23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHUR YET 25 EK M 2010 PAZARTES 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İÇ ve dış politikada her kuşaktan insanın çok kullandığı sözcüklerden biridir bu. “Samimiyet” diyenler de var. Çok kullanılır ama, belirlediği kavramı tam yansıtıp yansıtmadığı da çok tartışılır. Sayın Başbakan, başı bağlı hanımların başı açıkların haklarını savunduklarını ve onları mahalle baskısına karşı koruyacaklarını söylediğini, “amma velakin” başı açık “bayan”ların böyle davranmadıklarını anlatıyor. Gelgelelim, baş örtüp örtmemenin sadece bir inanç işi olup olmadığından ve “rejim, cumhuriyet, özgürlük” gibi konularda bir çeşit “simge” ya da “bayrak” anlamına gelip gelmediğinden pek söz etmiyor. Yalnız onun değil, o cenahtaki çok kişinin tutumu da böyle. Ama, bu tartışmaların yapıldığı alan politika olduğu için, bu konularda düşüncelerin tam bir içtenlikle açıklanmasını beklemek yanlış olur. İç politikada böyle de dışta çok mu farklı? Kıbrıs ve Avrupa Birliği konularında dürüstlük, hak hukuk ve barış sözleri edenlerin ne ölçüde içtenlikli olduklarını bizden daha iyi bilen yoktur şu yeryüzünde. Başka konulara gelince, örneğin Afganistan sorununun yalnızca gözü dönük terorizme karşı insan haklarını ve özgürlük dünyasını korumakla ilgili olup stratejik çıkarlarla ve petrol sahalarıyla hiç ilişkisinin bulunmadığını söylemek gerçekten işin özünü anlatmak mıdır? İran sorunu, İslamiyet’in sözde baynazlığından Batı uygarlığını korumanın bir parçası mıdır? Yoksa ABD’nin ve İsrail’in bölgeye ilişkin hesapları mıdır asıl neden? Örnekler, uzadıkça uzar. Bunlar, ne ölçüde yanlış olursa olsun, bir bakıma olağan, hatta doğal karşılanabilir de, işin bir başka yönü var ki, o konuda zurnanın sesi hayli çatlak ve ürküntü vericidir. Başta Amerikan ekonomisi olmak üzere, bazı ekonomik düzenlerin ve o düzenler içinde otomotiv, ağır sanayi gibi alanların ancak yeryüzünde ciddi bir gerginliği sürdürmekle ve bir büyük kapışma olasılığını canlı tutmakla ayakta kalabildiği söylenir. Haydi “ayakta tutma” deyimi abartılı bulunsa bile, bu gibi gerekçelerin çeşitli sanayi kollarına canlılık getirdiği açık değil midir? İnsanların emeklerini doğru değerlendirme ve toplumların refahını sağlıklı yollardan sağlama bakımından, hiç değilse bu konularda daha fazla içtenlik istemek ve içtenlik yoksa böyle bir ikiyüzlülüğü ayıplamak, hatta öyle davrananları utandırmak gerekmez mi? PENCERE İbrahim iyi bir çocuktu, yakışıklıydı, kafası çalışıyordu, okuyordu... İki eli yoktu. 12 Mart döneminde dinamitçilik yaparken bomba elinde patlamıştı... İbrahim’le tanışınca sanki yüreğimden vurulmuştum, hemen çalışmaya başladık, geceler düzenlendi, paralar toplandı, İbrahim’e “protez” için gerekli kaynak bulundu; ama, gerçek elin yerini ne tutabilir?.. İbrahim’i o günlerden bu yana görmüyorum. Kim bilir nerede?.. İki kolundan olmuştu, ama, İbrahim’in ayakları vardı, yolunda yürümek için... Mesut’la 12 Eylül’den sonra tanıştık... Bir gün çıkageldi... İbrahim gibi dinamitçilik yapan Mesut’un da elinde bomba patlamıştı... İki kolu yoktu... Ama arkasında örgütü vardı, gerekli desteği alıyordu, inatçıydı... Konuşuyorduk: Bak Mesut, diyorum, vazgeçin bu işlerden!.. Şimdi sen böyle söylediğimi seninkilere anlatsan, kızarlar, beni edilginlikle suçlarlar, seni etkileyip kandırmaya çalıştığımı sanırlar, ama, bu iş bildiğiniz gibi değil... Mesut dikiliyordu: Abi, 12 Eylül karşısında herkes boyun eğdi, biz teslim olmadık, ayakta kaldık... 12 Mart’ta İbrahim... 12 Eylül’de Mesut. İki kolu dirseklerinden kopuk iki genç, iki pırıl pırıl genç... Ama artık genç değiller... 12 Mart’ın üstünden 25, 12 Eylül’ün üstünden 16 yıl geçtiğine göre varın siz kestirin şimdi kaç yaşında olabileceklerini... Bugün ikisini de bulup konuşmak isterdim, ikisini de birbiriyle tanıştırmak isterdim. Devrimciliğin yöntemlerini irdelemede sonuna dek tartışma kapısı açıktır; devrimciliğin doğrularıyla yöntemleri arasındaki ayrıma özen gösteril mesi de bir zorunluluk!.. Halkı alın teri ideolojisinde kitlesel bir örgütlenmeye bağlayamayan devrimcilik, başarılı olamıyor; bu gerçek, demokrasiyle devrimin, devrimle demokrasinin gelgitlerini ve alışverişlerini iyi hesaplamakla yakından bağıntılı... Yaşam bu yolda en iyi öğretmen... Cezaevlerinden mektuplar alıyorum, açlık grevleri sürdükçe, içim gidiyor, yüreğim eriyor... Çünkü her açlık grevi, bir gencin geleceğinde bir kurşun yarası açıyor. Başıma geldiği için biliyorum, işkence ya da açlık grevi süreçlerinden geçenlerin yaşamlarında ağır sağlık sorunları geleceğin takvimine yazılıyor, bedendeki kimi organı saatli bombaya çeviriyor, ilerde insanın başına iş açacak bir yumurtayı vücutta tohumluyor... Çocuklar açlık grevini ölümüne sürdürdükçe geleceklerini söndürüyorlar... Toplum sağır duvar... Geniş kitleler elmalarla armutları birbirinden ayırmakta yetersiz kalıyorlar; partiler vurdumduymaz, politikacılar kös dinlemiş... Peki, geniş kitlelere ulaşmak için bir devrimcinin yöntemi ne olmalıdır?.. Bomba mı?.. Hayır... Bombaların gürültüsü halkın kulaklarını büsbütün sağır ediyor. (29 Haziran 1996 tarihli yazısı) S on günlerde, 163. madde ve Muammer Aksoy sözcük leri çın çın çınlıyor bey nimde. Gençler bilmeyebi lirler; Türk Ceza Kanu nu’nun üç kritik maddesi vardı; 141, 142 ve 163 numaralarıyla anılan mad deler. İlk ikisi sınıf egemenliğine da yanan devlet düzeni kurmaya yönelik siyasi etkinliklere (burada sınıftan kasıt işçi sınıfıdır, zaten burjuvazinin egemenliğinde olduğumuza göre!); 163 ise dinci tutuculuğun, bağnazlığın siyasal erk peşinde koşan türüne, ya ni yasada “irtica’’ sözcüğüyle ta nımlanan etkinliklere ağır yaptırımlar getiriyordu. 12 Mart askeri darbesinin sivilleştiği Özal döneminde, Türkiye’ye dayatı lan küresel kapitalizmin (namı diğer neoliberalizm) rahat işleyebilmesi, göreli bir özgürlük alanına ihtiyaç gösteriyordu ve anılan maddelerin kaldırılması gündeme geldi. Türk so lunun her kesimi 141 ve 142’den çok çekmişti ve elbette solun tümü bu mad delerin kaldırılmasından yanaydı. Solun birçok kesimi özgürlükçülü ğün bir gereği olarak 163. maddenin kaldırılmasını da desteklemekteydi, hu kuk bilgini Prof. Dr. Muammer Aksoy gibi birkaç kişi dışında. Muammer Ak soy, 141 ve 142 ile 163. maddelerin bambaşka tarihsel ve toplumsal iliş kilerin sonucu oldukları; aralarında herhangi bir denklik varsaymanın bü yük yanılgılara yol açacağı görüşün deydi. Muammer Aksoy’un katledilmesi Atatürkçü Düşünce Derneklerinin kurucusu Muammer Aksoy, düşün celerinin bedelini 1990 yılında faili meçhul bir cinayette katledilerek öde di. O yıllarda, kurduğu derneğin şu belerinin bombalanması, eskilerin de yimiyle umuru adiyeden yani gün delik işlerden olmuştu. Dönemin kök ten dinci terörün henüz dünyada yük selmeye başlamasından önceye rast ladığının altını çizelim. Üç madde de kaldırıldı; ülkemiz so lu belli bir özgürlük kazanmıştı, ancak Sosyalist blokun yerle bir olduğu, komünist ideolojinin uzun bir süre için dünyadan silindiği bir dönemde bu öz gürlük solun elinde karşılıksız çek gi bi duruyordu; üstelik Terörle Mücadele Yasası adı altında, birçok yaptırım ge ri dönmüştü! Tarikatların iktisadi ve si yasi örgütlenmeler olarak güçlenme leri, 163. maddenin kaldırılmasından sonraya rastlar. Ülkemiz solu dinci si yasaların karşısında korunmasız kal mıştı! Birtakım eski solcunun selameti tarikat şeyhlerinin cüppelerinin altın da aramalarına şaşmalı mı! O tarihlerde, 163’ün kaldırılmasını destekleyen solcularımızın gerek din gerek özgürlük konularında ne kadar sezgisiz ve donanımsız olduklarını düşünmüştüm, hâlâ da öyle düşünü yorum. Özgürlük ince bir kristale benzer, çelikten mamul değildir; dine gelince, insanın doğa ve hayat karşı sındaki kırılganlığının üstünde ku rumsallaşan din hangi din olursa ol sun hiçbir ideolojiyle kıyaslanamaz, denk tutulamaz, o fevkalade kendine özgüdür. Belleği güçlü olan arkadaşlar bana katılacaklardır, üniversitelerde türban sorunu o yıllarda başlar. Benim öğ rencilik yıllarımda ve asistanlık dö nemimde, kimi arkadaşlarımızın ken di ifadeleriyle bir esin sonucu başla rını örterek derslere geldikleri olmuş tu. Bu tekil olaylar hiçbir tepki çek mediği gibi bir idari krize de yol aç madı. Zaten küçük memurlar arasın da başlarını geleneksel biçimde bağ layanlar da yok değildi. Yanıltıcı bir varsayım Arkadaşlarımızın bir kısmı örtün meyi sürdürdü, bir kısmı bu kez tersine bir esinle başlarını yeniden açtı. 1950’lerin, 1960’ların, 1970’lerin Tür kiyesi’nde, taşra kentlerinde, köyler de ve kasabalarda, büyük kentlerin kı yı semtlerinde, yani geleneksel ke simlerdeki çoğu kadın günlük ya şamda başını bağlar, ama önemli olay larda örneğin bir düğüne giderken ba şını açardı. Yükseköğrenim görmüş kızların başörtüsünü temelli çıkart masını kimse yadırgamazdı. Yani ba şını açmak bir modernleşme hareke tiydi. Halka mal olmuş bir söz vardır: Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür, diye. 12 Eylül darbesinin sivilleştiği Özal döneminin ideolojik Türban Hikâyesi I Bir Dönemin Tanıklığı Prof. Dr. Erendiz ATASÜ / Ankara Üniversitesi Emekli Öğr. Üyesi Yenilgi duygusu tehlikeli bir ruh halidir, adamı sersemletir. Doğramacı YÖK’ü ile militan grupların ortaklaşa düzenledikleri bu maskeli baloyu ciddiye alıp da kız öğrencilerin rektörlük bahçesinde kurdukları “özgürlük çadırına” çiçek gönderen sosyal demokratlarımız, solun yenilgi duygusuyla malul kısmının düştüğü acınası ama vahim düşünce sefaletini kanıtlıyordu. AÇI MÜMTAZ SOYSAL ortamında, kimi sosyal bilimcilerin iddia ettiği üzere, kadının ancak ba şını örterek modern ha yata katılabildiği savı gülünç ama vahim dere cede yanıltıcı bir varsa yımdı. Belleği güçlü arka daşlar gene bana katıla caklardır. (Bk. Emre Kongar, Cumhuriyet, 7 Ekim 2010) 1980’lerde türban sorunu Türkiye üniversitelerine YÖK’ün kurucusu ve o zamanki başkanı İhsan Doğra macı’nın elleriyle taşın mıştır. YÖK’ten üniver sitelere gelen yazılı bil dirimde, laik kıyafetlerin dışında giyinmiş öğren cilerin derslere alınma yacağı kesin bir şekilde buyurulurken hemen alt taki cümlede “… ama başını modern türban” tarzında örten öğrencinin kabul edileceğine dair bir ifade yer alıyordu. İlk kez duyduğumuz bu mo dern türban deyimi ne ola idi! O tarihlerde, yö netim kurullarında gö revli arkadaşların ansik lopediler karıştırarak ne kastedildiğini anlayabil mek için akla ziyan sa atler harcadıklarını anım sarım! Sonunda modern türbanın ne olduğunu görerek anladık. Tari katların uygun gördüğü renkteki, gene tarikatla rın buyurduğu düğüm leme şekliyle bağlanmış eşarplarıyla saçlarını ve boyunlarını sımsıkı ört müş bir kız öğrenciler ordusu karşımızdaydı. Besbelli, İslamın bin yıl dır yerleşik olduğu bu topraklarda, Müslüman lığın hiçbirimizin sade büyük şehirlerden değil, çeşitli taşra yörelerin den, köylerden, kasaba lardan köken almış biz öğretim üyelerinin aşina olmadığı yeni bir yoru mu ülkemize egemen ol maya başlamıştı. Yenilgi duygusu teh likeli bir ruh halidir, ada mı sersemletir. Doğra macı YÖK’ü ile militan grupların ortaklaşa dü zenledikleri bu maskeli baloyu ciddiye alıp da kız öğrencilerin rektör lük bahçesinde kurduk ları “özgürlük çadırı na’’ çiçek gönderen sos yal demokratlarımız, so lun yenilgi duygusuyla malul kısmının düştüğü acınası ama vahim dü şünce sefaletini kanıtlı yordu. mumtazsoysal@gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle