23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
10 ARALIK 2010 CUMA CUMHURİYET DİZİ SAYFA 9 Ufunetimi boşalttım (*) 13 Mayıs günü parti liderlerini kabul eden Evren’in Demirel’le yaptığı konuşma 12 Eylül’ün pek çok yüzünün masaya yatırıldığını göstermesi açısından ilginç. DYP liderinin (tutanağa geçirdiği) anlatımlarına göre Köşk’teki tartışma sahnesi ve içeriği şöyle: Evren masasının başında beni ayakta karşıladı. Hal hatır sorduktan sonra konuşma başladı. SD: “Kongre yapacağım. Fevkalade hareketliyim.” KE: “Ben de onu düşündüm.” SD: “Bu ziyaretin ona bir engeli yoktur.” KE: “Sizinle Trabzon konuşması üzerinde durmak istiyorum. Bu zamana kadar 12 Eylül’ü sizinle hiç konuşmadım. Aslında bu konu üzerinde durmak da istemiyorum. Ancak bize sataşma oldu. Onun için konuşmak mecburiyetinde kaldım. ‘Darbe’ meselesine gelince, ben böyle laf etmedim. Marcos’a ve Yunan albaylarına benzetilmemizden incindik. ‘12 Eylül öncesinde sıkıyönetim görevini yapmadı. 12 Eylül’den sonra cinayetler bıçak gibi kesildi’ deniyor. Ben pek çok konuşmalarımda, demokrasiyi savundum. (Önünde eski yazı ile yazılmış notlar vardı. O notlardan çeşitli konuşmalarına atıfta bulunarak pasajlar okudu.) ‘Silahlı Kuvvetler’in görevi, ülkeyi yönetmek değildir’ dedim. ‘Silahlı Kuvvetler mecbur bırakıldığı ve başkaca çıkar yol olmadığı için müdahale ediyor’ dedim. ‘Türk Silahlı Kuvvetleri demokrasiye âşıktır’ dedim. Siyasi haklar meselesinde de, ben; karşı bir tavır takınmadım. (MİT’çi Hiram Abas ve (Orhan) Kilercioğlu bana geldiler. Onlara da söyledim. Bu 12 Eylül’ü kaşımayalım. Kanatmayalım. 12 Eylül’ü tarihe bırakalım.” lediniz. Denen şudur: ‘Sıkıyönetim tesirli olamadı. Başarılı olamadı ve netice alamadı...’ ‘Uyarı mektubu’ denen mektubu verdiğiniz zaman, ben size ‘Bu neyin nesi?’ diye sordum. Siz aynen şöyle dediniz: ‘Sıkıyönetim başarılı olamadı!..’ Bu, sıkıyönetimin 12’nci ayında idi. Bu söz sizindir.” KE: “Evet benimdir. Hatta ben ‘Başarılı olmadığı için kaldıralım’ dedim.” diye kararname bile verdik. Hem siz, 12 Eylül’den sonra mevcut kanun ve yetkilere ne ekleyerek anarşiyi durdurdunuz?” KE: “Çok kanun çıkardık.” Demirel’in Evren’le yaptığı görüşme 12 Eylül’ün pek çok yüzünü masaya yatırıyordu SÖZDEN YAZIYA SÜHEYL BATUM Sindirilmiş Türkiye’nin Gençleri Sevgili dostlar, çok açık görüyoruz ki ülkemizde oynanan oyun, tüm açıklığı ile, tüm hızı ile “nihai sonuca” doğru götürülmek isteniyor. Oyun hep söylediğim gibi şu; herkes korku ve baskı altına alınıyor. İlk önce medya baskı altına alındı. Nasıl alındı? Medya el değiştirdi, yeni patronlar ortaya çıktı, Başbakan’ın arkadaşları devlet bankalarından aldıkları “bir milyar dolara yakın kredi” ile gazete, televizyon sahibi edildi, eskiler “ihale” yoluyla ya da “astronomik vergi cezası”yla korkutuldu. Sonra işadamları korkutuldu; açıkça, canlı yayında “Bitaraf olan bertaraf olur” dendi. Esnaf da korkutuldu, aydınlar susturuldu. Başbakan açıkça “Benim param olduğunu söyleyen üç buçuk yıldır içeride, haberiniz olsun” dedi. Oktay Ekşi gibi gazeteciler işlerinden atıldı. Ruhat Mengi’nin programı baskı ile, tehditle yayından kaldırıldı. Kısaca “herkes sindirildi”. Bu noktada sesi çıkabilecek, ekonomik nedenlerle de sesi kolaylıkla kısılamayacak bir kesim kaldı. O da gençler ve öğrenciler. Onlar da, uzun bir süreden beri bir protesto eyleminde bulunacak olsalar copla, biber gazıyla, tekmeyle susturuldu. Bunun örneklerini arka arkaya çok sık gördük. Hepimiz hatırlayalım ki İTÜ’de, Bahçeşehir Üniversitesi’nde, Anadolu Üniversitesi’nde, Boğaziçi Üniversitesi’nde protesto etmek isteyen öğrenciler inanılmaz muamelelere maruz kaldılar. En son, Dolmabahçe toplantısı için, İstanbul’a gelen öğrencilerin başına gelenler hepimizin gözü önünde oldu. Bırakın bir şey atmayı, slogan atmayı, daha otobüslerle seyahat ederken durduruldular, dövüldüler, yerlerde sürüklendiler. İnsanlık dışı muamele ile karşılaştılar. Tabii bunlara şunları da eklemek gerek. Birincisi medyanın büyük bir çoğunluğu da, bu insanlık dışı muameleleri, tamamen görmezden geldiler. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi’ndeki saldırının ertesi günü, medyanın yüzde 90’ında bu haberler ve görüntüler ya yer almadı, ya küçücük yer buldu. O da orta sayfalarda. Ta ki görmezden gelinmesi mümkün olmayan son olaya kadar. İkincisi de iktidar temsilcileri ve özellikle Başbakan, bu olaylara karşı inanılmaz bir davranış biçimi ile karşılık verdi. Ya “yumurta atarak demokrasi olmaz” türünden, tamamen hatalı, demokrasi ile bağdaşması mümkün olmayan bir söylem geliştirdi. Ya “bunları sorguladık, öğrenci değiller” dedi. Pekiyi gerçekten de demokrasilerde “yumurta atılmaz mı” ya da gerçekten de “pankart açılmaz” mı? Hiç atılmaz olur mu, hiç pankart açılmaz olur mu? İngiltere’de, Fransa’da bunun örneklerini görmüyor muyuz, İngiliz bakana atıldığını, Sarkozy’ye yapılan saldırıyı görmedik mi? Birlikte izlemedik mi? Onlar demokratik ülkeler değil mi? Ama düne kadar Başbakan’ın ve AKP temsilcilerinin bu söylemlerini, demokrasiyi pek bilmedikleri, demokrasiden pek anlamadıkları gerçeğine bağlıyordum. “Sayın Başbakan bilmeyebilir, ama demek ki danışmanları, bakanları da bilmiyorlar” diye düşünüyordum. Hatta kendi kendime “Adalet Bakanı, bunu söylemek ya da bilmek için bakan yapılmamıştı ki, İçişleri bakanı da, bunun için bakan yapılmamıştı ki, bu baskının ve bu hatalı söylemin demokrasi ile bağdaşmadığını nasıl söylesinler, neden söylesinler” diye düşünüyordum. Ama Ankara Üniversitesi’ndeki olay, Başbakan’ın bu söyleminin “sadece bilmemezlikten kaynaklanmadığını” açıkça ortaya koydu. Benim Başbakan’ın ve Sayın Burhan Kuzu’nun sözlerinden anladığım, onların açıkça “gençlere karşı, bundan sonra da girişecekleri hareketlerin ve sürdürecekleri davranışın daha şiddetli olacağını” gösteren ipuçları. Ve senaryo şu, “Ankara Üniversitesi SBF’de iki politikacı da yumurta saldırısına uğradı” diyerek, öğrencilerin eylemlerini tartışır hale getirmek ve “canım protestonun bu kadarı ve bu şekli de fazla, bu şiddete yöneldi” biçiminde bir anlayışın yerleşmesini sağlamak. Ya da “bak bunun ucunda Ergenekon var, başka terör örgütleri var” diyerek, şiddetin, baskının dozunu arttırarak sürdürmeyi denemek. Yani sindirilmiş Türkiye’nin sinmeyen tek unsuru kalan gençleri de, baskı ve korku altına almak. Ama dünden beri gelen yazılardan, yorumlardan anlıyorum ki, sevgili dostlar, sizler de, büyük çoğunluğumuz da, oynanan oyunun farkındayız, senaryonun farkındayız. Ve Sayın Başbakan’a, AKP temsilcilerine, yandaşlara ve medyanın bir bölümüne karşın, gençlerimizi, öğrencilerimizi, çocuklarımızı; bu oyunun, bu senaryonun “yeni mağdurları” yaptırmayacağız. EVREN: ‘BİZ ASTIK!’ SD: “Karakollarda tutuklama süresi ile 3 yıla kadar olan cezaların Yargıtay’a gitmeyeceği dışında önemsenecek bir şey yoktur. Bunları SD: “Bizim Doğramacı’dan bir şikâyetimiz yoktur. Doğramacı müstesna bir kimsedir. Ama topyekun üniversite olayı, üzerinde durmaya değer bir olaydır. Devleti meşgul edecektir.” ‘SİYASETÇİLERLE UĞRAŞTINIZ’ “‘Anarşiyi önlemek için, 12 Eylül’ü yaptık’ dediniz. Anarşistleri bir kenara bıraktınız, siyaset ve siyasetçilerin üstüne geldiniz. 12 Eylül beyannamenizde ‘Partileri kapatmayacağız!’ dediniz, 13 ay sonra partileri kapattınız. Niye kapattınız Adalet Partisi’ni? Türkiye’nin çimentosu idi. Anarşi önlemekle ne alakası vardı? Anarşiden sorumlu tuttuğunuz partileri mahkemeye verdiniz. Kadrolarına da iktidar verdiniz. Konya mitinginden sorumlu olan kişi, bugün, iktidarın 1 numaralı adamıdır. Neticede, ‘Anarşi önleme’ bir kenarda kaldı. İktidarı bizim elimizden aldınız, başkalarına verdiniz. Şimdi ben kırık toplamakla meşgulüm. Sizin parçaladığınızı ben bütünleştirmeye çalışıyorum. ‘Vatan’ diyen, ‘millet’ diyen, ‘birlik’ diyen ‘huzur’ diyen, ‘hak, hukuk’ diyen benim partim ve benim partilimdi. Bu, cezalandırıldı. Şimdi ben, yeniden bu insanlara ‘Böyle demeye devam edin’ deyince, onlar bana ‘Diyelim ama neticesi ceza oluyor, niye diyelim?’ derlerse, ne yapayım? Görüyor musunuz bizim durumumuzu?.. Bize haksızlık yapılmıştır. Bunu izah etmek durumundayız. Maksadımız geçmişi kurcalamak değildir. Bunu izah etmezsek, kendimizi anlatamayız.” KE: “Danışma Meclisi kurulduğu zaman, oraya çengeller vaki oldu. Ben istemiyordum. Toplantı yaptık. Böyle karar çıktı.” ‘TARİH DOĞRULARI YAZMAZ!’ SD: “Tarih doğruyu yazmaz ki. Türkiye’de daha tarih doğruyu yazmadı. Çünkü Türkiye’de devirler kendilerinden evvelki devirler üzerine mürekkep dökerler. Devirler kendilerini, kendi icraatları ile ibra edecekleri yerde, bir evvelki devri kötüleyerek ibra etmeye çalışırlar. İstense de, istenmese de 12 Eylül konuşulacaktır. Konuşulacaktır ki, doğrular ortaya çıksın ve tarih de görevini doğru olarak yapabilsin. Böylece suçsuzlar suçlu, suçlular suçsuz olmaktan kurtulsun. 12 Eylül bir fiili durumdur. Bunu ortadan kaldırmak mümkün değildir. ‘Bunu konuşmayalım’ diyorsunuz. 7 sene hep bu konuşuldu. Referandumda bu konuşuldu. Seçimde bu konuşuldu. Siz bunu konuştunuz. Sizden sonra bugünkü hükümet, 1980 öncesindeki siyasi iktidarları suçlayarak 12 Eylül istismarı yaptı. Şimdi ‘Konuşmayalım’ diyorsunuz. Onlara bir şey demediniz. Bize de savunma hakkı vermediniz.” ‘NİYE KAPATTINIZ?’ SD: “Büyük Türkiye Partisi’ni niye kapattınız?” KE: “Herkes o tarafa aktı. İktidar olur, intikam alırsınız diye kapattık.” SD: “Biz barışçıyız. Kimseden intikam almadık. Anlaşılan, sizi tahrik, etmişler. Ama olan memlekete olmuştur. Doğru Yol Partisi’ni niye seçime sokmadınız?” KE: “Koalisyon olurdu.” SD: “Ne olurdu belli olmaz, ama işte ülkeyi de bugünkü hükümete teslim ettiniz. Memlekette milletin içine çıkamayan bir hükümet meydana geldi. Millet perişandır. Bu icraatlarınızın neticesi budur. Hem bize haksızlık yaptınız, hem de millete haksızlık yaptınız. Bunları konuşursak niye maziyi karıştırmış oluruz? Konuşmazsak, millet gerçeği nasıl bilecek?” KE: “Öyle ise, siz konuşun, ben konuşayım. Ben konuşayım, siz konuşun.” SD: “Benim maksadım o değil! Benim maksadım 12 Eylül’e takılıp kalmak da değil. Sizin yaptığınız gibi, 12 Eylül’ü Demokles’in Kılıcı haline de getirmek değil. Benim maksadım, işleyen devleti bulmaktır. Siz bana haber gönderdiğinizi ifade etmişsiniz. Kimse bana 12 Eylül öncesinde sizden haber getirmedi. Öyle olsa idi, sizin dediğinizi değil, başka şeyi yapardım. Çünkü o sizin işiniz değildi. Sizin günleriniz sayılıdır. Hâlâ, işleyen devlet ve işleyen rejim için yapabileceğiniz şeyler vardır. Niye Fransız Anayasası’nın 16’ncı maddesi gibi bir maddeyi bu anayasaya koymadınız?” KE: “Düşündük ama, Meclis’in feshedilmesi partili Cumhurbaşkanları tarafından suiistimal edilir diye koymadık.” SD: “Milli Müdafaa Caddesi’nin bir tarafında Meclis, öbür tarafında Genelkurmay... Meclis, ‘Acaba askerler ne zaman gelip bizi buradan çıkaracaklar?’ korkusu içinde... Genelkurmay ‘Ne zaman şu Meclis’i kapatsak?’ düşüncesi ve planı içinde... Bu senaryo ortadan kalkmadıkça, devlet de işlemez, rejim de işlemez. Ordu, her ne sebeple olursa olsun, siyasete girince veya sokulunca, yıpranıyor. Bu, milletin aleyhinedir. Orduyu tümü ile siyasetin dışında, milletin emrinde tutmanın, milleti müdahale beklentisinden çıkarmanın şart olduğuna inanıyorum. O zaman rejim işler. Hükümetin yaptığı gibi 12 Eylül istismar edilirse; sizin yaptığınız gibi ‘12 Eylül’ü savunuyoruz’ derken, darbe savunması yapılırsa, rejim işlemez. Benim hassasiyetimin sebebi budur. Umarım, sizi üzmedim.” KE: “Yok, yok!” SD: “Bu konuları benimle görüşme ihtiyacı duyarsanız, ben hazırım.” SD: “Kaldırsak görevi kim yapacaktı? Devletin ikinci bir ordusu yok ki... Mesele görevin yapılması ve sıkıyönetimin başarıya ulaşması idi. Bizim görevi devraldığımız zaman, Türkiye yanıyordu. Sıkıyönetimin ilanının üzerinden 12 ay geçmişti. ‘Uyarı mektubu’ verdiğiniz zaman, bizim hükümetimiz 15 günlük hükümetti. Sıkıyönetim yokken anarşi daha azdı. Sıkıyönetim ile beraber anarşi arttı ve yayıldı. Buna başarı denebilir mi?” ‘TALEPLERİNİZİ YERİNE GETİRDİĞİM HALDE…’ “Sıkıyönetim başarılı oldu da, kan niye dökülmeye devam etti? İkide bir ‘Kanun çıkmadı, yetki yoktu’ diyorsunuz. Sıkıyönetim 26 Aralık 1978 tarihinde ilan edilmişti. Sizin yetki talebiniz, kanun talebiniz, bunu ısrar ile talebiniz, 12 ay sonra, biz hükümet kurduktan sonradır. Sıkıyönetim ilan edilirken, bu yetki taleplerinde niye bulunmadınız? O zaman şartlarınızı niye söylemediniz de; 12 ay sonra, biz hükümet olunca taleplerle ortaya Köşk’teki konuşma metnini okuduktan sonra… Demirel’e baktım: Rahatlamış insanlara özgü bir havası vardı. Evren’le “Bu konuşmayı yaparken ve sonra 10 yıl gençleştim. ‘Ufunetimi boşalttım’” dedi. EvrenDemirel kapışmasının arkasından ÖzalDemirel arasında kapışma başladı. 1989’a yaklaşırken Özal’ın cumhurbaşkanlığı gündemdeki yerini muhafaza ediyordu ve tartışmalara yol açacak bir başka konu da ön plana çıkıyordu. Mart 1989’daki yerel seçimler. Özal’ın Köşk sevdasının üret ‘MAĞDUR VE MAZLUMUZ’ “Biz olayın mağduruyuz ve biz mazlumuz. 12 Eylül öncesinde kan dökülmesin diye nasıl çırpındığımıza siz şahitsiniz. Ama kan dökenler, döktürenler varken, suç bizim üzerimizde kaldı. Sanki biz anarşinin sebebi imişiz gibi bir durum hasıl oldu. ‘Konuşmayalım’ dediğiniz takdirde, hem ülke gerçekleri bilmeyecek, hem de biz bu faturanın altından nasıl kalkacağız? Konuşulma zarureti, kaşıma veya kanatmadan değil, bir nefis müdafaasından doğuyor. Bunun sebebi biz değiliz. Sizsiniz ve hükümettir. Trabzon konuşmanızda diyorsunuz ki, ‘Eğer görev yapacak olanlar görevlerini yapmazsa ve ülkede vahim bir durum meydana gelirse, ordu ne yapsın? Bıraksın da devlet mi batsın? Böyle bir durum olursa, ordu yine gelir kurtarır.’ Bu beyanınızdaki yanlışlık şuradadır: Devlet her şeyi düşünmüş de, güvenliği mi düşünmemiş? Eğer ülkede vahim bir durum olma istidadı hasıl olursa, ne yapılacağı Anayasanın 122’nci maddesinde mevcuttur. Hükümet sıkıyönetim ilan eder. Meclis bunu tasdik eder. Görev Silahlı Kuvvetler’indir. Polis, jandarma, bütün güvenlik kuvvetleri, kolluk kuvvetleri, sıkıyönetimin emrine girer. Fitneyi tesirsiz hale getirirler ve mesele ortadan kalkar. Böyle demeniz lazımdı. Halka ‘Biz devleti öyle tanzim ettik ki, endişe etmeyin, devlet her şeyin hakkından gelecek durumdadır. Bu sebeple müdahale veya darbe olmaz’ demeli idiniz.” “Halbuki siz ‘Görevler yapılmazsa Silahlı Kuvvetler ne yapsın?’ diyorsunuz. Görevleri yapacak olan Silahlı Kuvvetler’dir. ‘Görevler yapılmazsa’ derken, kimi kastediyorsunuz? Başka güç yok ki... Silahlı Kuvvetler’e sıkıyönetimde verilen görev, bekleme görevi değildir. Olayı ortadan kaldırma görevidir. Sıkıyönetimin veya ordunun görev yapmadığının ifade edilmiş olmasından üzüntü duyduğunuzu söy da sonra değiştirdiniz. Hem, anarşi konusunda ne yaptınız ki? 6.000 kişi öldürülmüştür. Bu 6.000 kişinin katillerine, geçen 8 sene zarfında ne yapılmıştır?” KE: “Biz astık. ” SD: “Astığınız 26 kişidir. Herhalde 6.000 kişiyi 26 kişi öldürmedi. Hâlâ DİSK davası, hâlâ MHP davası, hâlâ davalar devam ediyor, 8 senedir. Ortada ibreti müessire yok. Size ‘Herkesi asın!’ diyen yok. Zaten şimdi kimseye bir şey yapamazsınız. Anarşinin nesini önlediniz? Meclis’te 200 idam dosyası duruyor. Nihat Erim’in katillerine ne yaptınız? Savarona’yı yakanlara ne yaptınız? ‘Adliye işlemiyor, polis işlemiyor’ diye şikâyet ediyordunuz. Biz de o sebeple sıkıyönetime gittik. ‘Buyrun işletin!’ dedik. Önemli olan olay, 12 Eylül öncesinin bugün korku, istismar ve kötüleme vasıtası yapılması değil, bundan ders almaktır. Devleti işletecek tedbirleri bulmaktır. Bu tedbirler yine yok, ortada. Siz Trabzon tartışması yapacağınıza, bu tedbirleri isteyin.” İZLENİM tiği öyküler de dillerde dolaşıyordu. “Karıncanın biri topal ayağına bakmadan Hacca gidiyor. Bağdat’ı geçmiş. Görenler soruyor: ‘Nereye böyle?’ ‘Hacca, Mekke’ye.’ ‘Bu ayakla mı?’ Karınca yazgısına razı. ‘Varamasam bile yolunda ölürüm ya’. YARIN: ÖZAL BASINDAN ŞİKÂYETÇİ VE OY DARBESİ: 26 MART! çıktınız? Kaldı ki, ben sizin bütün taleplerinizi yerine getirdim. İstediğiniz kanunların hepsini Şubat 1980’de Meclis’ten geçirttim.” KE: “Hayır, bizim istediğimiz kanunlar çıkmadı. Hatta sizin mektubunuz bile var.” SD: “O, nisan sonunda, mayısta talep ettiğiniz ikinci grup kanunlar içindir. O kanunları çıkartmak için de bütün partilere mektup yazdım. Onları bir araya getirmeye çalıştım. Esasen, mevcut yetkileri kullanmadığınızdan şikâyet vardı. ‘Yeni yetkilere ne lüzum var’ itirazları vardı. İşlenen cinayetti. Cinayet işleyenin yakasına yapışmak niye yeni yetki gerektiriyordu? Kaldı ki, biz size ‘Şu adamları vurun!’ KE: “Zaten yine birtakım kıpırdanmalar var.” SD: “Üniversite fevkalade sıkıntıdadır.” KE: “YÖK’ten mi şikâyet ediyorsunuz?” SD: “Hayır, ben bugünkü durumda üniversitenin içindeki gerilimden haber veriyorum. Üniversite, üniversite olma vasfını yitirmiştir. Tayinle gelmiş üniversite mensupları dışındakilerle konuşunuz. Size problemleri anlatacaklardır. Esasen üniversitelere verilen paralarla 29 üniversite kurulamaz. Bu paralarla üniversite olmaz. Sorun yalnızca para meselesi değildir. Üniversite güvensizdir ve hür değildir. Öyle hissediyorlar.” KE: “Şikâyet Doğramacı’dan mı?” Aramada dikkat çeken belgeler İstanbul Haber Servisi Askeri casusluk soruşturmasını yürüten özel yetkili Cumhuriyet Savcısı Fikret Seçen, Donanma Komutanlığı’nda polis tarafından arama yapılmadığını ifade ederek “Arama benim nezaretimde yapıldı. Askeri savcılar ve askeri yetkililer de eşlik etti” dedi. Aramada ele geçirilen belgeler çuvallar içinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Bir albay nezaretinde açılan çuvallardan şu belgelerin çıktığı öne sürüldü: “Askeri müdahale sonrası neler yapılması gerektiğine ilişkin belgeler, Yeni mühimmat alanlarını gösterir krokiler, Devletin üst düzey 46 ismine ait özel fişler, Amiral eşlerine ilişkin özel bilgiler, Kafes ve İrtica ile Mücadele Eylem Planları’nın devamı niteliğinde belgeler, Askeri darbe sonrasında belirlenen 167 isim nerede tutulacağına ilişkin bilgiler. Darbeye karşı komutanların yurtdışına sürgün gönderilmesiyle ilgili yazılar, devletin kritik birimlerine ilişkin kripto dökümleri, Deniz filo komutanlığı sefer seyir tutanakları, 34 ses kaseti.” Ele geçirilen belgeler üzerinde parmak izi incelemesi yapılacağı, belgeler üzerinde yapılan parmak izi incelemesinin ardından ise Donmam Komutanlığı’nda görevli tüm personelin parmak izinin alınarak karşılaştırma yapılacağı belirtildi. (*) UFUNET: Cerahat, irin... CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ AMA BİR BAŞKA OLAY Ş ubat 1989’da Özal; enflasyonun düşmekte olduğunu içeren mesajlar verdiği günlerde 26 Mart yerel seçimlerini önde bitireceğinden kuşku duymuyor. Bu görüşünü kanıtlamak için eski defterleri karıştırıyordu. Reuter Haber Ajansı’na verdiği demeçte, 1984’teki yerel seçimlerde ANAP’ın yüzde 40 oranında oy aldığını, 26 Mart’ta da aynı sonucu alacağını söylüyordu. Cindoruk, “Bildiğimiz kadarıyla başbakanlar başkentlerde oturur ama bizimki” diyordu: “Ya Avrupa’da ya Amerika’da.” Eşi de Avrupalardaydı... Nedeni neydi hanımefendinin Avrupa gezisinin? Elbette neden memleket severlikle bağlantılıydı. Batılıların Türk kadınını aşağılar bakışlarından ya da ifadelerinden rahatsız olduğu için bir tanıtım kampanyasına karar vermişti. Zaten PAPATYALAR da böyle doğdu. 1989’un şubat ayında yayımlanan bir yazı dizisi papatyaların doğuşunu şöyle hikâye ediyordu: (Bir dış gezide) Avrupalı kadınlar Bijan giyimli, firuze taşlı nazar boncuklu, altın kravat iğneli ve televizyondaki ‘İcraatın İçinden’ programında gözümüzün içine doğru salladığı Cross kalemli Turgut Özal’ı doğal karşıladılar. Ne de olsa başbakandı. Ama Rolex saatli, Cartier çakmaklı, Long Panettelle sigaralı ve has ipek elbiseli Türkiye Başbakanı’nın eşi Semra Özal’a hayretle baktılar. Üstelik bu Türk kadını viski de içiyordu. Avrupalı kadınlar Semra Hanım’ın Dom Perignon şampanyası sevdiğini bilmediklerinden viski ikram etmişlerdi. İşte o kadınlardan biri, Semra Hanım henüz ikinci viskisini yarıladığında yanına yaklaştı, kulağına eğildi ve sordu: “Acaba sizler Türki ye’de de bu kıyafetlerle gezebiliyor, böyle viski içebiliyor musunuz?” Viskinin çarpmadığı Semra Hanım’ı bu soru çarptı. Dönüşte bir vakıf kuracak,Türk kadınlarının kim olduğunu kendini beğenmiş Avrupalıya gösterecekti. Bu toplantıyı İstanbul Sheraton Oteli’nde yaptı ve ‘Hanımefendinin” o toplantısına şu ‘papatya” adayları katıldı: Devlet Bakanı Mesut Yılmaz’ın annesi Güzide Yılmaz. ANAP İstanbul Milletvekili ‘No, No, No’ Güneş Taner’in kayınvalidesi Cerrahoğlu. Sakıp Sabancı’nın eşi Türkan Sabancı. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan’ın kızı Fatoş Hataylı. Pepsi Cola’nın sahibi Melih Sipahioğlu’nun eşi Güngör Sipahioğlu. ENKA Holding’in sahibi Şarık Tara’nın eşi Lale Tara. TÜSİAD’ın eski başkanlarından Ömer Dinçkök’ün eşi Ayşegül Dinçkök. Merhum Paris Büyükelçimiz Adnan Bulak’ın eşi Lale Bulak. Demirören Şirketler Grubu sahibi Erdoğan Demirören’in kız kardeşi Şükran Öktem. Makine mühendisi Zeki Çakmak’ın eşi Figen Çakmak. Çukurova Holding’den Hasan Karamehmet’in eşi Deniz Karamehmet. Başbakan’ın özel doktoru Cengiz Aslan’ın eşi Nilgün Aslan. İzdaş Holding’in sahibi Attila Yurtçu’nun eşi Aynur Yurtçu. İşadamı ve gazeteci Altemur Kılıç’ın eşi Güzide Kılıç. Armatör Kemal Sadıkoğlu’nun eşi ve Bosfor Turizm’in sahibi Feyyaz Tokar’ın kayınvalidesi Vuslat Sadıkoğlu. İki de fahri üye: İstanbul Valisi Nevzat Ayaz’ın eşi Sacide Ayaz’la İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ın eşi Aysel Dalan. Papatyalar Semra Hanım’la Türk kadınını Türklere tanıtacak etkinlikler yaptılar. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle