23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHUR YET 25 EYLÜL 2010 CUMARTES 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER PENCERE Çağdaş Hukuk ve ‘Milli İrade’ Osmanlıcadan Türkçeye ulusal egemenlik diye çevrilen “milli irade” ilkesinin bilimselliği tartışmalıdır ancak tarihsel boyutlarda işlevi söz götürmez. Milli irade, milli hâkimiyet ya da ulusal ege- menlik, 1789 Fransız Devrimi’yle tarihin gündemine girmiştir; vaftiz babası da Jean Jacques Rousseau’dur. Fransız burjuva devrimcileri “egemenlik tacını kralın başından alıp ulusun başına koymak için” ulusal egemenlik felsefesini anayasal ilkeye dönüştürdüler. Benzeri olay, Türkiye’nin ulusal demokratik devriminde gerçekleşmiştir. Padişahın iradesi yerine ulusal egemenliği oturtan Gazi Mustafa Kemal Paşa’dır: “- Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” Ne var ki “ulusal egemenlik” ile “siyasal iktidar” arasındaki ayrımı da gözden kaçırmamak ge- rekir. Hukuk kitaplarına bakılırsa “siyasal iktidar” ulusal egemenliğin sahibi değil, “zilyed”idir; ulus adına ancak kullanma yetkilerini yürütmektedir. Ne var ki iş burada noktalanmıyor. Çağdaş dünyada “milli irade” sınırsız mıdır? Anayasamıza bakalım: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ama hiçbir güç Türkiye’nin laik cumhuriyet devlet biçimini değiştiremez. 1950’lerde Başbakan Adnan Menderes, Demokrat Parti Meclis Grubu’na şöyle seslenmişti: “- Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilir- siniz.” Eğer egemenlik kayıtsız şartsız ulusun ise ve ulus, padişahlığı geri getirmek isterse ne yapacağız? İran’a bir göz atalım. Şahlığı deviren bir halk eylemi sonucunda ne oldu? Bugün İran’da geçerli olan rejimin “milli irade” kuramına göre yadsınması zordur. Buna karşın İran’da çağdaş hukukun geçerli olduğunu söylemek olası mı? Türkiye çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak istiyorsa “çağdaş hukuk”un ilke ve kurallarına saygı duymak zorundadır. Şu ya da bu yöntemlerle ulusal egemenliği çağdaş hukuktan saptırmaya çalışmak büyük sakıncaları içeren bir politikadır. Çağdaş hukuk nedir? Bu sorunun yanıtını Türkiye, “İnsan Hakları Sözleşmesi”ne imzasını atmakla vermiş bulunuyor. “Helsinki Sonuç Belgesi”nde de Türkiye’nin onayı vardır. Çağdaş hukukun kurallarını madde madde benimsemek zorunluğunu yadsıyan düzenlerin ülkeye dirlik, topluma güvence getirmesi olanaksızdır. Danışma Meclisi’nin hazırladığı anayasa ta- sarısında ne milli irade ilkesine uyulmuştur ne de çağdaş hukuka saygı gösterilmiştir. “Milli irade” kuramına göre ancak halkça se- çilmiş bir siyasal iktidar, egemenlik yetkilerinin “zilyedi” olabilir. Oysa Danışma Meclisi anayasa tasarısında seçim yöntemi tartışmalar yaratacak sorumsuz bir cumhurbaşkanına siyasal iktidar yetkileri verilmektedir. Çağdaş hukuk ilkelerine göre İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yerini almış bütün demokratik hakların benimsenmesi gerekir. Danışma Meclisi anayasa tasarısında temel hakların özü çiğnenmiş ve demokratik özgürlükler hiçlenmiştir. Bütün bu söylediklerimiz “kâğıt üzerindeki sözler” gibi görünebilir. Ancak kâğıt üzerindeki sözler, tarihte sınanmış ve yaşamda denetlenmiş gerçekleri dile getiriyorsa üstünde durmanın yararı vardır. Akıllı kişiler her bugünün bir yarını olacağını düşünecek kadar sağduyu ile içli dışlı olmak zorundadırlar. (19 Ekim 1982 tarihli yazısı) KÜLTÜRLERİN de rengi olur. Çevreci kültürün rengi yeşildir. Marksist kültür, kırmızıyı sever. Kırmızı, aynı zamanda savaşçılığın, gücün de timsalidir. Herhalde, son yıllara gelinceye kadar “asker millet” olduğumuza inandığımız ve askerliği sevdiğimiz için olacak, bayrağımızın hâkim rengi de kırmızı. Buna karşılık, komşumuz Yunanistan “denizci millet” olarak devletleşirken bayrağındaki haçı mavi zemine oturtmayı ihmal etmemiştir. Uzak Asya’nın kuzeydoğusundan kalkıp bozkırları dağları aşarak kısrak başı gibi Akdeniz’e uzandıktan sonra atlarını Viyana’ya kadar süren bizim kavmin yüreğinde, askerliğin etkisiyle de olsa, hiç değilse bir “donanma sevgisi”nin bulunduğu inkâr edilemez. Osmanlı’nın son döneminde bozgunların, yıkımların ardından çöküşü durdurmak ve morali yükseltmek için ilk sivil toplum kıpırdanışı Donanma Cemiyeti’nin kurulması olmamış mıdır? Yine de, Barbaros’lardan Turgutreis’lerden sonra hâlâ “denizci millet” olamayışımız üzücü değil midir? Hele Preveze Zaferi’nin yıldönümünde ve Kabotaj bayramlarında “Üç tarafı...” diye başlayan nutuklarımızla denizcileri anmayı ve tatil programımıza denizi koymayı hiç unutmadığımız halde? Deniz, elbette dinlence, sevda, tutku ya da yat sefası konusu olmaktan çok öteye, son derece önemli etkinliklerin alanı. İngilizlerin o göz kamaştıran büyük imparatorluklarını, yalnız deniz kuvvetleriyle değil, “denizcilik gücü”yle kurduklarını bilirsiniz de, Yunan ulusal gelirindeki yüzde elli payın deniz ticaretinden geldiğini bilir miydiniz? Uluslararası Deniz Kültürü Festivali yarın sona eriyor. “Deniz kültürü” diye bir kavram olduğunu dünya halklarına duyurmak ve anlamını anlatmak için başlatılmış bir festival bu. Bu kavramla yeni tanışan bir ülkede yer yerinden oynamalıydı, değil mi? Ama, denizle ilgili kuruluşların, deniz ticaret odalarının, “Vira” gibi denizcilik dergilerinin, hatta Denizcilik Müsteşarlığı’nın bütün çabalarına karşın yer yerinden oynamadığı gibi, kıyı kentlerinin insanları da yerlerinden oynamadılar. Oynatılmaları gerekirdi. Çağdaşlığın peşinden koştuğu söylenen bir toplum sırtını denize dönmüş olarak çok uzun yaşayabilir mi? Gelip geçmiş bütün iktidarların ayıbıdır denizcilik coşkusunu yaratamamış olmak. Yaygın medyanın büyük çoğunluğu da denizcilik konularında ilgisiz ve bilgisiz. İlgi, plajlara dönük; bilgi de kumlar üzerindeki romanslara ilişik. İki yıl önceki Foça toplantısında bir emekli koramiral denizlerimiz için “mavi vatanımız” deyimini kullanmıştı. Genellikle koyu olduğu söylenen vatan sevgimiz nasıl bir sevgidir ki, maviye dokununca hemen sulanıp siliniveriyor? AÇI MÜMTAZ SOYSAL Mavi Festival mumtazsoysal@gmail.com Arka Kapak Yazõlarõ... K itaptan anlayanlar bilir; bir kitabõn adõnõn bulunduğu ön kapağõ kadar, arka ka- pak da önemlidir. Orada, içerikle ilgili yalõn bir dil- le ipuçlarõ verilir. Mah- keme kararõnõn gerekçesi neyse, arka kapak da odur. Ön kapak ise, satõ- şõ arttõrmayõ amaçladõ- ğõndan daha alõmlõdõr, çe- kicidir. Bakõyoruz ön kapakta, ‘Demokrasi, Özgürlük ve Sivilleşme Şampiyo- nu’ yazõyor. Ya arkada? ‘Siz, kırk yıldır bizi fiş- liyordunuz. Şimdi sıra bizde…’, ‘İktidarı sev- meyenlerin kanı bozuk- tur…’, ‘Referandumda hayır diyenler darbeci- dir…’ Bizi yönetenlerin önü ve arkasõ işte böyle. İster ön kapağa bakõnõz, ister arkaya; bazõ kişiler- de ön, arka ayrõmõ yoktur. Önü de, içi de, arkasõ da põrõl põrõldõr. Şiiri Cemal Süreya yazmõş: Kadõ- köy’de hep ceketim/İlik- li dolaşõyorum/Dağlar- ca’yla karşõlaşõrõm diye... Seven ile sevilene bakar mõsõnõz? Ve bu sevgiyi, saygõyõ anlatma inceliği- ne… Kentlerin de ön ve arka kapağõ vardõr. Adõ anõ- lõnca saygõyla doğrulaca- ğõmõz sayõsõz ilimizi sa Nusret ERTÜRK Arkası 8. sayfada
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle