sokulup padişaha sunulduğu, kalanlarının paylaşıldığı, babanın oğlu, kardeşin kardeşi boğdurduğu ve ha bire kafaların kesildiği öyle bir yüzyıl işte… Eksik bile; ya sarayın “oğlan”larını gösterselerdi… AKP’nin Batı’dan uzaklaşıp Araplara kayması “Neo Osmanlı” diye tam da millete yutturulurken… Ve o gaza gelmiş muhteşem zat eski Osmanlı topraklarında kılıç kuşanırken oldu bunlar… Ve dizide “milli ve manevi değerlerin rencide edilmesine” kızdı demek ki vatandaş… Atatürk’e televizyonda hakaret ettiler, kılı kıpırdamadı… “Türk” kelimesini ekranlarda aşağıladılar, tınmadı… Cumhuriyetimizi tekmeliyorlar, alınmadı… Ama diziye bakınca “milli ve manevi değerleri” incindi… Muhteşem memleketin… [email protected] Hakan MIHCI Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi niversiteler bir süredir yine gündemimizin baş köşesine yerleşmiş gözüküyor. Üniversitelerdeki “ileri demokrasi” anlayışı türbana serbestlikle başladı ve galiba başlamasıyla bitmesi bir oldu. Üniversiteler üzerine söz söylemek isteyenlerin neredeyse tamamı susturuldu. Susmayanların üzerine kaba şiddetle ve gaz bombalarıyla gidildi. Hamile bir öğrencinin bebeğinin acımasız polis tekmeleriyle öldürülmesi bardağı taşıran son damla oldu. Üniversite öğrencilerinin tepkisinden iktidar partisi kadar muhalefet partileri de nasibini aldı. Tepkileri ve kullandıkları güç gerçekten de “orantısızdı”. Vücutlarını polis kalkanlarına siper etmek, uzun eşşek oynamak, basın açıklaması yapmak, konferanslar düzenlemek ve kendilerini anlamak istemeyenlere yumurta atmak. Ne kadar orantısız güç kullanmış olurlarsa olsunlar, gerek Siyasal Bilgiler Fakülteli gerekse ODTÜ’lü öğrenciler üniversiteye “yabancı unsurları” kapı dışarı etmeyi becerdiler. Öğrenci hareketinin arkasındaki “dış mihrakları” merak edenlere ise, bir öğrencinin verdiği yanıt yeni nesillerin hiç de yabana atılmaması gerektiğini gözler önüne serer nitelikteydi: “Bu eylemlerde dış mihrak arıyorsanız o da tavuklardır.” Ancak Cumhurbaşkanı’nın “Çankaya Sofrası” çağrısına icabet eden “öğrenci temsilcileri” arasından “dış mihrak” ve “provokatör” arayışın Ü K [email protected] da olanlar çıkacaktı. Hatta kendi temsilcilik seçim süreçlerinde 100 kişinin üzerindeki sınıflardan ancak 5 oy alarak seçilebilenler, “Polise, YÖK’e ve AKP’ye başkaldıran” 500’ün üzerindeki arkadaşlarını “marjinal” olarak damgalamakta tereddüt etmeyeceklerdi. Kimi öğrenci temsilcileri köşke Jaguar marka arabalarıyla gitmeyi tercih ederken Cumhurbaşkanı’yla görüşmeye giden bu öğrencilerin kendilerini temsil etmediğini iddia eden ve yolları polis tarafından kesilen “protestocu öğrencilerin” kendi temsilcilerini Köşk’e göndermek için aralarında para toplamak zorunda kalmaları ve bütün bu girişimlere rağmen Cumhurbaşkanı’yla görüşememeleri “sofranın” kimler için ve ne amaçla kurulduğunun açık göstergeleriydi. Ordusundan medyasına, yargısından aydınına kadar her türlü potansiyel muhalif ses kısılır, ülke genelinde korku imparatorluğu hükmünü sürdürür, çalışan geniş kitleler sessizliğe ve sinikliğe itilirken ve yaklaşan seçimlerin mevcut siyasi iktidar açısından sorunsuzca atlatılması gündemdeyken üniversitelere bir hal olmuş, öğrenciler kararlı duruşlarıyla mevcut gidişattan memnuniyetsiziliklerini açık yüreklilikle ve demokratik yollarla dile getirmeye yönelmişlerdir. Bu meşru ve demokratik talepler şiddet kullanılarak bastırılmış (cop, kalkan, panzer, tazyikli su, tekme, tokat bir yana, kullanımı pek çok ülke tarafından yasaklanan gaz bombalarının her tür C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle