16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHUR YET 25 EK M 2010 PAZARTES 10 DIŞ BASIN [email protected] DEĞİŞEN DÜNYADAN HÜSEYİN BAŞ Şili Dersleri ve Sınıfın Kötü Öğrencileri... YELENA YAMPOLSKAYA Rusya, iki medeniyetin çatışmasına sahne oluyor. Birbiriyle çatışan bu iki medeniyetin ikisine de biz Ruslar, genetik olarak bağlı durumdayız. Bunlardan birisi Rus medeniyeti, diğer ise Sovyet medeniyeti. Bu iki medeniyet arasındaki son çatışma, bu sonbaharda patlak verdi. Bir taraftan Lenin’in çalışma arkadaşı Poytr Boykov’un adını taşıyan Boykovskaya metro istasyonunun adının değiştirilmesi tartışılıyor, bir taraftan da, Lenin’in mumyalanmış naaşının Kızıl Meydan’daki kabrinden alınarak gömülmesi ve Kremlin’in kulelerinin tepesindeki kızıl yıldızların sökülerek yerlerine (Çarlık Rusyası’nın ve bugünkü Rusya’nın simgesi olan) çift başlı kartalların yerleştirilmesi gerektiği söyleniyor. Halk ikiye bölündü Bu değişiklik önerilerinden birincisinin gerçekleştirilmesi, pek fazla tepki çekmez. Zira, Kalyayevski istasyonunun adını da kolayca değiştiriverdiler. Komünistlerin liderinin Hıristiyan geleneklerine göre gömülmesine komünistler ve ileri yaştaki vatandaşlar şimdilik izin vermese de, Lenin’in bu şekilde acı çeken bedeninin geleneklere göre gömülmesinin onun için de daha iyi olacağı, giderek daha fazla kabul görüyor. Gelgelelim, Kremlin’in kulelerinde kızıl yıldızların mı, yoksa çift başlı kartalların mı yer alması gerektiği, pek çok kişi açısından, hassas bir konu durumunda. Bu konudaki kamuoyu yoklamaları, halkın bu konuda tam ikiye bölünmüş durumda olduğunu gösteriyor. Bu durum, ortaya koyuyor ki, kızıl yıldızların kulelerden indirilmesi, ulusal bütünlük yolunda bir adım olmayacak; tam tersine, böyle bir uygulama, toplumda yeni çatışmaların meydana gelmesine neden olacak. Bu tartışmalar, benim yazdığım bir makaleden sonra alevlenmişti. Basın organlarının sürekli atıf yaptığı ve benim bugün de altına imzamı atacağım makalede şöyle demiştim: “Şimdiki çocuklara, yıldızı sevmeleri gerektiği öğretilmiyor. Böyle bir eğitime de gerek yok. Yeni nesil, haçı sevmeyi öğrensin. Fakat, kızıl yıldızın altında başarılan işlere de saygı duymayı öğrensinler.” Kızıl yıldızların kaldırılması gerektiğini savunanlar, bunların ateist ve Tanrı düşmanı yönetim dönemine ait olduğunu ve Kremlin kiliselerindeki haçlarla kulelerdeki kızıl yıldızların aynı ortamda bulunmasının, toplumu şizofreniye sürükleyeceğini söylüyor. Oysaki, Mesih İsa’nın kendi hayatını feda etmesine kadar haç, bir idam, cinayet ve utanç simgesiydi. Tarihi inşa eden, semboller değildir. Tarih, sembollere anlam yükler. Kızıl yıldız, Büyük Anavatan Savaşı’nda (II. Dünya Savaşı) ölen askerlerin kanlarıyla yıkanmıştı ve bu, onu pek çok günahtan arındırmaya yeter. Eskiyi yıkmak... Günümüz Rusyası’nda pek çok kişi, kariyerini kızıl yıldızın altında yapmış, pek çok eser, o dönemde üretilmişti. Evet, insanlar değişiyor. Fakat eğer, bir kişi dün inanmış bir komünist iken bugün Ortodoks olmayı seçmişse, o zaman, neden hâlâ eski dönemin pek çok alışkanlığını sürdürüyor? Daha açık söyleyeyim: Pek çok kişi, bir taraftan Bolşeviklerin hoşgörüsüzlüğünü, diğer taraftan da liberalizmin sorumsuzluğunu taşıyor. Eskiyi yıkmak, ancak yeni bir alternatif ortaya konabilirse mümkün olmalı. Evet, kartal, yeni bir simge değil; yıldızdan daha eski. Fakat maalesef, pek çoğumuzun genetik hafızasında, kartalların bir yeri yok. Halkın büyük çoğunluğu, komünist kökenli veya onların çocukları. Halkın kendisinden iki değil de dört nesil öncesini hatırlayabilmesi, o dönemin halkın hafızasında yer edebilmesi için, yoğun çaba gösterilmesi gerekli. Şurası kesindir ki, kartal güçlendiğinde (böyle bir şey olursa), kızıl yıldızın yerini kendiliğinden alacaktır. Hıristiyanlık değerlerine bağlı bir halk, kızıl yıldıza bağlı bir halktan daha iyidir. Fakat, kızıl yıldızdan kopartılanların kartala bağlı olacağının güvencesi var mı? Aksine, bu durum, toplumun önemli bir kesiminde büyük hayal kırıklığı yaratacaktır. Kızıl yıldız, halkın belleğinde, her şeyden önce, Sovyet dönemindeki büyük başarıların simgesi olma özelliğini taşıyor. Her şeyden önce de, (II. Dünya Savaşı’ndaki) Büyük Zafer’in simgesi. Bunun için, önce kendi zaferinizi kazanın, ekonominizi yeniden dünyanın en büyük ekonomilerinden biri haline getirin, ondan sonra, vicdanınız rahat şekilde kendi sembolünüzü yerleştirin. Ne zaman ki Sovyet sonrası sinema Sovyet sinemasının standardına ulaşır ve ne zaman ki Rusya’da, Sovyet döneminin kalitesinde bir tane olsun şarkı bestelenebilir, işte o zaman, bu semboller sorunu kendiliğinden çözülmüş olur. Çift başlı kartalın altında yapılmış olan her şey adaletli olmadığı gibi, çift başlı kartalın altında yaşayanların hepsi de Tanrı’ya inanan, Hıristiyan değerlerine göre hareket eden kişiler değildi. Bugünkü Rusya’nın önde gelen isimlerinden pek çoğunun da nasıl insanlar olduklarını görüyoruz. Bunlardan kartalı sorumlu tutabilir miyiz? İşte aynı şekilde, Sovyet döneminde olan her şeyden de kızıl yıldız sorumlu değildir. Kızıl yıldız bile olsa, kutsal saydığı değerleri olan insanları incitmeyin. Çünkü böyle bir durumda, bu insanların yerini, hiçbir kutsal değeri olmayanlar alabilir. Rusçadan çeviren: Deniz Berktay (İzvestiya gazetesi, Rusya, 19 Ekim 2010) Kızıl yıldız, halkın belleğinde, Sovyet dönemindeki büyük başarıların simgesi olma özelliğini taşıyor. Her şeyden önce de Büyük Zafer’in simgesi... Önce kendi zaferinizi kazanın, ekonominizi yeniden dünyanın büyük ekonomilerinden biri haline getirin, ondan sonra, vicdanınız rahat şekilde kendi sembolünüzü yerleştirin. Ne zaman ki Sovyet sonrası sinema Sovyet sinemasının standardına ulaşır ve ne zaman ki Sovyet döneminin kalitesinde bir tane olsun şarkı bestelenebilir, işte o zaman, bu semboller sorunu kendiliğinden çözülmüş olur. Çift başlı kartalın (Çarlık Rusyası’nın ve bugünkü Rusya’nın simgesi) altında yapılmış olan her şey adaletli olmadığı gibi, çift başlı kartalın altında yaşayanların hepsi de Tanrı’ya inanan, Hıristiyan değerlerine göre hareket eden kişiler değildi. Bugünkü Rusya’nın önde gelen isimlerinden pek çoğunun da nasıl insanlar olduklarını görüyoruz. Bunlardan kartalı sorumlu tutabilir miyiz? İşte aynı şekilde, Sovyet döneminde olan her şeyden de kızıl yıldız sorumlu değildir. Kremlin’in kulelerinde kızıl yıldızların mı, yoksa çift başlı kartalların mı yer alması gerektiği tartışılıyor Rusya’da iki medeniyet çatışması Afrika satılıyorFEDERICA BIANCHI Kara Kıta’nın topraklarında süregelen toprak tefeciliğinin bir başka adı yeni binyılın sömürgeciliği. Günümüzün sömürgecileri gemi yerine uçakları tercih ediyor. Bereketli topraklarda söz sahibi olmak için silaha değil çantalar dolusu nakit paraya güveniyorlar. Fethi tasarlanan kıta, bir kez daha Afrika. Yolsuzluğun pençesindeki hükümetleri, uçsuz bucaksız devletleriyle Afrika. Küresel gıda krizinin gündeme geldiği 2008 öncesinde tarım konusu artık kimsenin umrunda değildi. Ekonomik açıdan gelişmekte olan ülkelerin topraklarıyla bir tek sivil toplum kuruluşları ve Afrika’yı herkesten önce gereksinim duyduğu doğal kaynakların ana merkezi yapan Çin ilgileniyordu. Ancak tarım dahil hammadde fiyatlarının başdöndürücü biçimde yükselmesi birçok devlet ve yatırımcıyı başkalarının evinde toprak satın almaya yöneltti. 50 milyon hektar tefeciliğin kurbanı Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu’nun (IFAD) verilerine baktığımızda son iki yılda yabancı uyruklu şirketlerin çoğunluğu Afrika ve Güney Amerika’da olmak üzere 20 milyon hektarı aşan arazi satın aldıklarını, 50 milyon hektar dolayında arazinin ise tefeciliğin kurbanı olduğunu görüyoruz. Yüzyıllardan bu yana yerli halk tarafından işlenen topraklardan söz ediyoruz. Ancak mülkiyeti kanıtlayan resmi bir belge olmadığı için ortada, yerli halkın bireysel hakları ve kazanımlarından söz etmek mümkün değil. Etiyopya, Mali ve Sudan örneğinde gözlendiği gibi halkı hiçe sayan hükümetler, kamuya ait arazileri kendilerine dev kazançlar sağlayarak en iyi teklifi veren alıcılara sattı. Kırsal alanda yaşayan her dört yoksuldan üçü, daha da fakirleşirken devlet yardımıyla yaşamını sürdürmeye mahkum edildi. Bugün (25 Ekim) Torino’da tamamlanacak olan 8. Uluslararası Yavaş Yemek Hareketi’nde konuşan Uluslararası Yardım Kuruluşu Başkanı Antonio Onorati, “Afrika kıtasındaki toprakların yabancı yatırımcılar tarafından satın alınması yerel tarımcılığı yok ederken yerli halkın bütünüyle dışlanacağı bir mülkiyet sistemine önayak oluyor” diye dile getirdi kaygısını. “Dünyada milyarlarca aç insanın olması bir tesadüf değil, bu kişilerden 800 milyonu küçük üreticiler, geri kalan 600 milyonu ise çiftçiler.” Bu yoksul kişilerin sırtından zengin olmak düşüncesi Etiyopyalı diktator Meles Zenawi ve bir başka diktatör Sudanlı Ömer el Beşir’in işine geliyor, Mozambik ve Mali’de ölü ruhların dinlendiği mezarlıkların dahi satışa sunulduğunu düşünecek olursanız! Afrika’ya gözünü diken üç tür alıcı var: Hükümetler ve onlara bağlı kurumlar, özel ya da yarı özel statüdeki yatırımcılar ve hızlı bir biçimde büyüyen ulusal yatırımcılar. Bugüne kadar Hindistan ve Çin, Afrika’ya gözünü diken en aktif ülkeler olarak dikkat çekseler de depremle yıkılan Aquila’da gerçekleşen G8 zirvesinde Batılı ülkelerin baskısı ile Afrika’da toprak satın alımı konusunda yürüttükleri kampanyayı terk ettiler. Ancak büyük petrol kaynakları olmasına karşın çölde yeni topraklar satın almak konusunda kimseyi dinlemeden kendi bildikleri yolda ilerleyen Suudi Arabistan ve Libya farklı bir görünüme sahip. Bugün Muammer Kaddafi’nin lideri olduğu Libya, Libya Afrika Yatırım Portföyü aracılığıyla Mali’de 400 bin hektarı aşan toprağa sahip iken Suudi Arabistan’ın başındaki Kral Abdullah, ismini taşıyan Yurtdışindaki Suudi Tarım Yatırımları için Kral Abdullah Girişimi ile büyük bir tarım potansiyeline sahip ülkelerde yaşayan Suudi ailelerine destek veriyor. Spekülatif yaklaşımlarla yeni gelir kaynakları arayışındaki özel yatırımcılar ise yeni bin yılın bu sömürge düzenine işaret eden sistemin en kurnazları. Bu özel yatırımcılar bir tek Abu Dabi kökenli El Qudra Holding’den destek almıyor ama BlackRock &Emergent Asset Management ve Henriques gibi Batılı kaynaklara da başvuruyorlar. Torino’daki konferansında Onorati, “2025 yılına kadar Afrikalı halkların nüfusu iki katına çıkacak, ne kadar yetersiz olursa olsun tüketimleri de artacak. Afrika yakın gelecekte gıda alanında en umut veren kıtalardan biri olacak” diye konuştu. Yabancı yatırımcıların ilgisi... Afrika’da yaşayan yerli elit kesim de bu gerçeğin farkında. Bu kıtada yaşayan Brezilyalılardan Mali’nin yerlilerine kadar zengin bir kesim var ki yabancı yatırımcılarla işbirliği yapmaları durumunda kendilerinin de bundan artı bir kazanç elde edeceklerine inanıyor. Sudan’da 400 bin hektarlık bir arazi kiralayan Amerikan Jarch Management yatırım şirketinin yaklaşımı da incelemeye değer bir örnek. Kiralama işlemi için ilgili şirket, Sudan ordusundaki generallerden birinin kontrolündeki bir şirketin hisselerinin yüzde 70’ini satın aldı. Yabancı yatırımcıları Afrika gibi uzak diyarlarda toprak satın almaya yönelten tek neden gıda sorunu değil, başka birçok neden arasında çok uluslu şirketlerin yeni tarım alanları açmak adına ormanları yerle bir etmelerine olanak sağlayan biyoyakıtların tüketiminin sabit bir şekilde artısı da yer alıyor. Bir tek Malezya ve Endonezya’da 12 milyon hektarlık ormanlık alanın talan edildiğini düşünecek olursanız, küresel ekonominin sonucu küçük üreticiler, geniş ölçekte tarım yapabilecekleri alanlar ve altyapılardan yoksun bırakılıyor. Dünya Bankası da en son yayımlanan raporunda bu gelişmelere dair çelişkili bir tutum takındı. Dünya Bankası raporunda bir yandan yabancı yatırımcıların Afrika kıtasında toprak satın almaları konusunu kaygıyla karşıladığını vurgularken öte yandan gerek özel şirketler, gerekse kamu adına çalışan yatırımcıları, tarım alanlarının daha iyi şekilde kullanılması adına desteklemekten geri kalmadığını ifade ediyor. Onorati’nin Torino’da değindiği üzere, “Hiçbir ülke başına buyruk değil. Örneğin İtalya’da toprak sahiplerinin yüzde 3’ü toprakların yüzde 48’inin mülkiyetine sahip. Meksika’da da yüzdeler açısından bakılırsa benzer bir tablo göze çarpıyor. Ancak 20002007 arasındaki dönemde İtalya, tarım kuruluşlarının yüzde 30’dan fazlasını yitirdi.” İtalyancadan çeviren: Aslı Kayabal (Espresso haber dergisi, 2229 Ekim 2010) Şili’de San Jose Madeni’nde 33 madencinin sonuncusunun da kurtarıldığı 14 Ekim’de, aslında her şey 5 Ağustos’ta söz konusu madenin bir bölümünün çökmesiyle başlamıştı. Göçük, San Jose’nin ‘tehlikeli maden’ sayılmasına yetmişti. Tüm dünyanın nefesini tutarak izlediği mucize kurtarışın hemen ardından, Cumhurbaşkanı Sebastian Pinera, önemle altını çizerek “Biz ilk günden bu yana sorumluların cezasız kalmayacağını söylemiştik. Bu işte sorumluluğu olanlar cezalarını çekeceklerdir” açıklamasını yapmıştı. Ama başkana göre bu olay, aynı zamanda tüm Şilililer ve hükümetimiz için alınması gereken büyük derslerle doludur. “Sistemimizi iyileştirmemiz, en yüce değer olarak insan yaşamına önem verilmesinin gereklerinin yerine getirilmesi için süreçleri ve davranışlarılarımızı geliştirmemiz, emekçilerimizin bütünlüğü ve onuru, salt madenlerde değil tarlalarda, yapı işlerinde, ulaşımda ve balıkçılıkta (özellikle de bizde hâlâ kanayan bir yara olan tersanelerde) ölümcül tehlikelerden korunması da sağlanmalıdır.” Kazadan bu yana, madenci aileleri ve sendikalar, San Jose’de 150 işçinin çalıştığı küçük bir altın ve bakır madenini büyük maden gruplarına kıyasla en sıradan güvenlik olanaklarından yoksun olmakla suçlamışlardır. Sendikalar aynı zamanda 2007’deki ölümcül kazaya karşın 2008’de madenin çalıştırılmasına izin veren resmi görevlileri de suçlamışlardır. Şu anda Şili’de sorumluluklarla ilgili çok sayıda soruşturma sürmektedir. Çöküşün hemen ertesinde hükümet, madenin yeniden işletilmesine izin verenler için soruşturma yürütmektedir. Diğer taraftan polis de kazayla doğrudan ilişkili sorumluları sorgulamaktadır. 30 Eylül’de 33 madencinin yirmi dokuzu maden sahibine 8.5 milyon dolarlık tazminat davası açmıştır. Şili adaleti ise hükümetin isteği doğrultusunda madenin sahibi Esteban grubunun tüm mal varlığı olan 9.7 milyon doları, tazminat ve kurtarma masraflarını karşılamak amacıyla dondurmuştur. Görülen o ki Şili’de tarihte benzerine az rastlanan mucize kurtarmanın yanı sıra, kazayla ilgili kimin sorumluluğu varsa gecikilmeden, savsaklanmadan soruşturma açılmıştır. Ayrıca Şili yönetimi, Uluslararası Çalışma Örgütü’ne başvurarak işçilerin can güvenliği ve sağlığını koruma altına alan 176 numaralı konvansiyonu onaylama kararı almıştır. Söz konusu karar, Başkan Sebastian Pinera’nın mucize kurtarıştan hemen üç gün sonra Londra’ya yaptığı resmi ziyaret sırasında açıklanmıştır. Şili ayrıca Uluslararası Çalışma Bürosu BIT’nin maden işçilerinin can güvenliğinin ve sağlığının korunmasıyla ilgili 1995 tarihli tüm anlaşmalarının da imzalanacağını açıklamıştır. Başkan Pinera, madencilerin can güvenliği ve sağlıklarının korunması ile ilgili tüm uluslararası anlaşmalara harfiyen uyulacağı ve konvansiyonların gereklerinin yerine getirilmesinin yakından izleneceği konusunda da güvence vermiştir. Özetle Şili, dünyanın tümü ile mucize kurtuluşu kutlarken, bu tür olayların bir kez daha olmamasının önlemlerini almayı da ihmal etmemiştir. Bu, 69 günlük bir çilenin ardından gün ışığına kavuşan 33 madencinin yaşama dönmesi kadar önemlidir. Kuşkusuz, aynayı kendimize çevirdiğimizde görünenler hiç iç açıcı değil. Cumhuriyet gazetesinin ‘Karadon’da kara leke’ başlığıyla verdiği haber, neresinden bakılırsa bakılsın başta madencilik olmak üzere tehlikeli işlerin tümünde ne denli geri kaldığımızı, başkalarının başına gelenlerden zerrece ders almadığımızı göstermektedir. Dahası, tehlikeli işlerde çalışan işçilere can güvenliği ve sağlık olanakları sağlayan uluslararası konvansiyonlara aldırmadan, söz konusu anlaşmaların hiçbirine gereğince uymaya çalışmadan bir faciadan öbürüne bir çağdışı yolda ilerliyoruz. Bırakınız canlıları, işçilerimizin cansız bedenlerini gün ışığına çıkarmayı bile beceremiyoruz. Sözünü ettimiz habere göre (Cumhuriyet / 23 Ekim 2010) Karadon faciasında yitirdiğimiz otuz madencinin ikisinin cansız bedenlerinin çıkarılması işi beş ay sonra açılan bir ihaleyle bir Çinli firmaya verilmiş. Utanç verici gecikme bir yana, söz konusu ihaleden gelen hoş olmayan kokular da var. Habere göre 162 yıllık madencilik deneyimine sahip Türkiye Taş Kömürü Kurumu’nun (TTK) iki işçinin naaşlarının çıkarılması işini Çinli firmaya ihalesiz vermeye çalıştığı, başaramayınca da söz konu firmadan önceden aldığı teklifi şartnameye büyük oranda yansıtarak ihaleye çıktığı anlaşılmıştır. Birkaç firmanın katıldığı ihaleyi yine aynı Çin firması kazanmıştır. Aceleye gerek yok. Ölülerin kurtarılmak için nasılsa vakti var. Ama vakti olmayan, ölüp giden madencilerin ailelerinin durumudur. Onlar yeryüzünde. Söyler misiniz, onlar için, facianın sorumluları için, madencilerin güvenliği için ne yaptığınızı?..
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle