18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 3 ŞUBAT 2010 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Kaçan Fırsat OLAY, tarihe geçecek biçimde sonlandırılarak Türkiye Cumhuriyeti açısından yeni bir tarih yazılmış olabilirdi. Bu sütunda daha önce vurgulandığı gibi, TEKEL işçilerinin istekleri AKP iktidarınca kabul edilseydi eğer. Öylece, buranın işçi örgütlenmesini belli bir aşamaya getirip kamu düzenini altüst etmeden haklı istekleri karşılayabilen çağdaş bir sanayi ülkesi olduğu halka ve yedi cihana gösterilmiş olurdu. Yine öyle bir çözüm, tarikat etkileriyle ve dışa bağımlı ekonomisiyle çağdışı tutumlara sürüklendiği söylenen bir iktidarın demokratik sistemde pekâlâ haklı istekler karşısında sosyal devlete yakışır çözümler üretebildiğini dosta düşmana gösterilebilirdi. Ö yle bir sonucun içteki ve dıştaki yararları saymakla bitmez. Oysa, şimdi girilen aşamanın doğuracağı zararları teker teker saymaya gerek var mı? Zararların en belirgin olanı, henüz hukuk altyapısı oluşturulmamış bir genel grev girişiminin ulusal ekonomiye doğrudan ya da dolaylı biçimde vereceği toplam zarardır. Öyle bir aşamaya gelindi ki, girişimin yasal olup olmadığını tartışmanın vakti geçti; yararı da yok, ne yazık ki. İşçi ve memur sendikaları eylemlerini görünürde hukuka ters düşmeyecek bir zemine oturtmayı herhalde başaracaklardır ve çalışmamaya karar vermiş insanları kuvvet, şiddet ya da yaptırım kullanarak çalıştırmak da dünyanın en zor çabasıdır. En kolayı ise çalışır gözüküp de çalışmamaktır. Gönülsüz çalışmadan hayır gelmez. Böyle olduğu bilinseydi, genel grev denen ve uygar ülkelerde hep rastlanan bir yöntem yasayla düzenlenseydi, öyle durumda nere kapanır, nere açık kalmalıdır, nerede çalışılır, nerede çalışılmaz; bütün bunlar açık seçik kurallara bağlansaydı, o terim bunca ürkütücü olmazdı. Bunların dışında asıl önemli olan, bir genel grevin ulusal ekonomiye maliyetini hesaplayabilmektir. Ne var ki, çalışanların başka çare kalmayınca başvurulacak son yol saydığı bu yöntemin hesabı Türkiye’de hiç yapılmaz. Daha doğrusu, henüz gelişme aşamasında olup pek hesap kitap bilmeyen bir ülkenin böyle bir hesap yapması çok zordur, inandırıcı da olmaz. O hesap yerine şöyle bir denklem kurulur daha çok: Terazinin bir kefesine hukuk, yasa, düzen gibi soyutluklar konur ve hiçbir somut hesabın bu yüce kavramları zedelemeye değmeyeceği savunulur. Oysa, hakkının yendiğine inanarak o yola giden insana göre, kendi hakkından ve inancından daha yücesi yoktur. [email protected] PENCERE Zamanın Köşeleri... Masamın üzerinde bir faks iletisi: “Kimden: Seda Arun. Gönderme Tarihi: 4 Şubat” Birlikte okuyalım: “Adım Seda Arun, Özdemir Asaf’ın kızıyım.” Özdemir Asaf Türkiye’de ‘yaşadığımız durumla ilgili acaba neler yazmış’ diye tekrar okudum yazdıklarını... Yazdıklarından ilk okuduğumu sizinle de paylaşmak istedim. Kitabın adı: ‘Yuvarlağın Köşeleri’ - Etikalar. Bölüm başlığı: Akıldan, Okuldan Yana “Okula ilk başladığımız yıllarda şunları hatırlıyorum, öğretmenlerimizden biri: - Tanrı o kadar büyük, o kadar büyüktür ki, insan göremez, demişti. Başka bir öğretmen de: - Mikrop o kadar küçük, o kadar küçüktür ki insan göremez, demişti. Başka öğretmenlerimiz de, iyilik, doğruluk, kahramanlık, yüreklilik, vatan, nüfus.. gibi göz ile görülemeyen, el ile tutulamayan kavramlar üzerinde bizi düşünmeye zorlamışlardı. Sonra, bizlere, görebileceğimiz, tutabileceğimiz, taş, demir, tahta, toprak gibi şeyleri gösterip öğrettiler. Şimdi bakıyorum da.. görüp öğrendiklerimizden çok göremediklerimiz bizleri bugün de tartışmalara sürüklüyor. Görülmeyenleri öğretmeye çalışırken bizleri görünenlerle mi oyaladılar yoksa! Yoksa görülenleri öğretmek isterlerken görülmeyeceklerle mi oyaladılar bizi?” Ne tuhaf rastlantı, geçen gün kitaplığımda elime “Yuvarlağın Köşeleri” geçmişti.. Kapağını açıp bir kez daha baktım, Özdemir’in işlek el yazısı: “İlhan Selçuk’a, Kelimeler kelimelere insanlarla ulaşırken.. 2.12.1961” Babıâli’de Molla Fenari Sokağı’nda Vatan ve Milliyet gazeteleri sağlı sollu yer almışlardı; bu ikisine doğru yürürken, solda, bir evin bodrum katında “Sanat Basımevi”ni kurmuştu Özdemir... “Basımevi” dediğimiz bir pedal makinesiyle hurufat kasalarıydı; ama, ‘U’ biçimindeki alçak tavanlı bodrum katı şairlerin, yazarların uğrağıydı. Sonra Özdemir, Cağaloğlu’ndaki ‘basımevi’ni kapatıp, Bebek’te ‘tabir caizse’ bir ‘meyhane’ açtı... Neden?.. Soruyu bir yana koyup en iyisi ‘Yuvarlağın Köşeleri’nden birkaç deyişle yazıyı bitirelim: “Köksüz bir ağaç olmaz, çünkü kökü vardır: Evet. Soysuz bir insan olmaz, çünkü soyu vardır: Hayır.” “Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır.” “Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.” (9 Şubat 2003 tarihli yazısı) A dlarõmõz bir olsa da, üçümüz ayrõ ayrõyõz. İlkimiz, beş parmaklõ. Onun tutma özel- liği, insanõ hayvandan ayõrõr. İkincimizin imajõ, doğrusu hoş değil. Ne de olsa, yabancõlõk var içinde. Üçüncümüz ben, ya- ni devlet. Kendimden söz etmek hoş değil, biliyorum. Benim de hoşluk ile başõm hoş değil. Çün- kü hoşluk, sonuçta olunca, güzel. Yoksa çok gördüm, hoş olan şey- lerin ardõndaki boşluğu. Bağõşlayõn ama bensiz olmu- yor. Bu konuda, eski yeni sayõ- sõz örnek gördüm. Ama ben gö- rülmem, yaşanõrõm. Değerim, yokluğumda anlaşõlõr. Buna bir büyük örneği Al- manlar yaşadõ. Birinci Dünya Sa- vaşõ bitmiş, ordularõ yenilmiş. Kayzer, Hollanda’ya kaçmõş. Bir yanda Almanlõğõn kõlõcõ, Fransõz Mareşal Foch’e sunu- luyor. Öbür yanda, yenilgi im- zalanõyor. Almanlar şaşkõn, üzüntü içinde. Bir aydõn haykõ- rõyor: “Askerlerin yarattığını, diplomatlar öldürdü!” Gerçek el değil Benim, kanõm canõm yok. Yok da, ben doğarken de, ölürken de, çok kan akar. Çünkü beni iste- yenler, sõnõrlarõnõ kanla çizer. Siz bakmayõn, cetvel pergel ile çi- zilenlere. Onlar, gerçek el değil, sömürge eli. Ya da aldõrmayõn, kuzen ilişkisi ülkelere. Sermaye elidir. Silah, kan ve gözyaşõ ile gelirim, yine öyle giderim. Bu yüzden, göbeğimi kesen de, son duamõ eden de askerdir. Siviller, yönetici. Şimdiye dek en çok Türkler ile karşõlaştõm. Onlarõ da bir türlü anlayamadõm. Bir bakõyorum bana, baba diyorlar. Öte yandan, torun ilgisini çok görüyorlar. Bunu da nerden mi çõkardõm? Cumhurbaşkanlõğõ forsundan. Sanõrsõnõz ki, Guinness Rekorlar Kitabõ’na girecekler. Övünür- ler, 16 kez bana kavuşmalarõna. Ama bilmezler sanki, 15 kez ta- nõk olduğum; ölüm, gözyaşõ ve göçlere. Duygusal insanlar. Önce gön- lünü alõn, sonra da her şeylerini. Bu yüzden de, her defasõnda, ye- niden başlarlar. Batõlõlar mõ? Her konuda, özellikle de benim için, virgül değiştirtmez. Bilirler ki konularõm, duygusallõğõ kal- dõrmaz. “Adalet mülkün te- melidir” güzel söz elbet, Türk- ler yanlõş yere asõyor. Çünkü ba- na gereken adalet, mahkeme koridorlarõndaki değil. Kimse- sizlerin kimsesi olmakta, Sü- leyman’õn mühründe. Eskiden beni, din konusunda anlaşanlar yaşatõrdõ. Fransõz dev- riminden sonra, ulusal çizgide- kiler. Gelecekte ise, dünya yurt- taşlarõm olacak, ayrõsõz gayrõsõz. Bu boyutta, kutuplardaki bir parça buz, erimeden önce, ek- vatordaki kelebeği düşünecek. Acaba kanatlarõnõ incitir miyim diye. Bu süreci, engellemek is- teyenler olabilir. Kimi ota, kimi suya çekebilir. Aldõrmayõn, on- lara. Öncekiler de, aynõ düşün- cedeydi. Gün olur başõm ağrõr, kimi kez midem bulanabilir. Bunun suçu, benim olmamalõ. Söyleyin lütfen, yemem içmem mi var sanki? Ba- na nasõl bakõlõrsa o görülür. Türkler ile son kavuştuğumda, Ziya Gökalp’in büyük özlemi gerçekleşti: “Bir ülke ki top- rağında başka elin gözü yok.” Bu buluşmayõ, efendiler kü- çümsedi. Onlar, kendilerine gö- re haklõydõ. Boşuna mõydõ onca çaba; politika, asker, para? Tür- kiye’de yaşatõlacağõma inanma- yõp, La Fontaine’in karõncasõ ol- dular. Kurucu Atatürk kõzmadõ. Biliyordu ki, kõzmak duygusal- lõktõr ve bende duygusallõğa yer yok. Batõlõ örnekte ilkeler koy- du benim için. 10 yõlda yapõlan- lar, 15 kez yaşanan acõlarõ bil- diğinin kanõtõydõ, bence. Yedi düvele sorun Bu arada unutmadan söyle- yeyim, Türkler iyi askerdir. Ama siyaset bilmezler. Bu yüz- den de, savaş meydanõnda ka- zandõğõnõ siyaset masasõnda kay- bederler. Koskoca 600 yõllõk Osmanlõ’yõ 36 padişah yönetti de, iki siyaset ustasõnõ gördü. Açõlõm sürecinde Fatih Sultan Mehmet’i, kapanõşta II. Ab- dülhamit’i. İlki zehirlendi, ikin- cisi devrildi. Mustafa Kemal Atatürk mü? Onu yedi düvele sorun. Hep kendimden söz edip dur- dum. Unuttum, öteki adaşlarõmõ. Bencilliğimi bağõşlayõn. Oysa Türklerin güzel bir sözü var: “Kendini öveni koy kaç, eli öveni al kaç.” Kültürel anıt İlk adaşõm, iyi iş işlerse, öpü- lesi olur. Vereni, alandan üstün. Mevlevi semazenlerin, sağ eli yukarõ, solu aşağõya bakmaz mõ? Hakktan aldõğõnõ, halka. Adaşõm yanlõş yaparsa, adalet parmağõnõ keser, acõmasa da. Ama duyumsanmayan acõlar kit- lesel sancõya dönüşünce, ben giderim. Çünkü artõk ikinci ada- şõm gelmiştir. Adlarõmõz aynõ olsa da sev- meyiz birbirimizi. Ne de olsa ya- bancõ, yaban davranõr. Bana inat, yaptõğõmõn tersini yapar. Hani denir ya: “Elden gelen öğün ol- maz, o da vaktinde bulun- maz.” Her yeni gün, yeni yük bindirir omuzlara. Ayaklar yet- mez olunca, iş ilk adaşõma düşer. Ve bu düşüş, onun elden ayağa düşüşü de olur. İsterseniz en başa dönelim. El, ben, yani dev- let. Gün yani kün ise halk. Bu iki kavram, 4 bin 500 yõllõk kültü- rel anõt. Son söylenişini, duygu- sal bir şarkõda buluruz: Ele gü- ne karşõ yapayalnõz böyle de olmaz ki / Nasõl da gittin insaf- sõz böyle bõrakõlmaz ki / Unutu- rum sanmõştõm güzelim / Gözüm yollarda kaldõ. Gözünüz, hiç boş yere yollar- da kalmasõn. Söylemiştim, ben- de duygusallõğa yer yok, diye. Ben gitmeden önce, düşünecek- tiniz. Atasözünüzde yok mu, sanki: El mi yaman, bey mi ya- man? Kalem-Kõlõç Tutanlar... Prof. Dr. Mahir AYDIN Gözünüz hiç boş yere yollarda kalmasõn. Söylemiştim, bende duygusallõğa yer yok, diye. Ben gitmeden önce düşünecektiniz. Atasözünüzde yok mu sanki: El mi yaman, bey mi yaman? B üyük adamlarõ büyük uluslar yaratõrmõş. Ya o ayak altõnda dolaşan kü- çükler kimlerdendir? Büyük adamlar ön teker olurken, kü- çükler takoz mu oluyor? Bu ülkeyi kuranlara, Cumhuriyetin kurumlarõna, işaret fişekleri sa- natçõlarõmõza inanõlmaz saldõrõ- lar yapõlõyor. Ön tekerlere açõk- tan ateş ediliyor... Yazar Mahmut Makal’õn yanõnda 3-5 bin lira gibi paranõn sözü edildi diyelim. Makal bu parayla kaç sayfalõk kaç kitabõn basõlacağõnõn hesabõnõ yapar. O, altmõş yõlõ aşkõn süredir ki- tapla, kalemle karanlõğa aydõn- lõk taşõyor. Para, Makal için kafanõn çapõnõ genişletme aracõ iken bir başkasõ için cebi dol- durma anlamõ taşõyabilir. Ör- neğin en gözde (!) sanatçõmõz Hülya Avşar, Ruhi Su’nun yõllar önce ölümünden haber- sizdi. Ona bir yakõnõyla selam iletmesi, yaşamõnõn dar sõnõrla- rõnõ çiziyordu. Bu sözle gerçek sanatçõlarõn yürekleri ise cõz ediyordu. Kõrgõz yazar Cengiz Aytma- tov 1978’de ülkemizi ziyaret eder. Gazeteci Mustafa Ek- mekçi ile İstanbul’dan Anka- ra’ya gelmektedir. Aytmatov yolda Ekmekçi’ye õsrarla An- kara’daki işçi evlerini görme is- teğini iletir. Türkiye’deki işçi- lerin yaşantõsõnõ merak etmek- tedir büyük yazar. Ekmekçi, İstanbul yolundan Ankara Ye- nimahalle girişindeki görkemli apartmanlarõ Aytmatov’a gös- terir. “İşte işçi evlerimiz!” der. Şakacõ Ekmekçi’nin sözünü Aytmatov, gülümsemeyle, be- ğeniyle karşõlar. Bugün bizde varlõğõ görmezden gelinse de “emek, en yüce değerdir”. O değerin yaratõcõsõ gözlerden uzak tutulsa da altõnõn değerini sarraf bilirmiş. Bir gazete yazõsõndan; “Tay- yip Bey ve Baykal’ın sözlü dü- ellolarının gürültüsü...” söz- lerinin üstünü çizdim. Dilimiz- deki “sapla samanı karıştır- mak” deyiminin tipik bir örne- ği. İkisinin kişiliği, ikisinin ko- nuşma içeriği aynõ mõdõr? Biri, yüksek mahkeme kararõyla “la- ikliği yıkmaya odak”lõğõ ke- sinleşmiş parti başkanõ. Öteki, en azõndan üstüne titrediğimiz laikliğe bağlõ parti lideri. Biz bu- na “söz düellosu” mu demeli- yiz? Yoksa... Bizi ileriye ön tekerler götü- recek... Yeter ki küçükler takoz olmasõnlar... Nusret ERTÜRK Ön Teker Kavel Grevinden TEKEL Direnişine G rev, işçi ve emekçilerin işverenler karşõsõnda yeni haklar elde edebil- mek ya da daha önce kazanõlmõş hak- larõnõ koruyabilmek için başvurduğu ey- lemlerdir. Başka bir deyişle işçilerin özellikle ekonomik, sosyal ve özlük haklarõnõn ka- zanõlmasõnda başvurmak zorunda bõrakõl- dõklarõnda en etkin bir savaşõm silahõ olarak da tanõmlanõr grev. Başvurmak zorunda kaldõklarõnda diyoruz çünkü grev bir amaç değil bir araçtõr. Uygulanmasõndan kaynaklanan neden- lere bağlõ olarak grevler değişik sõnõflara ay- rõlmakla birlikte temelde ikiye ayrõlõr. Bi- rincisi ekonomik istemlerin ağõrlõklõ olduğu klasik grevlerdir. İkincisi, toplumsal boyu- tu öne çõkan siyasal grevlerdir. Ama hemen belirtmek gerekirse, bir işyerinde ya da iş- kolunda sõnõrlarõ belirlenmiş istemleri elde edebilmek için başlatõlmõş grevler, taraflar arasõndaki anlaşmazlõğõn derinleşmesi ve bu- nun giderek toplumun geniş bir kesiminin or- tak konusu olmasõ durumlarõnda ister iste- mez siyasallaşmak zorundadõr. Yazõmõzõn ana izleği de bugün yaşanmakta olan TEKEL direnişi gibi, grevin siyasal- laşmasõ üzerine olacaktõr. Dünya işçi sõnõfõ tarihinde en büyük siyasal grev 1 Mayõs 1886 yõlõnda ABD’de yaşan- dõ ve giderek tüm dünyaya yayõldõ. Anõlan tarihte özellikle sanayi işkollarõnda çalõşan Amerikan işçileri 8 saatlik işgünü için ülke çapõnda eylemler başlattõlar. Eylemler polis tarafõndan kanlõ bir biçimde bastõrõlõrken ki- mi işçi ve sendika önderi tutuklanarak mah- keme önüne çõkartõldõ. Bunlardan dördü idam edildi. Amerikan yönetiminin bu kanlõ ve acõ- masõz tutumu dünyanõn birçok yerinde tep- kilere neden oldu. II. Enternasyonal’in l889 yõlõnda Paris’te yapõlan toplantõsõnda 8 sa- atlik işgünü kabul edilinceye değin olayla- rõn başlangõç günü olan 1 Mayõs, “İşçilerin Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü” olarak kabul edildi ve bu kararõnõ dünya iş- çi örgütlerine duyurdu. Ancak grevler yakõn bir zamana değin baş- ta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkede yasaklar kapsamõndaydõ. Avrupa ülkelerinin çoğunda 1800’li yõllarõn ortalarõnda bu ya- saklar kalkõp işçilerin grev haklarõ yasal gü- vencelere bağlanmasõna karşõn bizde bu yasak 1961 Anayasasõ’yla ancak ortadan kalktõ. Peki, bu tarihten önce Türkiye’de hiç grev olmadõ mõ? Yasal olmasa da Türkiye’de grevin tari- hi ta Osmanlõ dönemine değin uzanõr. Os- manlõ döneminde ilk grevin kamu alanõnda 1872 yõlõnda ücretlerin ödenmemesine bir tepki olarak yapõldõğõnõ biliyoruz. Bu tarihlerden başlayarak gerek 1. Meş- rutiyet ve gerekse 2. Meşrutiyet dönemle- rinde çok sayõda greve tanõk olmakla birlikte kõsa bir zaman diliminde en yoğun grevle- rin Kurtuluş Savaşõ yõllarõnda yaşandõğõ ayrõ bir gerçektir. Bu grevleri Türkiye işçi sõnõfõnõn aynõ zamanda işgal güçlerine kar- şõ aldõğõ bir siyasal tutum olarak da algõla- mak gerekmez mi?.. Kabul etmek gerekirse Türkiye’de grev de dahil işçi sõnõfõnõn siyasal ve sendikal ya- şamõnõn önü 1961 Anayasasõ’yla açõlmõştõr. Ancak anayasa temel hak ve özgürlükler bağ- lamõnda işçilere bu haklarõ tanõyordu ama uy- gulamada doğacak ayrõntõlarõ bu konuda çõ- kartõlacak yasalara bõrakõyordu. Bir anayasa hükmü olmakla birlikte bu ko- nuda çõkartõlmasõ gereken yasa taslağõ bir tür- lü Meclis’in gündemine gelmiyordu. Tür- kiye’nin birçok yerinde amaç doğrultusun- da sendikalar eylemler koyuyor, grevler ya- põyorlardõ. Bunlar içinde 31.12.1961 yõlõn- da gerçekleştirilen Saraçhane mitingini en önemliler arasõnda birincisi sayarsak, diğe- ri yasanõn çõkmasõna asõl son noktayõ koyan Kavel grevidir, diyebiliriz rahatlõkla... Destanlara, türkülere, öykülere bile konu olmuş Kavel grevi neydi, giderek nasõl bir niteliğe büründü? Türkiye işçi sõnõfõnõn künyesine yasa çõkartan grev olarak da ge- çecek olan bu direnişin öyküsü, aslõnda bi- linen bir sosyolojik gerçeğin toplum bilin- cine çõkmasõna da tanõklõk edecekti: Gücü- nün üretimden alan toplumsal eylemler salt tarihe iz üretimden alan toplumsal eylemler salt tarihe iz bõrakmakla kalmayõp, önceden kestiremediğimiz siyasal dönüşümlerin ha- zõrlayõcõ rollerini de üslenebilirler. İşte Ka- vel grevinin böylesi bir işlevi de vardõ. 28 Ocak 1963’te İstanbul İstinye’de ku- rulu Kavel Kablo Fabrikasõ’nda başlatõlan grev aslõnda son derece kabul edilebilir is- temleri içeriyordu. Bu fabrikada çalõşan Maden-İş Sendikasõ’na üye 170 işçi, yõllõk ikramiyelerinin ödenmemesi üzerine pasif bir direnişe başlamõşlardõ. Daha sonra işten çõkartõlan sendika tem- silcisi arkadaşlarõnõn işten çõkartõlmasõna gös- terilen tepkilerle direniş boyutlanarak, fab- rikanõn işgalini de kapsayan bir grev ortamõna dönüşmüştü. Grevde gösterilen kararlõlõk Türkiye’deki diğer işyerleri ile kamuoyunun da ilgi odağõ olmuştu. Hatta kimi işyeri ve fabrikalarda destek grevleri başlamõştõ. O günün siyasal erkini de hayli zorlayan bu grev ve yarattõğõ toplumsal atmosfer so- nucunda, 24 Temmuz 1963’te toplu iş söz- leşmesi, grev ve lokavt konularõnõ kapsayan 275 sayõlõ yasa kabul edilerek iş yaşamõna kazandõrõldõ. Aslõnda bu, gücünü üretimden alan işçilerin Türkiye ölçeğinde kazandõk- larõ siyasal bir zaferdi. Bugün Kavel greviyle bire bir örtüşmese bile adeta onu andõrõrcasõna giderek siya- sallaşan ve toplumun en geniş kesimlerinin gündemine oturan bir işçi eylemine, TEKEL işçilerinin direnişine daha tanõklõk ediyor Türkiye. Ekonomik kaygõlardan yola çõka- rak Kavel günlerinde olduğu gibi kara kõş- ta, ayazda sokaklara dökülen tütün işçileri 40 günü aşkõndõr büyük bir kararlõlõk için- de direniyorlar. Kavel’de de olduğu gibi burada da kaza- nan yine işçi sõnõfõ olacaktõr şüphesiz. Hem de AKP hükümetinin gerçek yüzünün top- lum tarafõndan tanõnmasõnda okul görevi ya- parak. Çünkü toplum yaşamõnda kimi ger- çekleri yazmak, söylemek ve okumakla anlatamazsõnõz çoğu kez. Bazen küçücük bir toplumsal olay, düş dünyasõndan uyanma- nõza yardõmcõ olur. TEKEL direnişinde ol- duğu gibi... Asõl bu son göreviniz için de toplum size teşekkür etmelidir! Sönmez TARGAN
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle