22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B PENCERE Çete!.. Bir yobaz.. Bir dolandırıcı.. Bir katil.. Buluştular. Yobaz dolandırıcıya dedi ki: - Ortak olalım!.. Dolandırıcı yobaza dedi ki: - Ver elini!.. Katil susuyordu. Yobaz ile dolandırıcı baktılar ki katil çekingen, köşede duruyor... - Ne yapalım?.. Dolandırıcı önerdi: Anya manya kumpanya.. İki şişe şampanya!.. Yobaz karşı çıktı: - Olmaz Dolandırıcı sordu: - Neden?.. - Şampanya gâvur içkisidir, hem içki içmek günah-ı kebairden sayılır... Dolandırıcı: - Şampanyayı çıkarırız, geriye kumpanya kalır, nam-ı diğer çete!.. Katil kulağını dikti: - Çete mi?.. - Evet... - Payım ne olacak?.. Yobaz ile dolandırıcı kafa kafaya verdiler; katile gereksinme vardı. Sordular: - Ne istiyorsun?.. Katil sırıttı: - Sizin istediğinizden... Yobaz ile dolandırıcı bakıştılar, gülüştüler, kafalarındakini bölüştüler: - İktidar!.. Katil fırsatı kaçırmadı: - Tamam!.. Anlaştılar. Yobaz ile dolandırıcı ve katil, kaç fail-i meçhul cinayetin üstüne ve tüyü bitmedik yetimin hakkına cenaze namazı kılmışlardı?.. Ve iktidara doymamışlardı... Yobaz ikiyüzlüydü, takıyyeciydi, sinsiydi, yılandı. Dolandırıcı, düzenbazdı, yalancıydı, paraya doymazdı, edepsizdi, yüzsüzdü. Katilin gözleri içine bakardı, korkaktı, içten pazarlıklıydı. Üçü de hastalıklı tiplerdi, ruhlarının karanlığına sinmişti gerçek kimlikleri... Yobaz, dolandırıcı ve katilden oluşan çete el sıkışınca gökten üç ayva düştü. Biri sana.. Biri bana.. Biri demokrasiye... (27 Haziran 1997 tarihli yazısı) H atõrlanacağõ gibi, AKP Eylül 2007’de kendi görüşünde olan ve- ya hükümete sempatiyle bakan birkaç hukukçuya, bir anayasa taslağõ hazõrlatarak, yeni bir anayasa tartõş- masõ başlattõ. Bu anlayõş, çok haklõ olarak yoğun eleştirilere neden oldu. Çünkü, ana- yasalarõn çok geniş bir toplumsal uzlaşma- ya dayanmasõ, değişik toplumsal kesimleri temsil eden uzmanlarõn görüşlerinin, bu yeni anayasanõn hazõrlanmasõnda dikkate alõnmasõ ve hazõrlanan taslağõn da uzun bir tartõşma sürecinden geçirilmesi gerekir. Anayasalardaki bu en geniş toplumsal ka- tõlõmõn ve uzlaşmanõn gereği, yasalarõn tü- müne dayanak olacak olan bir anayasanõn, toplumun en geniş kesimi tarafõndan bilinç- li olarak kabul görmesi ve uzun ömürlü ola- bilmesi isteğinden kaynaklanõr. Anayasa ko- lay kolay değişmemeli ve hatta değişeme- melidir. Anayasa sadece hazõrlanan tarihteki gereksinime değil, gelecekteki on yõllarõn ih- tiyaçlarõ göz önünde tutularak kaleme alõn- mak zorundadõr. Türkiye’de son elli yõlda ha- zõrlanan anayasalar bu anlayõş ve özenle ha- zõrlanmadõğõndan, sõk sõk yenilenme gere- ği doğmaktadõr. Bunun karşõtõ bir örneği Federal Alman- ya’dan vermek isterim. 23 Mayõs 1949’da toplumun en geniş kesimlerinin katõlõmõy- la uzun bir süreçte hazõrlanan bu ülke ana- yasasõ, bugüne değin Alman toplumunda hiç- bir kesim tarafõndan topluca değiştirilme is- temiyle karşõ karşõya kalmamõştõr. Neo- Naziler dõşõnda, hiçbir siyasi partiden veya kuruluştan bu anayasayõ değiştirelim istemi dillendirilmemiştir. Aksine sağcõsõndan li- beraline, sosyal demokratõndan komünisti- ne değin her kesim, bu anayasaya bugün bi- le sahip çõkmaktadõrlar. Kuşkusuz bu 61 yõl- lõk sürede, toplumsal gereksinimler karşõ- sõnda anayasanõn bazõ maddeleri değiştiril- miştir. Ancak bu değişiklikler için de üçte iki çoğunluk gerektiğinden, geniş bir uz- laşma zorunluluğu doğmuştur. Anayasada devletin kuruluş felsefesini ve temel ilkelerini belirleyen maddeler (1. ve 20. madde) asla değiştirilemezler. İnsan temel hak ve öz- gürlüklerini içeren 2. maddeden 19. maddeye kadar olanlarsa, söz konusu maddelerin te- mel felsefelerine aykõrõ olamayacak biçim- deki eklerle ve en az üçte iki çoğunlukla ye- niden düzenlenebilirler. Türkiye’de ne yazõk ki uzlaşma kültürü he- nüz gelişebilmiş ve toplumda, özellikle de siyasi partiler arasõnda yerleşebilmiş değil- dir. Uzlaşma kültürü, bir siyasi partinin ve- ya görüşün, parlamentoda çoğunluğu olsa bi- le, özellikle bu türden önemli konularda, mu- halefetin de desteğini arama ve sağlamayõ istemesiyle olasõdõr. Toplumsal barõşõn sağ- lanabilmesi, çözüm bekleyen önemli top- lumsal sorunlarõn aşõlabilmesi, zõtlaşmayla ve didişmeyle değil uzlaşmayla olabilir. Kuş- kusuz bu konuda ana sorumluluk ve temel uzlaşma yaklaşõmõ çoğunluk partisinden, ya- ni hükümetten gelmek zorundadõr. İktidar partisi uzlaşmayı engelliyor Ne var ki bu konuda iktidar partisi, izle- diği politikalarla uzlaşmayõ engellemekte- dir. 2007’de, AKP’nin kendi görüşündeki hukukçulara hazõrlattõrdõğõ anayasa taslağõ, bunun en belirgin örneğidir. Oysa bu ana- yasa hazõrlõğõnõn parlamentodaki tüm parti temsilcileri, üniversitelerden uzman anayasa hukukçularõ, Barolar Birliği gibi sivil top- lum kuruluşlarõndan ve hatta sendikalardan katõlacak temsilcilerden oluşturulan bir ko- misyon tarafõndan yapõlmasõ gerekirdi. Bir siyasi partinin kendi görüşündeki hukuk- çulara hazõrlattõğõ anayasa taslağõnõn, diğer partilerden ve görüşü sorulmayan kuruluş- lardan olumsuz tepki göreceği bilinmek zorundaydõ. Şimdi aynõ durum yeniden gündemdedir. AKP kendince gerek duyduğu ve özellikle de yargõ bağõmsõzlõğõnõ büyük ölçüde ze- deleyeceği bilinmekte olan bazõ değişiklik- leri, yine kendi hazõrladõğõ taslak üzerinde yapmayõ istemektedir. Hukuk devleti anlayışının benimsenmemesi Görülmektedir ki, başta Başbakan Sayõn Tayyip Erdoğan ve yardõmcõsõ Sayõn Bü- lent Arınç, hukuk devletinin temel felse- fesiyle henüz barõşõk konuma gelememiş- lerdir. Hukuk devletinin temel felsefesi kuvvetler ayrõlõğõna dayanõr. Bağõmsõz yar- gõnõn pek tabii ki en asli görevi, yasama ve yürütmeyi denetlemektir. Bunun için tüm de- mokratik ülkelerde anayasa mahkemeleri ve yüksek yargõ kurumlarõ vardõr. Parlamen- tolardan -hem de büyük bir çoğunlukla ol- sa bile- çõkacak yasalarõn anayasaya uy- gunluğunu tabii ki Anayasa Mahkemesi de- netleyecektir. Yürütmedeki uygulamalarla ilgili bir dava Anayasa Mahkemesi’ne gel- diğinde, yasanõn ve uygulamanõn anayasa ile örtüşüp örtüşmediğine, tabii ki yüksek yar- gõ kurumlarõ karar verecektir. Anayasa, Danõştay ve Yargõtay kararlarõ- nõ hükümetler beğenmeyebilirler. Hatta kararlar hakkõnda eleştirilerde de bu- lunabilirler. Ancak yasama ve yürütme bu kararlara kayõtsõz şartsõz uymak zorundadõr. Hukuk devletinde, hukukun üstünlüğünün anlamõ budur. Yine iyi tanõdõğõm ülke olduğundan Al- manya’dan örnek vererek bunun altõnõ çiz- mek isterim. Alman Anayasa Mahkemesi al- dõğõ sayõsõz kararlarla, parlamentonun çõ- kardõğõ bazõ yasalarõn ve yürütmenin bazõ uy- gulamalarõnõn anayasaya aykõrõ olduğuna da- ir sayõsõz kararlar vermiştir. Örneğin; ? 2 Mart 2010’da, kuşku duyulan kişiler hakkõnda bilgi toplamayõ öngören yasanõn ve buna ait uygulamalarõn temel hak ve öz- gürlüklere aykõrõ olduğuna karar vererek, ya- sayõ iptal etmiş ve toplanan tüm bilgilerin derhal imha edilmesine karar vermiştir. ? 1998’de, asgari ücretlerden vergi alõn- masõna ilişkin yasayõ, asgari ücretle çalõ- şanlarõn geçimini temine ve yaşam koşul- larõna aykõrõ olduğuna karar vererek, iptal et- miştir. ? Bir diğer kararla, bazõ eyaletlerdeki ya- sal düzenlemeleri, bir kõsõm öğrencilere yüksek öğrenimlerini yapabilecek ekonomik koşullarõn verilmemesini anayasaya aykõrõ bularak, iptal etmiştir. Görüldüğü gibi, Federal Alman Anayasa Mahkemesi, federal meclisin çõkardõğõ ya- salarõ ve uygulamalarõnõ anayasaya aykõrõ bu- larak iptal etmiştir. İlgili hükümetler hiç kuş- kusuz bu kararlara sevinmemişlerdir, ancak derhal gereğini yapmak zorunda kalmõşlar- dõr. Ben, Almanya’da bulunduğum 42 yõl- lõk bir sürede, herhangi bir Alman hükü- metinden hiçbir zaman, “Biz milli iradeyi temsil ediyoruz, parlamento çoğunluğu- nun aldığı kararları birkaç hâkim nasıl iptal edebilir” gibi açõklamayõ ve anlayõşõ duymadõm, okumadõm. Böyle bir anlayõşa ve açõklamaya Almanya’da zaten hiç kim- se cesaret bile edemez. Demokratik hukuk devletlerinde, bağõm- sõz yargõ milli iradenin ayrõlmaz ve en tabii bir kesimidir. Bu benimsenmeden ve iç- tenlikle uygulanmadan bir ülkede ne de- mokrasi ne de hukuk devletinden söz edi- lebilir. Anayasa Değişikliği Tartõşmalarõ... Prof. Dr. Hakkı KESKİN2005-2009 Federal Almanya Parlamentosu Milletvekili ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Üyesi; Siyasal Bilimci Görülmektedir ki, başta Başbakan Sayõn Tayyip Erdoğan ve yardõmcõsõ Sayõn Bülent Arõnç, hukuk devletinin temel felsefesiyle henüz barõşõk konuma gelememişlerdir. Hukuk devletinin temel felsefesi kuvvetler ayrõlõğõna dayanõr. Bağõmsõz yargõnõn pek tabii ki en asli görevi, yasama ve yürütmeyi denetlemektir. SAYFA CUMHURİYET 24 MART 2010 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ‘Medya’da Tarihçilik Zanaatlarõ! G ünümüzde “medya” diye anõlan basõn ve yayõn or- ganlarõnõn, -daha eskiler- deki ismiyle ifade edersem, “matbuat”õn- etki alanlarõ içine soktuklarõ bir konu da tarihçilik olmuştur. Daha doğrusu, tarihçi- liğin şaşõrtacak mahiyete bürün- dürüldüğünü sandõğõm bir yak- laşõm olan ve güncel bir deyim- le “geçmişle yüzleşmek” iddia- sõnõ taşõyan sloganlar inletmiştir ortalõğõ, inletmektedir. Sanki geç- miş ile yüzleşmek olasõ bir şey- miş, mazinin labirentlerinde do- lanmak, geçmişe dönmek müm- künmüş gibi! Meslek yaşamlarõnda tarihin ne olduğuna ilişkin bilgileri kav- radõklarõnõ sandõğõm profesör, doçent, doktor unvanlarõyla “mü- cehhez” tarihçiler, bu yolda mes- lek icra eden gazeteciler ya da meraklõ olup da sesini duyurabi- lecek ortamlarõ yakalayanlar ko- nuşuyorlar fõrsat buldukça; yazõ- yorlar durmadan kafadarlarõnõn kendilerine açtõğõ köşelerde. Bu kişiler, kimi zaman tatlõ şey- ler söylüyorlar, yerinde ikazlar- la bu alanõn özellikle öğretimin- de yapõlmõş yanlõşlõklarõ düzelt- mek istiyorlar, haklõ olarak da merak uyandõrõyorlar; kimi -ve çoğu- zaman da kan kusturuyor- lar muhalif saydõklarõna, intikam ateşiyle yandõklarõnõ belli edi- veriyorlar ilk tümcelerinde. Geç- mişin günümüzdeki imgesi olan “tarih”in sadece kendi beyinle- rinde oluşan -tartõşõlamaz- ta- savvurlarõnõ yaratõyorlar; kanun koyucular gibi, Osmanlõlarõn sul- tanlõk denetimindeki tarih yazõ- cõlarõ olan vakanüvisler gibi, ta- rihi kutsal saydõklarõ kalõplara oturtan ortaçağlarõn kronikçileri gibi. Ve resmi tarihi eleştirirken bir “postmodern resmiyet” yarat- tõklarõnõn farkõnda olmadan; “sol- culuk” çağlarõnda etkisinde kal- dõklarõ doktirinlerin tam tersini is- patlamak uğruna “tek bir olay”õ genelleyerek ya da eskiden ilan ettikleri ilkelere karşõ gelerek hüküm veriyorlar; bir zamanlar yerleştirmeye çalõştõklarõ kuram- larõn içini doldurduklarõ olgularõn aksi istikametinde esen fõrtõnalar yaratmaya çalõşõyorlar. Muhafazakâr olanlarõn tutucu- luğa terfileriyle, “solcu” olanla- rõn liberallik katõna yükselmele- riyle düzenledikleri metinler top- lumu unutmuş adeta. Ortak pay- dalarla insanlarõn tüm yaşam alanlarõnõ sarmasõ gereken tarih - kimi eleştirel ve özgün metin- ler/anlatõmlar bir yana- ya padi- şah torunlarõnõ dile getiriyor ya da “Cumhuriyet’in başımıza açtı- ğı antidemokratik” ortamõ(!) sergileme çabasõ içine giriyorlar. Tarih din ile õrk arasõnda sõkõşõp kalõyor; aş, iş ve ekmek -kõsaca- sõ günlük yaşam ve hayatõn ida- mesi- gibi temel konular unutul- muş gibi. Çok büyük bir tarihçi topluluğu da büzülüp kaldõğõ üni- versiteler içindeki sessizliğini koruyor; ilişkileri ve çõkarlarõ iyi kollayanlar geçmişi, “postmo- dern” fõrõldağõna takõp günlük “piyasa tarihçiliği” yapõyorlar. Geçmişin, ancak sağlam temelli ve sabõrlõ çalõşmalarla yeniden yo- rumlanabileceği ilkesini kenara itip, serbest pazar alõşkanlõğõnda yürümeye çalõşõyorlar. Tarihçiliğin profesyonel labi- rentlerinde toplumlarõn çeşitli yönlerden irdelenmesi yolunda özellikle geçen yüzyõlda atõlan adõmlarõn geliştirilmesi kimi za- man fark ediliyorsa bile, ama- törlerin eskizlerinde, gazetecile- rin bilhassa köşelerine ve ekrana vurmuş söylemlerinde ve iktidar simgeleri sayõlan sultan, kral, başkan, başbakan, şeyh ve ağa- babalarõn tuttuğu koca boyutlar, insanlarõn, daha doğrusu kalaba- lõklarõn gündelik yaşamõna ilişkin sorunlarõ ve tarihçiliğin gelişti- rilmiş yöntemlerini yaratan atõ- lõmlarõ kenara iter olmuşlar ade- ta. Tarih (ve tarihçilik) hiç bu ka- dar muktedirlerin oyuncağõ ol- madõ “medya”da, hiç bu kadar tehlikeli anlar yaşatmadõ yarõm yüzyõlõ aşan çabalardan sonra. Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve gelişme sürecinden -hiç bu ka- dar- hõnçla ve cahilce intikam alan bir bilgi dalõ haline getirilmedi. ‘Medya’ tarih kürsüsü değildir Tarih meraklõlarõnõn kõsa yol- dan geçmişe ilişkin bilgi tazele- melerini, kolaylõkla ve genellik- le, televizyonlar aracõlõğõyla yap- tõklarõndan dolayõ “medya” önemli ve sorumlu bir görev yüklenmiş bulunmaktadõr. Ancak böyle bir sorumluluğu yerine getirebilecek deneyim ve düzenlemelerden yoksun olduk- larõndan ölçüsüz sohbetlerin ge- tirdiği sorunlara da yol açmakta- dõr. İster unvanlarla donanmõş ve ünlenmiş tarihçiler olsun, is- terse amatör sesler olsun, akõlla- rõna geliverenleri ifade ederlerken sergiledikleri bilgiçlik (malu- matfuruşluk), dalgõn bir tõp uz- manõnõn yanlõş ilaç vermesinden farksõz olur. Ben, bir zamanlar gururlan- dõklarõ “solculuk”larõndan piş- man olan gazeteci ve tarihçilerin vaktiyle yaptõklarõ sorgulamala- rõ arõyorum şimdi. Profesyonel tarihçiliğin kendi yağõyla kavrulmuş olduğu 1960’lõ ve 70’li yõllarda yaşadõğõm ta- rihçiliğe evrensel õşõk saçtõklarõ- na inandõğõm -ve çoğu yaşça benden genç olmalarõna karşõn ta- rihçiliğin gündemine pek girme- miş sorunlarõ dile getirmiş ol- duklarõndan dolayõ kendilerin- den çok şey öğrendiğim- o “sol- cular”õn çõkar gözetmeden ve kõ- sa yoldan zengin olmayõ düşün- meden -bağõmsõzca- tarihçilik yaptõklarõ günleri özlüyorum. Konularõnõ sadece etnik kö- ken arayõcõlõğõna dayandõrma- dan günlük yaşantõda hemhal olunan sorunlara kadar inebilen- leri düşlüyorum. Prim yaptõğõ sanõlarak Türkiye Cumhuriye- ti’nin başlangõç evrelerine kimi “Batılı” tilkilerle birlikte -bir uyum içinde- saldõrmayõ içlerine sindirememiş “solcular”õ gör- mek istiyorum; 19. ve 20. yüzyõ- lõ -özellikle de 1960’lõ yõllarõ- ye- niden irdelemelerini istiyorum. Tarihçilik ne Osmanlõ’nõn sul- tanlarõnõ hõfzetmektir tek başõna ne de Cumhuriyetin devrim sü- recinden intikam almaktõr. Eğer “sonu gelmeyen bir münakaşa” ise bu bilgi dalõ ya da “Böylesi- ne engin ve böylesine önemli bir konuya el attığım için fazlaca küstah gözükmekten korku- yorum” diyen bir tarihçinin al- çakgönüllüğünde işlenecek bir dal ise; hangi yetkiyle, hangi çağda, neyi/kimi sorgulama ce- sareti gösterdiğimizin farkõnda ol- malõyõz. Tarihçilik yapay gündem kal- dõrmaz. 1930’lu yõllardaki tarih- çiliğe getirilen kimi haklõ eleşti- rileri yapanlarõn, günümüzde gös- terdikleri tek yanlõ yaklaşõmlarõ sorgulamalarõ gerekir. Pragma- tik/günlük beklentilerdeki ön- yargõlarõn çabucak sönüp gittiği- ni ciddi tarihçiler çok iyi bilir. Tarihçilik ciddi bir uğraştır Tarih ne etnik milliyetçiliğin, ne dinci beklentilerin, ne em- peryalist emellerin, ne doktrin ve dogmalarõn ne de iktidar sõnõrla- malarõnõn tutsağõnda yazõlamaz, söylenemez. Çağdaşlõğa atõlan adõmda bir kilometere taşõ sayõ- lan Cumhuriyet devrimlerinin getirdiği özgürlükler ve -onlardan da önce- dünyadaki açõlõmlar kullanõlarak oluşturulabilir tarih. Bu mesleğin gerçek sahipleri, “medya” karşõsõnda ödevine iyi çalõşmõş öğrenci konumuna dü- şürülmekten kaçõnmalõdõrlar. Tarihçi onlarõn istekleri doğ- rultusunda servis yapan kişi de- ğildir; yapay söylemlerini ezber- den okuyan papağan olmamalõdõr. Tarih (ve tarihçilik) hiç bu kadar muktedirlerin oyuncağõ olmadõ “medya”da, hiç bu kadar tehlikeli anlar yaşatmadõ yarõm yüzyõlõ aşan çabalardan sonra. Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve gelişme sürecinden -hiç bu kadar- hõnçla ve cahilce intikam alan bir bilgi dalõ haline getirilmedi. Salih ÖZBARAN AÇI MÜMTAZ SOYSAL Ulus Önünde Dürüstlük POLİTİKACILIĞIN dürüstlükle ilişkisi zayıf bir meslek ya da uğraş olarak düşünülmesi kadar büyük bir yanlış olamaz. Ama, ne yazık ki genellikle öyle düşünülüyor ve böyle düşünüldüğü için de öyle davranılıyor. Sanki sözünde durmak, doğru söylemek, ahde vefayı unutmak, bazen gönül almak için, bazen de acı gerçeği dile getirip insanları üzmüş olmamak gerekçesiyle yalan söylemenin de politikacılıkta mubah, hoş görülebilir ve affedilebilir olduğu gibi yaygın bir kanaat var. Hatta bunları becerememek, geçerli bir gerekçe bulup yalan söyleyememek, doğrucu Davut olup beceriksizlik etmek büyük bir kusur sayılabiliyor. O nedenle, en azından politikacıların kendi aralarında böyle düşünmenin ve böyle davranmanın, yalnız kendilerince değil, bütün toplumca doğal karşılandığını söylemek kolayına geliyor herkesin. Ne var ki belli bir çevre içinde doğal karşılanıp az çok alışılmış sayılan bir tutumun başka alanlara ve çevrelere taşındığı zaman aynı hoşgörüyle karşılanabileceğini düşünmek olabilir mi? Koskoca topluma, milyonlarca kişilik bir halka karşı dürüst davranmaktan uzaklaşıp yalan söylenebilir mi? Belirli amaçlara varmak ve hele kişinin, partinin, bir siyasal topluluğun çıkarlarını korumak için dürüstlüğün dışına çıkmak politikacıların kendi aralarındaki alışılmış hoşgörünün affettirici perdesine bürünebilir mi? Özellikle de “milletvekili” sıfatıyla? Sözcüğün ve gerisindeki kavramın derinliğini düşünürseniz, bundan daha büyük ayıp, hatta bundan daha büyük ihanet olamaz. Çünkü, parlamento üyeleri için “halk vekili” değil de “milletvekili” denmesinin herhalde derin bir anlamı olsa gerek? Var da. Anayasa, boşuna “TBMM üyeleri, seçildikleri bölgeyi veya kendilerini seçenleri değil, bütün milleti temsil ederler” demiyor. Bunu “bugünkü halk” biçiminde anlamak bile yanıltıcı olabilir. “Millet” ya da “ulus”, geçmişten geleceğe uzanan yüce bir kavram. Gerisinde cumhuriyet vatandaşlığının geçmişi, aynı devletin vatandaşları olarak yaşayagelmiş olmanın tarihi yattığı gibi çocuklardan torunlara ve daha ötelere uzanan bir geleceğin ufukları açılır. Böyle kavramın yüceliğine karşı yalan söyleyebilir ya da gerçeği saklayabilir misiniz? Son “Anayasa değişikliği paketi” konusunda asıl niyetin ne olduğunu ve buna karşılık söylenenlerin neler olduğunu düşününce, millet önünde dürüst davranmanın önemi kendiliğinden ortaya çıkmıyor mu? mumtazsoysal@gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle