23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 18 ARALIK 2009 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Taşeronlaştırma Girdabı PENCERE 4.000 Eczacı Eskiden eczacı, doktor reçetesindeki okunmaz yazıları söküp, küçük laboratuvarında ilaca dönüştüren adam demekti. Garip duygular, bilinmez korkular ister istemez saygılarla girilirdi eczanelere.. Raflardan birindeki kavanozda ilaçlı su içinde “cenin” durur, kırmızı kapaklı dolapların üstünde “zehir” yazısı okunur, bir yüksek sehpadan bir kuru kafa seyrederdi olan- biteni... Eczanenin arkasındaki bölmede, havanlar, tüpler, şişeler göze çarpar: İlaç kokusu, tapınaklardaki buhur gibi ortalığı sarardı. İlin, ilçenin saygıdeğer adamıydı... Devlet eczanelerin sayısını dondurmuştu. Şaka değildi bu iş! Eczane sayısının artması, rekabete; rekabet, halk sağlığıyla tehlikeli oyunlara yol açardı. Sorumu çok büyüktü ve aynı zamanda bir küçük üreticiydi eczacı... Aradan zaman geçti; hazır ilaçlar dünyayı sardı. Büyük fabrikalarda üretilen renk renk ilaç dünyayı sardı. Türkiye de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, “Hür Dünya”nın akıntısına kapılmıştı. “Hür Dünya” dediğimiz kapitalist bloktu. Kısa sürede yabancı ilaç kumpanyalarının sömürgesi haline düştü ülkemiz... Yabancı kumpanyalar ilaç hammaddesini dışardaki fabrikalarında imal ediyorlar, Türkiye’ye ihraç ediyorlardı; ve ülke içindeki şubelerinde, kutulama, şişeleme, kapsülleme, ambalajlama yöntemleriyle ürettikleri ilaçları, “propagandistler” aracılığıyla her yana yayıyorlardı. Doktorlarımız, propaganda ateşi altındaydılar. Renkli broşürler, “doktorlara mahsus numune”ler hekimlere yağmur gibi yağdırılıyor; karşılıklı ilişkiler kapitalizmin kurallarına göre oluşuyordu. Görünüme bakılırsa tıp biliminin son verileri sunuluyordu doktorlara; ama gerçekte yaman bir satış tezgâhının örgütü kurulmuştu. Eczacıların da yaşamı değişmişti artık. Eczane sayısı serbest bırakılmış, her yanda cicili-bicili “dükkân”lar açılmıştı. Eczacı, hazır ilaçları raflardan kutusuyla alıp “müşteri”ye satan adamdı artık... Diş fırçası, plaj malzemesi, güzellik müstahzarı, şampuan, sabun, tuvalet eşyası eczane vitrinlerinin başköşelerini süslüyordu. Başlangıçta iyi gidiyordu her şey... 1950’Ierin eczacısı pek memnundu, ülkede eczane sayısı giderek çoğalıyor, büyük kentlerin her sokağında, her köşebaşında cicili-bicili eczanelerin açılışına halk tanık oluyordu. “Kapitalizm”in koşulları azgelişmiş Türkiye’yi hastalık gibi sarıp sarmalıyordu. Banka şubeleriyle eczaneler çoğalmakta birbirleriyle yarış eder oldular bu dönemde... “Nurlu ufuklar”a doğru koşuyorduk. Ama 1960’ların sonlarına doğru deniz bitti. Bir yandan eczane sayısının çoğalması, bir yandan eczane masraflarının yükselmesi, eczacıları sıkıntılara düşürmeye başladı. Büyük kentlerdeki arsa - apartman spekülasyonu öylesine yoğunlaştı ki, eczacı mal sahibine 5 binden 15 bin liraya kadar kira ödemeye başladı. İyi kazanan eczacı, mesleğinin ehli değildi artık; açıkgöz tüccardı. İlaçları iyi tanıyan, kimya bilen, fakülteyi iyi dereceyle bitiren, mesleğini seven eczacı ne işe yarardı? Bugün Türkiye’de aşağı-yukarı dört bin eczane var. Bu 4.000 eczane ile birlikte 50 kadar imalatçı ve 60 kadar depocu Türkiye’nin ilaç kesimindeki kârı paylaşırlar. Ama tümü, yabancı ilaç kumpanyalarının egemenliği altındadır. Yabancı ilaç kumpanyalarının belirlediği bir piyasada şimdi kârı paylaşma kavgası sürmektedir. Dün ülkedeki bütün eczaneler Sağlık Bakanlığı’nın kâr oranlarını düşürmesini protesto etmek için eczanelerini kapamışlardır. Kim bilir içlerinde yüzde kaçı öğretmen boykotlarını kınamış, üniversite gençliğinin eylemlerine öfkelenmiş, işçi grevlerine kızmıştı vaktiyle... Ama şimdi haklı bir direnişe geçtiklerini söylüyorlar eczacılarımız. Öyleyse, öğretmenin, öğrencinin, işçinin, köylünün de haklı olabileceğini düşünmek için iyi bir fırsat kazanmışlardır. Demek ki bıçak kemiğe dayandığı zaman, yasal olsun olmasın eyleme geçilebiliyor. Eczacılarımıza eylemlerinde başarı dilemekle birlikte, bu noktayı iyice düşünmelerini tavsiye ederiz. Çünkü bozuk-düzen sürüp gittikçe, kâr oranını yüzde 16’dan yüzde 26’ya çıkarsalar da mutlu olamayacaklardır. A ydõnlar konusu gerek bizde ge- rekse dünyada zaman zaman ve özellikle niteliğinin belirlenme- sinde tartõşmalarõn odağõ olmuştur. Bu- gün bile şöyle bir çevremize baktõğõ- mõzda, kimi gazete köşesine yuvalanmõş ya da televizyon ekranlarõnda boy gös- termeyle ünlenmiş o denli geniş bir okuryazar topluluğu var ki bunlarõn için- den gerçek aydõn olanlarõ bulup seçmek adeta olanaksõz duruma gelmiştir. Aydõn kimliğini belirlemede elimizde birtakõm ölçütler olmakla birlikte, bu ke- simin toplumsal tasarõmda sõnõfsal olarak hangi ulamda yer aldõğõna bakmamõz ge- rekecek öncelikle. Bunu yapmazsak ay- dõnlarõn bugün içinde yaşadõklarõ kapi- talist düzendeki yerlerini, rollerini ve top- luma etkilerini kavramakta zorluklar çe- keriz. Burjuva sınıfı Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu tüm siyasal ve toplumsal örgüt- lenmelerde iki temel sõnõf düzene dam- gasõnõ vurmaktadõr. Bunlardan birincisi üretim araçlarõnõn mülkiyetini, dolayõsõyla siyasal erki de elinde bulunduran burju- va sõnõfõdõr. Diğeri ise tüm maddi de- ğerlerin üretilmesi ve yaratõlmasõnõ sağ- layan ama bu değerlerin metalaşmasõ sü- recinde sadece ücretli emek olarak rol üst- lenen işçi sõnõfõdõr. Ancak, toplumun tümü, bõçakla kesil- miş gibi ikiye ayrõlmõş iki temel sõnõftan oluşmuyor. Bu iki sõnõf arasõnda yer alan ve üretimdeki rollerine göre sõrala- nan ara toplum kesimleri de vardõr. Bun- lar içinde küçük burjuva olarak nitelenen ve toplumsal yaşamda nicelik olarak önemli bir yer tutan bu kesime sõnõf de- mekten çok katman demek daha doğru ve bilimsel bir yaklaşõm olur. Bu toplumsal katman içine köylüler, hem emeğini hem de sermayesini kata- rak üretim yapan esnaf ve sanatkârlar, ka- mu ve özel sektörde çalõşan teknokrat ve bürokratlar, öğrenim görmekte olan gençler ve bir bütün olarak entelijansiya olarak tanõmlayacağõmõz akademisyen- lerden, düşün ve bilim insanlarõ ile ay- dõnlardan (entelektüel) oluşan geniş bir toplum kesimi girer. Yeri gelmişken he- men belirtmemiz gerekir ki bugün ulaş- tõğõ uluslararasõ ilişki ve örgütsel bağla- rõyla “enternasyonal” bir nitelik kaza- nan işçi ve burjuva sõnõfõnõn yanõnda, için- den entelijansiyayõ çõkartõrsak geri kalan küçük burjuva katmanlarõ enternasyonal olmaktan çok nasyonal bir nitelik taşõr- lar ve bu nedenle siyasal olarak hep kay- pak bir zemin üzerinde oturduklarõ gibi günlük çõkarlarõ ve küçük mülkiyet alõş- kanlõklarõ vazgeçemedikleri dünya de- ğerleri haline gelir. İdeolojik tutumları Evet, yeniden konumuz olan ve küçük burjuva katman içinde özel bir yere sa- hip olan aydõnlar kesimine dönersek bunlarõn da ideolojik tutumlarõ nedeniy- le ikiye ayrõldõğõnõ görürüz. Bunlardan burjuva ideolojisine hizmet edenlere burjuva aydõnõ, işçi sõnõfõnõn ideolojisi- ne yönelenlere ise sol aydõnlar denir. İdeolojik yeğlemelerine göre her ne de- ğin ayrõ kulvarlarda yürüyor olsalar bi- le her iki aydõn tiplemesini de aydõn ola- rak tanõmlamayõ haklõ gösteren ortak pay- dalarõ olduğu kesindir. Bunlarõn başõnda demokratlõklarõ ge- lir. Örneğin, sosyalist dizgenin gezege- nimizde varlõğõnõ koruduğu 60’lõ, 70’li ve 80’li yõllarda Avrupa’da aydõn tanõmla- masõna getirilen koşullardan biri de an- tikomünist olmamaktõ. Dolayõsõyla siyasal erklerin dayatmalarõna bakmaksõzõn top- lumu ileri taşõyacak tüm görüş ve dü- şünlere hoşgörü ile bakmayõ bir aydõn eti- ği sayarlardõ. Avrupa aydõnlanmasõ, her iki kesimde de kilisenin ve dinsel dogmalarõnõn bas- kõlarõna birlikte karşõ koyarak yürüdü. Ta- rihin akõşõnõ geriye götürecek, üretim güç- lerinin gelişiminin önünü tõkayacak tüm engelleri aşa aşa çağdaş ve bilimsel bir kültürün yaratõlmasõna ortak katkõlar koydular. Zavallılar Aydõnlar, kendileri doğrudan değilse bile bir biçimde tüm bilimsel ve tekno- lojik gelişmelerin, toplumsal ilerlemelerin daha da yaygõnlaşmasõnda sözüyle, ka- lemiyle, sanatõyla sürece daha bir zen- ginlik ve estetik katarlar. 21. yüzyõlõn dün- yasõnda halen bizde Darwin tartõşõlõyor ve buna kimi aydõn geçinenler çanak tu- tuyorsa bu utanõlasõ bir durumdur ve bu tutuma açõk ya da örtülü destek verenlere, hatta yapõsõ gereği içinde demokrasinin zerresi bile bulunmayan dinsel cemaat ör- gütlerine de sivil toplum kuruluşu gözüyle yaklaşanlara, bunu yapanlara da aydõn de- ğil, dense dense zavallõ denir. Aydõn tanõmlamasõnõ sonlandõrmadan iki önemli noktaya daha vurgu yapma- mõz gerekecek. Birincisi, aydõn nitele- mesini kazanmak için üstün bir eğitim görmüş olunmasõ ya da akademik bir kimliğe sahip olunmasõ önkoşul değil- dir. Bugün nice bilim insanõ ve akade- misyen vardõr ki uzmanõ olduğu alanda yetkin ama taşõdõğõ düşünceleri nede- niyle kafasõnõn içi örümcek ağõ bağla- mõştõr. Bunlara aydõn diyebilir miyiz? Aydõn Üzerine Düşünceler Sönmez TARGAN Dünyanõn hiçbir yerinde, küçük burjuva katman içinde bir kesimi oluşturan aydõnlar, bugün bizde yaşanan biçimiyle ne havlu atmõş ve yön değiştirmiş ne de nefesleri kesilmeye, õşõklarõ tükenmiş bir durumda karanlõğa göz kõrpar konuma gelmiştir. Ne diyelim, bu da bize özgü bir “aydõn açõlõmõ” olsa gerek... ÖZEL şirketlerin bazı işleri taşeron şirketlere vermesi başka şeydir, devletin ve kamu yönetimlerinin işlevlerini taşeronlaştırmak başka şey. Bir kamu hizmetinin özel şirkete yaptırılması, hukuken “imtiyaz sözleşmesi”yle olur. O sözleşmeden çıkacak anlaşmazlıkların çözüm yeri de idarî yargıdır. Durmaksızın sürdürülen taşeronlaştırma furyasında bu zorunluluğa uyulup uyulmadığı belli değil. Özellikle belediyelerin çoğu zaman ilan, ihale, sözleşme falan düşünmeden görevlerini şirketlere devrediyorlarmış gibi bir genel izlenim var. Bu yola gidildiği bile ancak olumsuz sonuçlar ortaya çıkınca duyuluyor: Örneğin çalışanların bir bölümü işten çıkarılınca, ücretler düşürülünce ya da sendikasızlaştırma başlayınca. Genel olarak, taşeronlaştırma furyasının sonuçları pek parlak sayılmaz. Olanlar devletin saygınlığına, hizmetin niteliğine zarar veriyor: Devlet, yapması gerekeni yapmayıp bir şirkete devrettiği için saygınlığını yitirmekte, kötüleşen hizmet halkın tepkisini çekmekte... Her şeyden önce, hangi hizmetlerin taşeronlaştırılabileceği, hangilerinin asla taşeronlaştırılamayacağı belirlenmeli ve kurallara bağlanmalıdır. Devlet görevlerinin başında gelen savunma ve güvenlik işlevlerinin aslî unsurları taşeronlaştırılabilir mi? Bu konuda, olsa olsa, işlevlerin özünü oluşturan unsurlar ile malzeme ikmali ve depolama gibi ikincil nitelikteki hizmetleri birbirinden ayırmak gerekir. Aynı şekilde, bir belediyenin itfaiye görevi bir taşeron şirkete bırakılabilir mi? Belki itfaiyecilerin yemekhanesini taşerona vermek olur ama, gözünü kırpmadan alevlere dalmak isteyen bir iş taşerona verilir mi? Daha da önemli olan şu: Taşeronlaştırma kararları genellikle basit maliyet hesaplarından kaynaklanıyor; örneğin, bir kamu hizmetini görenlere ödenen ücretler toplamının yüksek bulunması yüzünden. Oysa, kamu kuruluşunun çalışanlara ödediği ücretler toplamı taşeronun ödeyeceği ücretler toplamından yüksek bulunsa da, taşeronun neleri üstlenmediğine bakılmalıdır. Sigorta primi ödemeyen, sağlık giderlerini üstlenmeyen, çalışma saatleri sınırlarına uymayan, tatil günleri çalışmasının ek ücretini vermeyen bir taşeron elbet daha yüksek ücret ödüyor görünür. Devleti onunla mukayese etme yanlışına düşülmemelidir. Kısacası, şimdiye kadarki bütün denemeler gösteriyor ki, devletin saygınlığıyla birlikte emeğin değeri de yavaş yavaş taşeronlaştırma furyasının girdabına doğru sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu furya mutlaka durdurulmalıdır. mumtazsoysal@gmail.com Yine nice insan vardõr; yaşamõn getirdiği olumsuz koşullar nedeniyle iyi bir eğitim alamamõş, kariyer yapamamõştõr ama toplu- mu ileriye götürecek her türlü çabaya ortak olmuş- tur. Bu uğurda risk ve so- rumluluk almõş, elini taşõn altõna koymuştur. İşte ay- dõn olmanõn olmazsa ol- maz koşullarõndan biri de budur. İkincisi, aydõnlar doğa- sõ gereği antiemperyalist- tir. İçinde yaşadõğõ halkõ- nõn ekonomik, demokra- tik hak ve özgürlükleri için verilen savaşõmlarõn yanõnda yer almasõnõn da ötesinde içinde yaşadõğõ coğrafyanõn her türlü dõş sömürü ve baskõsõna kar- şõ savunulmasõnda da gö- rev ve sorumluluk almak zorundadõr. Bu yanõyla su katõlmamõş bir yurtse- verdir ki bunun bizdeki aydõnlarda olduğu gibi utanõlacak, horlanacak bir yönü yoktur. Ünlü bir be- timleme vardõr: Tarihi sõ- nõflar yaparsa aydõnlar da buna hõz katar... Türkiye’de bu işlevi ya- pan ve yazõmõzõn içinde saydõğõmõz nitelikleri ta- şõyan kaç aydõnõmõz var?!. Cemaatlerin yönlendirdi- ği, siyasal erkin beslediği ya da sindirdiği bir yazar- çizer topluluğu ile mi Tür- kiye geleceğe taşõnacak. Yazõmõzõn içinde belirt- meye çalõştõk; küçük bur- juvazinin köklü bir ideo- lojik yapõya sahip olma- masõ nedeniyle sağa sola savrulmasõ son derece do- ğaldõr. Örneğin 60’lõ, 70’li yõllarda gezegenemizde solun büyük bir saygõnlõ- ğõ vardõ. Türk aydõnõnõn da büyük bir bölümü kendi- ni solda ifade etmiş ve ge- rek 12 Mart Askersel Ka- rõşmasõ gerekse 12 Eylül Askersel Devirmesi ne- deniyle de büyük bedeller ödemişti. Özellikle 12 Ey- lül sonrasõ solda oluşan si- yasal boşlukta küçük bur- juva katmanlar yeni sağ siyasalarda kendine yer aradõ. Ama dünyanõn hiç- bir yerinde, küçük burju- va katman içinde bir ke- simi oluşturan aydõnlar, bugün bizde yaşanan bi- çimiyle ne havlu atmõş ve yön değiştirmiş ne de nefesleri kesilmeye, õşõk- larõ tükenmiş bir durumda karanlõğa göz kõrpar ko- numa gelmiştir. Ne diyelim; bu da bize özgü bir “aydın açılımı” olsa gerek... (12 Aralık 1974 tarihli yazısı)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle