Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CMYB C M Y B SAYFA CUMHUR YET 19 EK M 2010 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Kabadayılık Bu mu? İki yıl boşu boşuna hapiste tutmuşlar! Ne bir şey söylemiş, ne de sorulara yanıt vermiş! Öyle yatmış kendine bir köşe bulup... Yaşı yetmişe yaklaşmış bir sendikacı! Kıbrıs radyolarından sık sık uygarca konuşmalarını dinlediğimiz bir aydın kişi... Ne duruşma, ne savunma, ne başka bir hukuksal olay!. Hiçbir şey yokken almışlar Silivri’ye götürmüşler, iki yıl orada tutmuşlar... Kimin emriyle, isteğiyle!.. Görünüşe göre, Silivri’deki ünlü savcı beyin isteğiyle, suçlamasıyla... İki yıl sonra nasıl olmuş da bırakmışlar? Neden almışlar, neden bırakmışlar? O iki yıllık hapisliğin hesabını kim verecek? Koskoca bir sendikanın başkanı Mustafa Özbek anılarını yazmayacak mı? Başından geçen, hem de oldukça ileri bir yaşta kendisine yaşatılan bu işkenceli olayı okurlara, halkına anlatmayacak mı? TV’lerde, hiç değilse kendi TV’sinde konuşmayacak mı? Ya ötekiler? Üç dört yıldır Silivri’de “Özgür olma sırası bize de gelir” diye bekleşenler! “Benim suçum nedir” diye kitap yazanlar, “Biz hangi suçu işledik, söyleyin de anlayalım” diye bağıranlar!.. Bütün bu insanlar, bir savcının ya da birkaç savcının çağrısıyla mı yaşamlarının en güzel yıllarını yaşamadan geçirsinler? Ailelerinden, çocuklarından, işlerinden, güçlerinden uzakta... Anlaşılmaz bir zulmet karanlığında... Koskoca Türk milletinin ve onun temsilcilerinin bilgisi, görgüsü altında!.. Şimdi Bay Arınç, nereden geldiğini unutup ne demiş Bay Özbek’e: “Özgürlüğe kavuştun, artık kabadayılık etme, çok konuşursan yine içeri alırlar.” Ben yazmadan, sevgili Emre Kongar yazdı. Ne de olsa, benim gibi haftada üç gün değil, hemen her gün yazıyor, ayrıca TV’lerde de, hemen her gün bir arkadaşıyla tartışıyor; Mehmet Barlas’la!.. Ki, bizim Cumhuriyet’in eski yazarı, bir zamanlar solun önde gelenlerinden, ama son birkaç yıldır Tayyip Bey’in bir yandaşı. O kadar ki, yanağını okşayacak kadar yakını!.. Gelelim Mustafa Özbek’e, “kabadayılık etme, sonra yeniden kendini içeride bulursun” konusuna... Emre Kongar tarihe geçecek bir yazı yazmış. Kongar’ın o yazısınıysa, özellikle son bölümünü kesip bir belge olarak saklayın: “Ama ilk kez bir Başbakan Yardımcısı, hem de hukukçu olan bir iktidar mensubu açık yüreklilikle bir hukukun temel özelliklerini ‘faş etmiş’ oldu. Ayrıca, konuşanların içeri atılacağını da anımsattı...” Kabadayılık denen şey buysa, Bay Arınç’ı kabadayıların kralı diye anmalıyız. PENCERE Üçüncü Selim Laik miydi?.. Üçüncü Selim “İlhami” mahlasıyla şiir yazar, beste yapar, ney çalardı. Sonu kötü oldu. Odasını basan cellatlara karşı elindeki neyle kendisini savunmaya çalışırken öldürüldü. Kabakçı Mustafa isyanıyla patlak veren irtica eylemi, “Büyük Yenilikçi” diye anılan padişahı tahttan indirip bir odaya kapatmış, Dördüncü Mustafa’yı tahta geçirmişti. Bunun üzerine “Rusçuk Yârânı” diye anılan yenilik yandaşları, Alemdar Mustafa Paşa’nın önderliğinde Topkapı Sarayı’nı kuşattılar. Dördüncü Mustafa, tahtı yitirmemek için, sarayın kapılarını kapatıp Üçüncü Selim’le kardeşi Mahmut’un öldürülmesini buyurdu. Selim boğazlanırken sonradan İkinci Mahmut diye tahta oturacak kardeşi damdan kaçtı. Yenilikçiler ile mürteciler arasındaki kavga, İkinci Mahmut döneminde de sürdü. Ahmet Say’ın 560 sayfalık “Müzik Tarihi” üçüncü baskısına ulaştı. Yazar “müzik tarihini kültürel evrimin yaratıcı bir parçası olarak” değerlendiriyor. Müzik, felsefe ve sanat tarihinden soyutlanabilir mi!.. Çoksesli müziği, Atatürk değil, Osmanlı yenilikçileri ülkeye soktular; Üçüncü Selim Topkapı Sarayı’nda belli bir opera topluluğunu izlerken tarih 1797’yi vurguluyordu. 1826’da İkinci Mahmut “Mehterhane”yi kaldırdı. Neden?.. Yeniçerilik gericilik ve anarşi ocağına dönüşmüştü; mehter müziği bu ocağın sayılıyordu; İkinci Mahmut her ikisine birden son verdi. 1828’de Muzıkai Hümayun kuruldu; başına ünlü İtalyan opera bestecisi Gaetano Donizetti’nin ağabeyi Giuseppe Donizetti getirildi. 1911’de, Ahmet Muhtar Paşa’nın öncülüğünde, mehter müziğini yeniden canlandırmak için girişime geçildi; bir takım kuruldu; ama, 1935’te dağıtıldı. 1952’de İstanbul’da Askeri Müze’ye bağlı olarak “Mehteran Bölüğü” oluşturuldu. Palabıyıklı Mehteran Bölüğü’nün çok partili rejimden sonra DP iktidarında canlandırılması rastlantı mı? Hayır.. İkinci Mahmut’un Yeniçeri Ocağı ile birlikte Mehterhane’yi kapatması nasıl rastlantı değilse, mehteranın yeniden canlandırılması da anlam taşıyor; tarihimizdeki gelgit olayları gericiilerici dalgalanmalarının dışavurumunu sergileyen boyutları yakalanabilirse anlaşılır. İrtica, Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal’i, sevmez. Peki, Osmanlı Padişahı Üçüncü Selim’i ya da İkinci Mahmutu sever mi?.. Mürteci, ayrılıkçı ve entel sacayağı irticanın laik Cumhuriyete ve Atatürk devrimine karşı bir tepki olduğunu ileri sürüyorlar. Ya tarih bilmiyorlar ya da olayı saptırıyorlar... Üçüncü Selim laik miydi?.. Ya İkinci Mahmut?.. 31 Mart ayaklanması laik Cumhuriyete karşı başkaldırı mıdır?.. İrtica dünyanın her yanında var.. Mısır’da, İran’da, Afganistan’da, Cezayir’de, Pakistan’da laik cumhuriyet mi var?.. Zamanda ve uzamda irtica doymak bilmez bir canavar gibidir; ne verirsen ver, daha fazlasını isteyecektir. (18 Ekim 1998 tarihli yazısı) H ayatta her şey her şeye bağlı ol duğu ya da öyle göründüğü gi bi, kamu yönetiminde de çoğu kurumlar birbirine bağlı ve ba ğımlıdır. Biz insanlar söz ve kavramlarla bağlarız her şeyleri birbirine; ama, kurduğumuz bu ilişkileri kolayca göre meyiz. Sorun, kavramların kullanımında or taya çıkar. Cumhuriyet’te “Devlet yani AKP...” diye başlayan bir başlık hatırlıyorum. Parti devletlerinde belki geçerli olabilir. Ay dınlanma filozofu Voltaire, fikir karşıtlarına meydan okurmuş: “Tanımladığınız her ko nuyu tartışmaya hazırım.” Osmanlı da “Ta rif, efradını cami ağyârını mani olmalı” de miştir. Devlet, hukuk adalet ve yargı aşkın kavramlardır: Kurumlarla birlikte, anlamlar ve kavramlar da değişir / evrimleşir (Bozkurt). Kavramlarda birlik ve anlaşma olmazsa tar tışmalar sonuçsuz kalır. Devlet ve hukuk Devlet, adalet ve hukukla var olur. “Ada let mülkün temelidir!” deriz (Kınalızade). Deyimdeki “mülk”, mülki ve mülkiyet vb. türevler, devlet / ülke yönetiminin adalete da yandığını simgeler. “Devlet, ulusun tüzelki şiliğidir. ” (Rousseau). Devlet, yasama, yü rütme ve yargılama erklerinin yalnız ayrı lığını ya da ayrıcalığını değil birliğini de sim geler. Çağdaş devletin “çeşitlilik içinde bir lik” öncülü buradan gelir. Ancak yürütme (hü kümet) dahil kurum ve güçlerin birliği olarak devlet gücünü yalnız inançtan değil bilinç ten de alır. Türkiye Devleti “Hâkimiyeti Mil liye” ülküsüyle kurulmuştu. “Egemenlik ka yıtsız şartsız ulusundur” özdeyişiyle geldi de mokrasiye. Yasaları uygulamak ve yürüt mekle yükümlü, yargıya ve topluma karşı so rumlu olan hükümet “Yargı işimize karış masın” diyebilir mi? Hükmetme eğilimini sı nırlamak amacıyla, son yıllarda “Hükümet” yerine “Bakanlar Kurulu” kavramı tercih edi liyor. “Küreselleşme yanlısı” Fukuyama, “ta rihin ve ‘ulus devlet’in sona erdiğini” ilan et tikten sonra, yanlıştan çark etti: “Devletinizi inşa edin” dedi: Dünya barışı ve düzeni için. “Küreselleşen dünya” söyleminin dünyayı yönetemeyeceği gerçeği anlaşıldı. Küresel krizden çıkma sorumluluğu gemisini kurta racak devletlere bırakıldı. Hukuk, yargı, kamu yararı Devletin temeli hukuktur. Adalet ve gönenç amaç, yasalar ise araçtır. Yasama ve yargıla ma her zaman ve mutlaka adil olamadığı için, yasama ve yürütmeyi denetleme görevi yar gıya ve yargıçlara verilmiştir. Değişim süre cinde toplumun hakhukukahlak değerleri hat ta erdem anlayışı değişebilir. Yürürlükteki ya zılı (pozitif) hukuk yanında dinamik bir hukuk oluşur. Yasalar değiştirilir. Uygulamada, bi reysel, toplumsal, gerçek ve tüzel yararları ara sında çelişkiler yaşanabilir. Hukuk felsefeci leri, “kamu yararı”na, öncelik verme eğili minde görünüyor (Hançerlioğlu). Bu bağ lamda, ideal bir demokrasi yerine, kültüre öz gü farklı demokrasilerden söz ediliyor. “De mokraside çare tükenmez” denir; ama bazen demokrasinin kendisi tükenebilir. Özetle demokrasinin ömrü Adam Smith’in çağdaşı tarihçi Alesander Tyler, Atina (kent) demokrasinin ortalama 200 yıllık bir sürede çöktüğünü; kamu kaynakla rı tükenince seçmenlerin diktatörlere oy ver diği tezini ortaya atmış. ABD Anayasası’nı ya zan Franklin’in sert tepkisine yol açan bu tar tışmalı görüş şimdi yeniden gündemdedir. En düstri tarihçisi Polanyi’yi Dönüşüm dene mesinde benzer bir sonuca varmıştı: Korpo ratizm ya da devletçilik olarak “Faşizm, sağ lıksız ekonomilerin gürbüz çocuğudur.” Kü reselci pazar ekonomisini inceleyen Stiglitz de gelir dağılımı ve vergi adaleti vb. sorunların, devlet, hukuk ve yargı ile ilişkisini gösterip No bel kazanmıştır. Kamu görevlisi Hanefi Avcı’nın kitabı, hal koylamasına hazırlanan ülkemizde coşkuyla karşılandı: Demokrasiye açılan Türkiye ne reye gidiyordu? Bazı istihbarat bilgileri, ki şisel görüş ve anılar dışında kitapta, Cumhu riyetçi yurttaşlarımızın paylaştığı kaygılar yer alıyor. Ancak, devletin (yürütme, yasama ve yargı erklerinin) olaya yaklaşımı, ülkemi zi yeni bir yol ayrımına getirebilir: “Kılıç mı keskin, kalem mi?” Sanırım yakında göre ceğiz. Kaynak Notları: Avcı, H. Haliç’te Yaşayan Si monlar, 2010. Bozkurt, N. Kavramların Evrimi, Say, 2008. Fukuyama, F. Devlet İnşası, Remzi, 2004. Hançerlioğlu, O. Felsefe Sözlüğü, Rem zi, 1980. Kınalızade, “Adalet Çemberi” Bkz Di vitçioğlu, 1967. Polanyi, K. Büyük Dönüşüm. (1954) 1984. Rousseau, JJ. Toplum Sözleşme si. ,1760. Stiglitz, JE. Küreselleşmenin Hayal Kı rıklığı 2002. Tyler. A. “Demokrasinin Çöküşü” (kuramı). 1784. Devlet, Hukuk, Adalet, Yargı Bozkurt GÜVENÇ Kamu görevlisi Hanefi Avcı’ nın kitabı, halkoylamasına hazırlanan ülkemizde coşkuyla karşılandı: Demokrasiye açılan Türkiye nereye gidiyordu? Bazı istihbarat bilgileri, kişisel görüş ve anılar dışında kitapta, Cumhuriyetçi yurttaşlarımızın paylaştığı kaygılar yer alıyor. K endimi bildim bileli okurum. Okurum diyorum. Abur cubur şeyleri değil, oku maya değer olanları adeta ve hâlâ bü yük bir açlıkla ortaokul lise yıllarından bu ya na okumaktayım. Bazen, daha ne zamana ka dar okuyacağım diye düşündüğüm olur. Ör neğin bu sabah elimdeki bir kitabı bitirmek üze reyken, yüzünü görmediğim birileri dünyanın en uzak ülkelerinde oturmuş kitaplarını yazı yorlar diye düşündüm. Yazdıkları belki de ba na hiç ulaşmayacak ve ben ne yazarın ne yaz dıklarının farkında olacağım. Teknoloji iste diği kadar harikalar yaratsın bu ulaşma, ya da buluşma diyelim, mümkün görünmüyor. O bi linmez yazar, ya da yazarlar, yazadursunlar bi zi de içine alıp sürükleyen zaman, bir başka ta rifi ile aslında tükenen ömrümüz yoluna devam ediyor. Geçip gidiyor. Böyle düşününce bazen “Bu saçmalık, okumak denilen şeyin sonu yok. Üstelik her yazılan şeyi okumanın hiç imkânı yok” gibi duygulara da kapılıyor in san. Ama yine de örneğin bu sabah Çin’de bir yerlerde Yeni Zelanda ya da Alaska, yok bil mem Şili’de bir evde, hiç görmediğim hatta kurgulamakta bile zorlandığım bir masada yü zünü görmediğim adını duymadığım bir yazarın neler yazdığını delicesine merak etmeden de duramıyorum. Neler yazdı, neler söylemek, kendi dünyasından bize neleri taşımak, bizimle neleri paylaşmak istiyordu acaba diyorum. Yazının icadından bu yana içlerinde biri kenlerin itimiyle kendini başkalarına iletmek isteyenler hep var oldular. Onları binlerce yıl sonra okuyoruz. Hoşlanıyoruz, hatta çoğu kez faydalanıyoruz da. O zaman aynı şey biz ler için de olacak. Bizi hiç görmemiş bilme miş, hatta bir sabah oturmuş kitaplarını yazan ve bizim için birer “bilinmez”, “bilinememiş” olanlar bir gün bizim yazdıklarımızı okurken bizi hiç tanıyıp görmemişken bizimle bir yer lerde buluşacaklar. Ne garip bir gerçek nasıl bir buluşma değil mi?. Ama yine de elimizde kalemi tutabildiğimiz sürece yazacağız gibime geliyor. Siz ne der siniz bilmem ama yazan insan, kendini, yüzünü görmediği birilerine taşıma, onlarla duygu dün yasını paylaşma ihtiyacını hep duyacak ben ce. Çünkü “okumak” denilen şey içimizde ve tüm yaşantımız boyunca önceleri pek fark et mediğimiz bir birikim oluşturuyor. Bu birikime, oluşum da diyebiliriz, bir gün öyle bir boyuta ulaşıyor ki içimizde denizler meydana geliyor ve işin garibi gün geliyor biz, yani o denizleri yaratan, o denizlere sığamaz oluyoruz ve “yazmak” denilen olgu işte o za man başlıyor. O içimizdeki denizlerin bize, bi zim o denizlere sığamadığımız dönemde yaz maktan başka çaremiz kalmıyor. Bu nedenle yazmak bir yerde bir zorunluluğun itelemesi oluyor. Öyle bir iteleme ki, patlayış gibi bir şey; ancak bir yerlere vardığımızda bir paylaşıma ulaştığımızın bilincinde sakinleşiyor, diyebi lirsem eğer, mutluluğa dokunur gibi oluyor sunuz. Türkiye’de ve dünyanın dolaştığım her bü yük kentinde sahaflar kitapçılar en çok za manımın geçtiği, saatlerce özellikle kapıları nın önüne koydukları kocaman kitap yığınla rını didikler dururum. Oralarda çok eğleniyo rum. Hele de yeni çıkmış ve yazarı birden ün lenmiş bir kitabı kapağı başkaları tarafından ko layca okunsun diye adeta pankart taşırcasına tutan ve o kitaptan henüz bir satır bile oku mamış moda düşkünü kültürlülük gösterisi için de genç kızları görünce gülmemi zor tutuyo rum. Her ne ise okumak başlığı altında yazıyoruz. Her okuduğumuz kitap içimizdeki denizleri oluşturan bir damla. Biraz fazlaca fantezi ama tüm yazarları tanımayı tüm yazılanları okumuş olmayı ne kadar çok isterdim. Oku mak aslında bilerek ya da bilmeyerek içimiz de bir gün taşacak ve yazmaya dönüşecek ola yın kaynağı bence. Ama unutmayalım ki asıl daha da önemli kaynak “yaşadıklarımız”. Okumak... Oktay SÖNMEZ İTÜ Denizcilik Fakültesi Öğr. Görevlisi Z aman zaman ülkenin nab zını tutmaya çalışıyorum. Güncellik taşıyan konu larda fikir yürütüyorum. Bunu, ülkenin bir aydını olarak, aydın sorumluluğu çizgisinde yerine getirmeye çabalıyorum. Bir nok ta benim açımdan çok açıktır: Ben politikacı değilim, politi kayla hiç uğraşmadım. Hukuk çu olarak bu bilim dalına politika da karıştırmadım. Bilimsel, ob jektif gerçeklere dayanarak de ğerlendirmeler yaptım. Bunu sürdürüyorum. Bugün için ülkemizi ilgilen diren ve güncellik taşıyan ko nular nelerdir? Çok öncelerden gelen bir tar tışma konusu, elbette kimilerine göre türban, kimilerine göre ba şın bağlanması. Ne derseniz de yin, bu konu artık noktalanma lıdır. Hukuk normları ile bir çözüm üretilmelidir. Bu çözüm herkes için bağlayıcı olacaktır. Bu çözümü üretme yeri elbette TBMM’dir. Tüm partilerin uyu şacağı bir sonuç hukuka geçi rildiğinde, bu çıban başı ortadan kalkacaktır. Bu konuya doğrul tu verilirken, üretilecek olan sonucun ilkin anayasaya uygun olması gerekir. Anayasanın la ik yapısını zedeleyecek olan bir çözüm üzerinde bir uzlaşma ol mayacağı bir yana, bu konuda ki normların Anayasa Mahke mesi’nin süzgecinden geçiril mesinde de, bu yeni normların pozitif hukukta yer almayacağını düşünmek uygun olur. Sonraki konu: Anayasa deği şikliği yürürlüğe girdikten son ra, yeni normların gereği yapı larak, bazı kurumların göster dikleri adaylar arasından TBMM’de üyeler seçilecektir. Süreç başlamıştır. Son yaşanan örnek, Sayıştay’ın gösterdiği adaylar arasından bir üye Ana yasa Mahkemesi üyeliğine se çilmiştir. Sonradan anlaşılmıştır ki, bu kişinin yaşı 45’in altın dadır. Anayasanın ilgili maddesini okuduğunuzda, Anayasa Mah kemesi’ne üye olabilmek için 45 yaşın tamamlanması öngö rülmüştür. Bu, tüm üyeler için bağlayıcı temel bir kuraldır. Siz bunu adayın geldiği kuruma gö re çekip çevirirseniz, hata eder siniz. Anayasa koyucunun fark lı kurumlardan gelen adaylar için farklı yaş sınırı öngörmüş ol duğunu ileri sürmek kabul edi lemez. Bu yaş sınırı bağlayıcı dır. Aksine bir düşünce, hukuk ta karmaşa yaratır. Oysa hukuk karmaşa yaratmak için değil, karmaşaları yok etmek ya da hiç yaratmamak için vardır. Huku kun iddiası bu noktadadır. Yapılacak olan, yapılmış olan seçimi, anayasaya aykırılıktan ötürü iptal etmek, yeni bir seçim yapmaktır. Bu yetki TBMM Başkanlık Divanı’nındır. Sonraki konu: YÖK düzeni. 6 Kasım 1981 ülkemizde bir mi lattır. Bu tarihte YÖK kurul muştur ve ülkenin yükseköğre timinde koordinasyonu sağla yacak olan YÖK, bırakınız ko ordinasyonu sağlamayı, tam an lamıyla bir çökertme yaşatmış tır. Bu çöküntü halen sürmek tedir. Ülkede akademik kariye rin yerle bir olduğunu ileri sür mek için o kadar haklı nedenler var ki. Yüksek lisans ve dokto ra çalışmalarının düzenine ve dü zeyine bakınız. Doçentlik unvanının kazanıl ması ve üniversite öğretim üye si olunmasında uygulanan ku ralları ve yapılan göstermelik sı navları bir süzgeçten geçiriniz. Bunun böyle mi olması gere kirdi? Elbette hayır. YÖK öncesi dönemde, eski yazı sınavını ba şaramamaktan, yabancı dil sı navından en az iyi derece ala mamaktan, deneme dersini tam tamına 50 dakikada bitireme mekten ötürü doçent olama yanlar, yeni düzeni ve terimi ba ğışlayınız peynir ekmek gibi da ğıtılan doçent ve profesör un vanlarına hayıflanmazlar mı? Elbette hayıflanırlar. Dillere yerleşmiş güzel bir söz var: Herkes kendi evinin önünü süpürürse şehir tertemiz olur. Ne kadar doğru. Şimdi kendi evimin önünü süpürüyo rum ve soruyorum: Bu ülkede 55 adet hukuk fakültesi olur mu? Elbette olmaz, ama var. Bu fa kültelerde ders verecek, akade mik unvana sahip, yabancı dil de araştırma ve inceleme yapa cak ve bunun sonuçlarını öğ rencilerine aktaracak yeterli öğ retim elemanı var mı? Elbette yok. YÖK Başkanı’nın dünkü açık lamasına göre, yeni YÖK Yasası taslağı birkaç gün içinde Milli Eğitim Bakanlığı’na sunuluyor. Bu taslak hangi sorunlara çözüm üretiyor? Yukarıda kısaca sıra ladığım satır başlarını yeniden düzenleyip düzeltiyor mu? Bek leyelim görelim. YÖK içinde bir kilometre ta şı da yükseköğretim kurumları na öğrenci almak için yapılan sı navlardır. Son yıl yaşananlar bu ülke insanına bir işkence de ğil miydi? Elbette öyleydi. Siz genç fidanları yükseköğretimde öğrenci olmak için kaç kez ya rıştırıyorsunuz? Bu, insaf ölçü lerini aşan sayılara ulaşıyor. Unutmayın ki bir dünya şampi yonu atlet bile üst üste aynı de receyi ve başarıyı tekrarlayamaz. Bu insanın doğasına aykırıdır. Ülkenin Manzarası Prof. Dr. Erdener YURTCAN İstanbul Üniversitesi Siz genç fidanları yükseköğretimde öğrenci olmak için kaç kez yarıştırıyorsunuz? Bu, insaf ölçülerini aşan sayılara ulaşıyor. Unutmayın ki bir dünya şampiyonu atlet bile üst üste aynı dereceyi ve başarıyı tekrarlayamaz.