15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 4 EYLÜL 2007 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Sivil Anayasa Ne Demek? Atatürk ilkelerini zararlı veya en azından gereksiz görerek anayasadan çıkaran taslağın iktidar partisi, TBMM komisyonları ve genel kurulunda yapılacak görüşmelerden sonra hangi tür ideolojilerle dolacağını düşünmek bile istemiyoruz. PENCERE Medeniyetler Dışında Sürüngenlik... 12 Eylül gerçekleştirildiği zaman Amerika’dan Türkiye’ye yansıyan ve daha sonra herkesin diline pelesenk olan bir tümce vardı. Amerikalı, 12 Eylül için ne demişti: “ Bizim oğlanlar yine becerdiler...” Peki, 12 Eylül’ün lideri Kenan Evren ne yaptığını biliyor muydu?. Yok canım... Nerde o çap? ? Amerika, Türkiye’de antiAmerikan İslamcılığı tasfiye ederek AKP’yi kurduktan sonra bizim takıyyeciler ne olduklarını şaşırdılar; ‘radikal İslam’a göz kırpmaya yeltendiler; Hamas’a yaklaştılar; Bush yönetimi bozulur gibi oldu... RTE’nin başdanışmanı Amerika’ya giderek Osmanlıca deyişle tazallumu hal eyledi.. Bizimkinin özür dilemesi mizahın siyasal edebiyatına geçti... Dedi ki: “ Bu adamı (RTE) deliğe süpürmeyin, kullanın!..” ? Kimi tümceler hem gerçekleri vurgulamak, hem de mizaha gönderme yapmak bakımından tarihe yazılırlar... Demek ki ister asker olsun.. İster dinci.. Başımıza şu ya da bu biçimde geçenlerin Amerika’ya biat etmeleri kaçınılmaz mı oluyor?.. “Süper güç” Amerika, işine geldiği gibi bir onu kullanıyor, bir bunu... ? Samuel P. Huntington’ı tanımayan yok!.. Bu Amerikalının tuğla boyutlarında kitabı, Türkiye’de iyi sattı... Kitabın adı: “Medeniyetler Çatışması Ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması...” Adından bile kitabın ne olduğu belli değil mi?.. Bu kitabında Huntington dünya çapında çatışmanın adını açık seçik dile getiriyor: Hazrete göre küresel bir Haçlı savaşı söz konusudur; Müslüman, Amerika’ya düşmandır... Doğrusu, ünlü 11 Eylül saldırısından sonra Başkan Bush’un ağzında da buna benzer bir edebiyat oluşmadı mı?.. Yoksa Huntington haklı mı?.. ? Türkiye’nin yeri, uluslararası konuşlanması, hali pür melâli bu dünyada karikatüre dönüştü... Dış güçler bizi şamar oğlanı gibi kullanıyorlar... AB’ye sanki âşığız... Oysa AB’nin iki patronu Fransa, Almanya açıkça diyorlar ki: Biz seni istemiyoruz... Üstelik bir Yunanistan ya da Kıbrıs Rum’u yumurta kapıya geldiğinde ‘istemiyorum’ dedi mi ne olacak?.. ABD’nin kuluyuz kölesiyiz... Ama, ABD apaçık PKK’yi himayesine almış durumda... İktidar kadının başını bağlamış, türbanı Müslümanlık sanıyor... Ama İran kadar olamıyor... PKK’yi Irak’ta vuramıyor... ? Türkiye’de yöneticiler Amerika’dan bağımsız olarak dünya ve Türkiye ahvalini düşünecek düzeye gelmeden, hepimiz rezil rüsva olmayı sürdüreceğiz... Türkiye’de yöneticiler “Medeniyetler Çatışması”nın ne o tarafındalar, ne bu tarafındalar... Medeniyetlerin dışında sürüngenliğimizi sürdürüyoruz... Hepsi Halk Çocuğu... “Halk iktidara gelmiş!” Bir halk çocuğu Başbakan olmuş, başka bir halk çocuğu da, Cumhurbaşkanı!.. Yıllardır beklenen “İkinci Cumhuriyet’’ kurulma yolunda mı? Yazılar, makaleler, övgüler, yorumlar TV’lerde, basında dolup taşıyor... İlk kez halk, yıllardır ezilen, horlanan bir çoğunluk, oy gücüyle yüzde kırk yediye varan bir üstünlükle, ülke yönetimini eline geçirmiş!.. Tayyip yoksul bir aile çocuğu. Abdullah bir tornacının oğlu! AKP’liler yoksul kesimin insanları!.. Altan’ların, Belge’lerin, Karakaş’ların, “halk halk” diye yazıp söyleyenlerin bayramı var! İlk kez halk geldi; Kemalistler, Atatürk Cumhuriyeti yandaşları bozguna uğradı! ??? Mustafa Kemal, İnönü, Bayar, Demirel, ‘neyin’ çocuklarıydı peki? Demokrat Partililer, Adalet, Doğru Yol, ANAP’lılar, CHP’liler başka ülkelerden mi geldiler, onlar da Türk halkının temsilcileri, ta kendileri... İstiklal savaşında ölenler, yaralananlar, o günden bugüne yurt savunması için çarpışanlar, iktidarları devirip yenilerini kuranlar kimlerdi? Kimlerin çocuklarıydı.. geçimini emekleriyle çıkaranların çocukları değil miydi? “Halk geldi. Bir halk çocuğu cumhurbaşkanı oldu” diye sevinçlerinden ne yapacaklarını, ne yazacaklarını bilemeyenler, belleklerini bir yoklasınlar. ??? Bugüne dek hep halk çocukları yönetimlere seçilmiştir. Asker yönetimlerini gerçekleştirenler de yurtdışından gelen insanlar mıydı? Hep halk, hep halk için, hep halkla beraber!. İyiliklerde, kötülüklerde, yanlışlarda hep halk var. Hep halk vardı, bu ülkeyi hep halk çocukları yönetti, yönetiyor, yönetecek. Adları değişik, ama hepsi yoksul aile çocukları... ??? Zaman zaman yanılgılara düşecek, zaman zaman umutlanacak, zaman zaman bezginlikle, umutsuzlukla, gereksiz bir sevinçle, aldatılmanın coşkusuyla, bir o yanda, bir bu yanda bir şeyler arayarak... Halk çocukları!.. Geçmişi, tarihi doğru dürüst öğrenememiş, gerekli ekinden yoksun, kendini dinci yönelişlere kaptırmış halk çocukları!.. ??? Bir yanda yüzde kırk yedi, öte yanda yüzde elli üç!.. Onlar da halk, bunlar da!.. Günü gelir, bir de bakarsın denge değişmiş. Bir halk çocuğu, Mustafa Kemal Atatürk bir gün çıkıp gelmiş!.. Necati ARAS Hukukçu on günlerde, özellikle 22 Temmuz seçimlerinden sonra medyada öne çıkan “Sivil Anayasa” sorunu üzerinde durarak konuyu ilgilendiren kavramlar başta olmak üzere anayasa nedir, anayasalar nasıl yapılır, bir anayasa nasıl yapılırsa sivil anayasa olur gibi hususları kısaca aydınlatmaya çalışacağız. Bilindiği gibi anayasa, devletin temel kuruluşu ile kişilerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen ana, temel kanundur. Ancak bir tanıma göre anayasa vatandaşa bazı haklar ve özgürlükler veren değil, vatandaşın hak ve özgürlüklerini kabul ettirdiği bir metindir. İlk anayasa olarak bilinen Magna Carta Libertatum (Büyük Ferman), İngiltere’de 1215 yılında dönemin kralından baronların zorla elde ettiği hakların belgesidir. Bizdeki ilk anayasa olarak kabul edilen Senedi İttifak da (1808) â’yânın padişaha kabul ettirdiği hakları belgeler. Kısaca anılan bu iki belge, anayasa tanımında yer alan iki ana ilkeden, temel kuruluş ve hak ve özgürlüklerden daha çok ikincisini düzenlemesiyle modern anayasalardan ayrılır. Kişilerin temel hak ve özgürlüklerini düzenleyen anayasaların bizce en önemli yönü, bunların kişiye hak veren mi yoksa kişinin sahip olduğu hakları kabul eder nitelikte olup olmadığıdır. Bizdeki anayasalar her zaman yukarıdan hazırlanan, kişiye zamanın iktidarlarınca verilen, uygun ve yeterli görülen hakların bütününden ibarettir. Bunun en önemli sonucu bu anayasaların istendiği zaman kaldırılması, değiştirilmesi yani verilen hakların geri alınması olmuştur. Ülkemizde gerçek anlamda ilk anayasalar 1876 ve 1908 yıllarında yürürlüğe konulan anayasalardır. Bunları 1921 ve 1924 anayasaları ile 1961 ve 1982 anayasaları takip etmiştir. Anayasalar, vatandaşların haklarını iktidara karşı koruyan düzenlemeler olduğuna göre bunun kim tarafından yapılıp, yürürlüğe konulacağı, yani halk tarafından hazırlanıp Manga Carta ve Senedi İttifak’ta olduğu veya ABD Anayasası’ndaki gibi halkın ve iktidarın ortak eseri olarak mı ortaya çıktığı veya bizde ve birçok Güney Amerika, Asya ülkesinde olduğu gibi asker veya sivil güçler (iktidarlar) tarafından mı empoze edildiği üzerinde de durmak gerekecektir. Anayasa taslağını hazırlayan kurulun başkanı, bir gazeteye yaptığı açıklamada taslağın geçmiş anayasalardan farklı olarak uzlaşma ve halkın hür iradesiyle hazırlandığı S için “Sivil Anayasa” denildiğini belirtmiştir. Anayasa hukuku öğretisinde sivil anayasa terimine rastlamıyoruz. Bu terim, 1961 ve 1982 anayasaları askeri yönetimler sırasında ve onlar tarafından hazırlanıp kabul edildiği için Türkiye’ye has bir terim olmuştur. Aynı şekilde bazı Arap ve Güney Amerika anayasaları da böyle nitelenmiştir. Ancak biz, hem ortada bir uzlaşma olmadığı ve hem de halkın iradesinin bu anayasaya nasıl yansıdığı belirtilmediği için bu açıklamayı doğru bulmuyoruz. Zira bir uzlaşma olması için en başta birden fazla tarafın varlığı şart olup olayımızda böyle bir durum yoktur. Uzlaşma olsa olsa anayasa taslağını hazırlatan (ısmarlayan) tarafla bu işi üstlenen komisyon arasında olmuş olabilir.. bu da ortaya bir uzlaşı anayasası çıkacağı anlamına gelmez. Fransızcadan dilimize geçmiş olan “Sivil” kelimesinin Türkçede birden fazla anlamı vardır. “Sivil” sözcüğü hukuk dilimize Fransızların Code Civili ile girmiştir ki buradaki anlamının yurttaşlık olduğu bellidir ve bunun civilisation=uygarlık kavramı ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Sivil kelimesi dilimizde en çok asker karşılığı olarak geniş bir kullanım alanına sahiptir. Asker, polis, jandarma gibi üniformalı kişileri anlatan bu sözcük, anayasa yapıcı ve koyucularını da niteleyen bir sıfattır ve askeri idareler tarafından veya onların isteğine (daha doğrusu direktiflerine) göre yapılan anayasalar sivil olarak nitelenmemektedir. Peki, anayasaların doğrudan sivil (elbiseli) kişilerce yapılması onların sivil anayasa olması için yeterli midir? Bu konuda anayasanın yapılmasını isteyen, anayasayı yapan ve onu kabul edecekler üzerinde de durmak gerekecektir. Günümüzün konusu olan sivil anayasanın hazırlanmasının iktidar partisi tarafından istendiği bilinmektedir. Bu durumda yapılacak anayasanın bu partinin tüzüğünde yer alan politik görüşlere göre hazırlanacağı kuşkusuzdur.. Anayasa taslağını bir üniversiteden seçilen bilim adamları hazırlamaktadır. Anayasanın hazırlanmasını isteyen daha doğru bir deyimle “sipariş eden”, ısmarlayan iktidarın kendi politik görüşü doğrultusunda bir seçim yapmış olacağı kuşkusuzdur. İktidar her halde hiçbir konuda hemfikir olmadığı bilim adamlarına böyle bir görev (sipariş) vermezdi. Anayasa taslağı hazırlanmasında görev alan bilim adamları elbette kendilerine görev verenlerin politik görüşleri ve bu görüş doğrultusundaki talep ve gereksinmelerini bilerek görev yapacaklardır. Basına yansıyan bilgilerden de bugün AKP’nin en çok yakındığı ve rahatsız olduğu Yüksek Öğretim Kurumu, Askeri Şura kararları, türban, dini serbestlik gibi konuların ve Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerinin sınırlanmasının hemen öne çıktığını, ancak seçim adaleti, milletvekilliği dokunulmazlığı gibi konuların hiç veya yeterince işlenmediğini göstermektedir. Bu haliyle yeni anayasa da kendisinden öncekiler gibi tepki anayasası olmaktan kurtulamayacaktır. Bizde 1876 yılından bu yana yürürlüğe konulan anayasalar hep iktidar tarafından verilen haklar toplamı, bütünü olduğu için yukarıda da değinildiği gibi her zaman değiştirilmiş veya geri alınabilmiştir. Ancak modern anayasaların öncüsü olan ABD Anayasası (1787) ve 1791 yılında kabul edilen Fransız Anayasası, devletle halk arasında bir sözleşme niteliğinde kabul edildiğinden bu tür müdahalelerden korunabilmiştir. Yazılı bir anayasası olmamakla ünlenen İngiltere’de ise hukukun üstünlüğü ilkesinin bir sonucu olarak kişi hakları yazılı hukuktan değil yargı kararlarından doğmuş bulunmaktadır. Yani anayasa, hakların kaynağı değil, sonucudur. Bu nedenle bir hükümdarın iradesi sonucu olan monarşik anayasalarla yasama meclislerince yapılan ve demokratik olarak nitelenen anayasalardan farklı olarak bu tür anayasalar kolayca değiştirilemezler veya ortadan kaldırılamazlar. Hazırlanmakta olan ve sivil olarak nitelenen anayasanın kişi hak ve özgürlüklerini güvence altına alan herhangi bir yargı kararına dayandığı hakkında bilgi sahibi değiliz. Aksine bugüne kadar yüksek yargı organlarınca karara bağlanan bazı konuların da bu taslak ile onu ısmarlayan iktidarın talebine veya dünya görüşüne uygun olarak düzenlendiğini yine basına yansıyan haberlerden görüyoruz. Bir anayasanın ideolojiyle bağlı olmasının doğru olmadığını ileri süren komisyon başkanının bu görüşüne de katılmak olanaksızdır. Kendisine has ilkesi ve ideali olmayan bir ülke veya devlet düşünemiyoruz. Atatürk ilkelerini zararlı veya en azından gereksiz görerek anayasadan çıkaran taslağın iktidar partisi, TBMM komisyonları ve genel kurulunda yapılacak görüşmelerden sonra hangi tür ideolojilerle dolacağını düşünmek bile istemiyoruz. Bu konuda söylenecek son söz, bir anayasanın parlamentoda kabulünden sonra referanduma sunulmasının onun meşruiyetini (kabul edilebilirliğini) artırmayacağı olacaktır. Unutulmamalıdır ki, yıllar yılı pek çok kesimden yakınma alan son iki anayasa da referandum sonucudur. Yararlanılan Kaynaklar: SBF İdari İlimler Enstitüsü’nün Gerekçeli Anayasa Tasarısı Prof. Dr. Esin Örücü, Büyük Britanya’da İdarenin Yargısal Denetimi Konuyla ilgili gazete haberleri Nereden Nereye ? Prof. Dr. Necdet ADABAĞ Bir Varmış... Bir Yokmuş... TEMA Ormanlarımız Yanıyor. Seyirci Kalmayın. Fidan Dikim Hattı: (0 212) 284 80 00 www.tema.org.tr irmi yıl önce, dahası on yıl önce ama beş yıl önce değil, kimin aklına gelirdi ki sağdan soldan ya Y bancıların çıkıp Türkiye İslamlaşıyor diye alkış tutacakları... Yirmi yıl önce, on yıl önce henüz içerideki ve dışarıdaki şakşakçı ların bile ayrımında olmadığı sinsice yapılanmanın bugünlerde su yüzüne çıkması ve taraftarların güven içinde utku naraları atarak başarılarını kutlamaları rastlantısal değildir. Beş yıl önce demokratiklaik kitleler derin bir kış uykusundayken bugün alkış tutulan İslamcı kesimler pusuya yatmış; beş yıl sonrasının hesaplarını yapıyorlardı. Daha 1950’li yıllardan, dahası 1945’ten başlayarak yaşanan bir karşıdevrimin sonucudur tüm bu yaşanılanlar. Ülkemizde çokpartili siyasal dizgeye geçmekle övündüğümüz demokratik düzen beraberinde dinin siyasallaştırılmasını getirmiş; din ve dinsel öğeler iktidar sevdası uğruna kolayca harcanmıştır. Bunun somut örneklerini 1961 anayasasına karşın bu yıllarda iktidara gelen Adalet Partisi’nin ve özellikle Demirel’in yaklaşımında aramak gerek. Oktay Ekinci’nin Cumhuriyet’te alıntıladığı bir fotoğrafta öne çıkardığı gibi Demirel seçim mitinglerini cami meydanlarında yapmıştır. Biz, ayrıca ne kadar dindar olduğunu göstermek için de seçim meydanlarına Kuran’la çıktığını eklemek istiyoruz. Seçim meydanlarına Kuran’la çıkan ikinci kişi de Kenan Evren’dir. Dinin ön plana çıkmasındaki ikinci etmen de Prof. Emre Kongar’ın gene Cumhuriyet’te belirttiği “Soğuk Savaş bağlamındaki antikomünizm”dir. Din gene komünizmi engellemek için bir araç olarak kullanılmış ve yıpratılmıştır. O günden sonradır ki ülkemizde dininden uzaklaşan gerçek Müslümanların sayısı azımsanmayacak ölçüde artarken, meydanı boş bulan siyasal İslamcıların dini sömürmek yönündeki açlıklarını engelleyici öğeler giderek azalmıştır. Ayrıca Cumhuriyetçilerin yapamadığını gerçekleştiren siyasal İslamcılar, tinsel ve özdeksel araçlarla kendi çizgilerinde insan yetiştirmişler ve arkalarındaki bugünkü kalabalıkları sağlamışlardır. Bugün İslamcı bir partinin beş yıl sonra gene iktidara en yakın parti olmasının temel nedenleri, bize göre, bunlardır. Yoksa Prof. Nilüfer Göle’nin savunduğu gibi “Cumhuriyetin, kendi çocuklarını yiye yiye buraya geldiği” doğru değildir. Olsa olsa Cumhuriyetin kimi çocukları kendi kendilerini yedi bitirdi. Böyle giderlerse de yok olup gidecekler. Çevremize bakmamız; ülküsünde içtenliğine inandığımız nice insanların inanıyor gözüktüğüne gönülden inanmadıklarını ve çizgi değiştirdiklerini ve bilmem kaçıncı Cumhuriyetçi ya da İslamcı olduklarını ve bu ideolojiye destek verdiklerini görmek olanaklıdır. Atatürkçü Cumhuriyeti içine sindirememiş bu kitlelerin de İslamcı çizginin yol almasındaki payı küçümsenemez. İçteki bu sürece koşut olarak dış dinamiklerin de Türkiye’nin İslamlaşmasını amaçlayan istemlere destekleri söz konusu olmuştur. Bugün adına küreselleşme denilen toplumsal ve ekonomik yapılanmanın işine gelen laik değil, ılımlı bir Türkiye’dir. Boşuna değil, AKP’nin seçimi kazanması karşısında Holbrooke’un zil takıp oynaması ya da Türkiye’deki laik düzeni içine sindirememiş ve İslama karşı bir eylem olarak algılayan Arap ül kelerinin yıllardır duydukları aşağılık kompleksinin yansıması sonucu konuşan Hamas sözcülerinden Fevzi Barhum’un sözleri. Ne ki bu ortamı biz hazırladık. Biz yabancılara kendimizi böyle tanıttık. “Müslümanların Türkiye’nin zencileri” olduğunu biz kendimiz Batı’ya söyledik. Biz dindarla laik ayrımını yaptık. Batı bizden öğrendi bunları. İslamcı kesimin, bilmem hangi kafayla “burjuvalaşmasını” bekleyen gene bizleriz. Çelişkileri yaratan ve çelişkiler içinde boğulan gene bizleriz. Bu nedenle yabancıların sözlerine şaşmamak gerek. Ne ki Batı’da akıllı insanlar da var. İçerideki tezgâhı görenler ve söylenenlere inanmadıklarını gösterenler. AB, örneğin, “Türkiye’nin giderek İslamlaştırılmasının endişe verdiği”ni belirtiyor. Claudia Roth, “Türkiye Müslüman değil, laik bir ülkedir” diyor. Amerika’nın umurunda olmayabilir ama AB önemsemek zorundadır. Sınırdaş bir ülkenin İslama kayması, beraberinde kendileri için de çok sorun getirebilir. Nereden nereye? 192040’ların en çağdaş ülkelerinden biri olan Türkiye’den İslamlaşmak umudu taşıyanların var olduğu 2000’li yılların Türkiye’sine. Bir şey daha unutulmamalıdır. Türkiye’nin hiçbir zaman Atatürkçü çizgisinden şaşmayacağı; ilke ve devrimlerinden uzaklaşmayacağı; laik ve demokratik düzeninden ödün vermeyeceği; dünyanın en laik toplumlarından biri olarak daha da laikleşeceği ve İslamlaşmayacağıdır. Tersine düşünenler bir gün pabucun pahalı olduğunu anlayacaklardır. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle