18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 MART 2007 SALI 14 KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Yücel Erten sıradan bir oyundan başarılı bir sahne olayı yaratıyor AYNA ADNAN BİNYAZAR ‘Yaşamak mı yoksa ölmek mi?’ eçenlerde Metin And’ın eleştirmenlikle ilgili şöyle bir belirlemesine rastladım: ‘İnsanın beğendiği bir yapımı cömertçe övebilmesi, iyi bir işin hazzını paylaşması, tadına doyulmaz bir zevktir’ (Gösteri, sayı 27, 1983). Tam da o sırada, uzun zamandır ilk kez, baştan sona tiyatro keyfi duyarak izlediğim bir yapımı yazmayı düşünüyordum. Melchior Lengyel’in 1942’de yazdığı iki kez sinemalaştırılmış metinden Jan Mendell’in oyunlaştırdığı ‘Yaşamak mı Yoksa Ölmek mi’, ADT’nin 20062007 döneminde sahneye çıkardığı oyunlar arasında yer alıyor. Epeyce bir süredir ‘serbest yönetmen’ olarak çalışan Yücel Erten’in eski kurumu için sahnelediği bu oyunu yeni açılışından üç ay sonra izleyebildim. (Yeri gelmişken, bu kocaman ayraç içinde şunu belirtmeliyim: Eleştiri yazıları oyunların seyirciye sürekli olarak sunulduğu ekim ayı ile bir sonraki haziran ayı arasında okunur en çok. Bu demektir ki bu köşede iki haftada bir yazdığıma göre ‘doğru zamanlamalı’ on altı yazı için yerim var. Değerlendirmelerimi geciktirmemek için, kimi zaman birkaç oyunu gerekçe de göstererek aynı yazıda buluşturuyorum. Ancak, bu tür yazılarda yer alan oyunları ‘geçiştiriverdiğim’ izlenimine kapılındığı anlaşılıyor. İzleyemediğim, eleştirisini yazamadığım çalışmalara emek verenler ne demeli o zaman?) Sanat Hayatın Yorumudur La Fontaine’in “Ağustosböceği ile Karınca” öyküsünü bilmeyen yoktur. Kışın ortasında aç kalan ağustosböceği, karıncadan yiyecek isteyince, “Bütün yaz ötüp dururken düşünecektin bugünleri!” der, karınca. Çocuk yaşlarımda bu öyküyü üst üste okur, yoksul yaşamımla da bağdaştırarak, bu sözle onuru ayaklar altına alınan o şenlik böceğinin kapının önündeki haline ağlardım. ??? Birçok ülkede eğitimciler, okullarda La Fontaine öykülerinin okutulmasını sakıncalı bulmuşlardır. Karınca, acımasızlığın haklılığını simgeliyor, ağustosböceğinin düşkünlüğü, çaresizliği insanı eziyor; belki ondan... Doğasal oluşum yönünden ağustosböceğinin kışın ortaya çıkması gerçeği yansıtmıyor. Çünkü ağustosböceği kışın yaşamaz. Yaz aylarında öte öte içi boşalır, ondan geriye ağaca yapışık zardan bir gövde kalır; bir neden de bu olabilir... Sesi bağda bahçede çınlayıp doğayı şenlendiren bu kara böceklerin ağaca yapışık ak kabukları, gün gelip insanın da onun gibi sesinin soluğunun kesileceğini, kuruyup yokluğa karışacağını düşündürtürdü bana. ??? Bir pazar günü, TV’de bu öykünün yorumlanmış bir çizgi filmini görünce içime insan olmanın aydınlığı yayıldı. Öykü, dünyada herkesin bir yeri, yapacağı bir işi olduğu ana düşüncesi çevresinde gelişiyor, karşımıza değerbilir bir karınca çıkıyordu. (Öykünün bu sanatsal yorumla okul kitaplarında da yer aldığını görmek ne güzel!) Mevsim kış. Ağustosböceği yine süklüm püklüm, kapının önünde. Karınca, “İyi ki geldin. Yazın senin şen türkülerinin coşkusuyla çalıştık. Kazandıklarımızda senin de payın var. Ne zamandır eğlence nedir bilmedik. Geç piyanonun başına da çal, şenlendir bizi!” der, onu içeriye alır. Gözümüzün önünde eğlenceli bir sahne... Ağustosböceği parmaklarını piyanonun tuşlarında gezdiriyor, dinleyeni duygudan duyguya uçuran parçalar çalıyor. Yaşlısı genci, karıncalar müziğe kapılarak oynuyor. Mezar sessizliğindeki kör karanlık, bir anda şen şakır karıncalarla düğün evine dönüyor. Dünya bir şenliktir artık! ??? Sanat, hayatın yorumudur. Sanatçı, görünenin ardındaki gerçeği arar, insanı sanatsal bir yorumla bir dünyadan alır, başka bir dünyaya götürür. Şiir, resim, ses, yontu, öykü... Her sanatçı, görüntüsünü sezdiği gerçeğin arayıcısıdır. Sözü Van Gogh’a verelim: “Sanatçının işi, yaratılışta eksik olanı tamamlamaktır.” Duygudan duyguya geçişim; kiminin erdem, kiminin duyarlık, kiminin sezgi dediği kişilik zenginliği, sanatla kurulur. Politikacılar, erdemini sanatın insancıllaştırmasından alan bir küçücük karıncadan ibret alsalar kim bilir nasıl anlamlı kılarlar yaşamı!.. ??? Cumhuriyet’in Hafta Sonu ekinde ebru sanatçısı Gülseren Sönmez’le yapılan bir röportaj çıktı. Ebru, bir tür kâğıt süslemeciliğidir. Yüzyıllarca hep aynı yöntemle yapıldığı için, rastlantısal biçimlerle kalmıştır. Sönmez, yeni bir şeyi deneyerek ebru sanatıyla nü’ler, hayvan resimleri çiziyor. Çizilen artık ebru değil, resimdir. Gazetede Sönmez’in çizimlerini görünce, o zamandan bu zamana minyatürlerimizin neden sanatsal yorumdan geçirilip, o kökten beslenen arayışlara girişilmemiş olmasına nasıl yandım! Öyle olsaydı, kim bilir dünya resminin hangi enginliğinde parlardı yıldızımız?.. [email protected] G ‘Yaşamak mı Yoksa Ölmek mi’ daha önce iki ayrı Hollywood filminde kullanılmış bir metinden oluşturulmuş. Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı olarak sunulan oyuna sahnede farklı bir albeni kazandırılıyor. ‘Yaşamak mı Yoksa Ölmek mi’ oyununu Türkçeleştiren ve sahneleyen dolayısıyla metnin sahnede soluk alıp verişine birinci elden katkıda bulunmuş olan Yücel Erten, oyun broşürünü usta işi bir yazıyla donatmış. Sahnede yer alan her bir öğenin işlevini ve aynı zamanda nasıl bir estetik boyuta hizmet ettiğini, ‘parçabütün’ ilişkisini gözden hiç kaçırmadan, ayrıntılı olarak açıklayan Erten’in bu metni, ‘sahne olayı’nı başarılı kılma yolunda ‘el yordamı’ ile çalışma alışkanlığındaki ya da ‘oyun yönetmeyi öğrenme’ aşamasındaki meslektaşlarına ‘ders’ olabilecek nitelikte. Dahası, sahnelemeyle ilgili olarak yaptığı belirlemeler eleştirmene de fazla söz bırakmıyor. Yine de bize iş düşüyor. Metin And’ın, yukarıda belirttiğim yayında yer alan bir başka deyişiyle, ‘Olayın yazılı ifade veren tek tanığı eleştirmen’dir çünkü. Boş bir alandan oluşan Akün Sahnesi tıpkı İrfan Şahinbaş gibi çoğunlukla, görselişitsel açıdan ‘fiyakalı’ buluşlar içeren yapımların uza da oluşuyor. Bu platformda, minik eklemeler/çıkartmalar yoluyla/görsel efektlerle, birbirinden farklı uzamlar yaratılıyor. Sertel Çetiner’in ustalıklı sahne tasarımı, Seyhun Ayaş’ın ‘marifetli’ ışık tasarımı, Funda Çebi’nin ‘dönem’i incelikle yansıtan giysileriyle buluşunca, ‘boş alan’dan zengin bir tiyatro dünyası yaratılıyor. Oyun, içeriğiyle ve biçimiyle ‘tiyatroculuk’ olgusuna yaslandırılmış; bir grup tiyatro sanatçısının sahne üstünde, kuliste, tiyatro dışında yaşadıkları yanında, onları Gestapo uygulamalarıyla karşı karşıya getiren ‘tehlike’yi savuşturma çabalarını, iç içe oluşmuş ‘oyun içinde oyun’lar ve ‘oyunculuk içinde oyunculuklar’ biçiminde dile getirirken, bir yandan da Hitler’e karşı ‘tiyatrocu hünerleri’yle savaşan komik kahramanlarını yüceltiyor. Oyunculara büyük iş düşüyor. Müzikle, dekorla, ışıkla oluşturulmuş büyüyü oyun boyunca sürekli kılan tutturan onlar... Disiplinli ve canlı ekip oyunculuğu yanında, parlak bireysel yorumlar da var. ‘Oyun içinde oyun’ döngüsü içinde birkaç rolü birden yumuşak bir oyunculukla iç içe sergileyerek ‘yıldızlaşan’ Mithat Erdemli, olayların merkezindeki ‘güzel kadın’ı sevimli oyunculuğuyla capcanlı kılan Servet Pandur, tiplemeleri ‘ses’e ve ‘jest’e yansıyan minik özelliklerle çekici yapan Mehmet Akay, Zafer Güllü (mızrak tutan ‘ikili’), Mesut Baran (Kemik kıran Erhardt), Akın Erozan (Schulz) ve Nezih Işıtan, İlhan Kantarcı, Zerrin Epikmen, Aykut Ünal, İlham Yazar, Kayhan Sarıgöllü... ‘Yaşamak mı Yoksa Ölmek mi’, ‘önemli tiyatro yapıtı’ sayılma iddiası olmayan, ama içerdiği ‘oyunsuluk’ nedeniyle Yücel Erten gibi ustaların eline düştüğünde sahne üstünde güzelleşen bir oyun. Kaçırmayın! OYUNCULUK İÇİNDE OYUNCULUK SÖZ YÜCEL ERTEN’DE mı oldu. ‘Yaşamak mı Yoksa Ölmek mi’ oyunu için yaptığı çalışma, Erten’in ‘fiyakalı’ yapım kotarma açısından zorluk çekmediğini bir kez daha gösteriyor. Oysa oldukça yalın bir sahne anlatımı kullanılmış. Bu yalınlık içinde öyle ‘alımlı’ ve ‘çalımlı’ bir ‘duruş’ ve ‘akış’ kotarılmış ki, Erten’in yazısından çalıntı yapmak gerekirse, ‘büyü’ tutuvermiş. Karanlıkta başlıyor oyun. Önyan düzlemde, spot altındaki piyanist (Bora Ateşyakan/İlter Vurucu), Çiğdem Erken’in oyun için özel olarak yaptığı beste/müzik düzenlemesinin ilk adımlarını atıyor. Oyunu sonuna dek taşıyacak, tartımı denetleyecek, seyircinin ‘izleme edimi’ni yönlendirecek başarılı müziğin piyano icrası yanında, yer yer koro ve solo seslenişler de girecek devreye... Geri düzlemdeki dev projeksiyon perdesinde ise Hitler’in Avrupa’yı savaşın eşiğine getirişini gösteren film parçalarından Polonya’ya geçiliyor. Erten, fonda yansıtılan Varşova görüntülerine zaman zaman ‘dekor’ işlevi de yüklüyor. Oyunun merkez enerjisi ise sahnenin ortasına yerleştirilen döner platform Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, Cengiz Bektaş’ın ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü Cengiz Bektaş’ın oldu. Adnan Binyazar, Abdülkadir Budak, Müslim Çelik, Refik Durbaş, Şükrü Erbaş, Bahar Gökler, Emin Özdemir’den oluşan Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü Seçici Kurulu, 58 yapıtı değerlendirdi ve ödülün 2007 yılı için “Dün Bugün” adlı kitabıyla Cengiz Bektaş’a verilmesini oyçokluğu ile kararlaştırdı. 1934 Denizli doğumlu olan Cengiz Bektaş, DGSA ve Münih Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi. Cumhuriyet dönemi mimarlık tarihi örnekleri arasında sayılan yapılar gerçekleştirdi, mimarlık ve edebiyat alanında ödüller aldı. TürkiyeYunanistan Dostluk Derneği Başkanlığı, Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanlığı yaptı. Kişi, Akdeniz, Mor, Dört Kişiydiler Bir de Ben, Dört Kişiydiler Bir de Ben + Ustalarım,Yeryüzünün Yüreği, Yer Deli Gök Deli, Zeytinli Fırın Sokağı, Güz Ey, Fide, Dışların İçi, Su Belleği, Su Gölgesi, Sevgi (Alnımın Teri) adlı şiir kitapları yayımlandı. Bektaş’ın çevirileri ve çocuk kitapları da bulunuyor. Cengiz Bektaş’a ödülü, 17 Mart Cumartesi günü saat 15.00’te Ankara’da Türkİş Konferans Salonu’nda düzenlenecek bir törenle verilecek. Törende, şair Müslim Çelik, “Ceyhun Mavisi” adlı bir şiir dinletisi gerçekleştirecek. Ardından Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel’in yöneteceği ve Adnan Binyazar, Refik Durbaş, Şükrü Erbaş ve Emin Özdemir’in konuşmacı olarak katılacakları “Ceyhun Atuf Kansu Şiir Odağında Günümüz Türk Şiiri” başlıklı bir açık oturum gerçekleştirilecek. 1986 yılında konulan Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü, ilk olarak 1993 yılında Sıvas’ta yitirdiğimiz Behçet Aysan “Eylül’’ yapıtıyla kazanmıştı. Ardından, sırasıyla 1987’de Şükrü Erbaş, “Yolculuk’’, 1988’de Emirhan Oğuz, “Ateş Hırsızları Söylencesi’’, 1989’da Müslim Çelik, “Peryavşan’’, 1990’da Salih Bolat, “Karşılaşma’’, 1991’de Ahmet Ada, “Aşk Her Yerde’’, 1992’de Hüseyin Yurttaş, “Kod Adı Mansur’’, 1993’te Hidayet Karakuş, “Sesini Bana Bırak’’ ve 1994’te Abdülkadir Budak, “İmzası Gül’’ adlı yapıtlarıyla ödülü aldılar. 1995 yılında da ödül, “Sürek Avında Dünya’’ adlı kitabıyla Ali Cengizkan’a verildi. 1996’da Gültekin Emre “Taşı Sula’’, 1997’de Oya Uysal, “Uçuruma Düşen Nehir’’ adlı yapıtıyla ödülü kazandı. 1998’de “Suyla Sınanmış Şiirler’’ ile Ahmet Uysal, 1999’da “Suç Duyurusu’’ ile Hicri İzgören, 2000’de “Yer Bezinden Bir Köle’’ ile Hüseyin Peker, 2001’de “Ateşin Düştüğü Yer’’ ile Arif Berberoğlu, 2002’de “Sözümüz Vardı” ile Ahmet Özer, 2003’te “Kumral Gökkuşağı” ile Turgay Fişekçi, 2004’te “Yalnız Karanfil Sokağı” ile Aydın Hatipoğlu, 2005’te “Yorgun Denge” ile Hüseyin Atabaş, 2006’da da “Dünya Tutulması” ile Çiğdem Sezer ödülü alan son ozanlar oldular. DAHA ÖNCE ÖDÜL ALANLAR ‘Kadıncıklar’ Ankara’da sahnede... İstanbul’un eski, güzel semtleri Kültür Servisi Ressam Serdar Samancıoğlu’nun kişisel resim sergisi 9 Mart’a dek Taksim Sanat Galerisi’nde. Samancıoğlu, bu sergisinde yaklaşık 15 yıllık bir süreçten örneklere yer veriyor. Günlük yaşamdan ayrıntılardan İstanbul’un eski, güzel semtlerine uzanan bakışını tuvale taşıyan sanatçı, tuval üzerine yağlıboya yapıtlarında izlenimci akımın etkilerini taşıyan bir resim dili oluşturuyor. Samancıoğlu’nun yapıtlarını Dinçer Erimez şu sözcüklerle anlatıyor: “(...) Samancıoğlu, resimleriyle İstanbul sevdalısı bir ressam olduğunu anlatıyor. Genelde tenha, sessiz sokaklar, Beykoz, Kanlıca, Anadoluhisarı, Göksu, Kandilli eski yalıları, köşkleri, Boğaz, Haliç ve tekneler, vapurlar... Paletinde daima doğanın eşsiz renk uyumunu arıyor. Tüm resimlerinde şiirsel, sıcak bir aydınlık egemen... Serdar Samancıoğlu’nun çoğu resimleri mimari ve doğa güzelliklerini yaşatması açısından İstanbul kenti için sanki bir belge niteliğinde.’’ Lübnan savaşını anlatan ilk film Philippe Aractingi’nin yönettiği ‘Yaz Yağmuru’ adlı filmde İsrail ve Hizbullah arasındaki savaş anlatılıyor Kültür Servisi 12 Temmuz 2006’da 2 İsrail askerinin Lübnan Hizbullahı tarafından kaçırılmasıyla başlayan savaş, Lübnanlı yönetmen Philippe Aractingi’nin filmine konu oldu. İsrail ve Hizbullah arasındaki savaşın anlatıldığı, Lübnanlı yönetmen Philippe Aractingi’nin “Yaz Yağmuru” adlı filminde aşk hikâyesine, müzik olarak patlayan bombalar, ışık olarak havan topu mermilerinin saçtığı aydınlık eşlik etti. Film, Dubai’de yaşayan, boşanmak üzere olan Şii Zeyna’nın, yaz tatilini teyzesinin yanında geçiren oğlunu almak üzere Lübnan’a gelmesiyle başlıyor. Burada, Hıristiyan taksi şoförü Tony ile yolu kesişen Zeyna, taksi şoförü ile birlikte bombaların patladığı kasabalar ve kentler arasında çocuğunu arıyor. ERÇEK BİR SAVAŞ FİLMİ Filmin bazı sahnelerini savaş sırasında çekmek için, başrol oyuncuları Georges Habbaz ve Nada Bu Ferhat ile güneydeki Kana, Sur, Nebatiye, Sıddıkin bölgelerine giden yönetmen Aractingi çekimleri, “Doğaçlama yaparak çabuk çalıştık. Savaş 12 Temmuz’da çıktı, ilk sahneleri 20’sinde çekmiştim” sözleriyle anlattı. Bu şartlarda film çekmenin ekip için de oldukça zor olduğunu belirten yönetmen, ekibin güvenli bölgelerin adresini gazeteci ve yardım görevlilerinden alabildiğini söyledi. Aractingi, filmin Hollywood değil, gerçek bir savaş filmi olduğunu belirterek, “Ölülerin yanından geçtiğimizde, koku nedeniyle burnumuzu tıkamak zorunda kalıyorduk” dedi. Filmde sadece Habbaz ve Ferhat’ın rol yaptığını söylemek yanlış olmaz, Çünkü sahnelerde görülen gazeteci, mülteciler ve mavi berelilerin gerçek olduğu belirtildi. ? ANKARA (AA) Ankara Devlet Tiyatrosu’nun yeni oyunu “Kadıncıklar’’, 8 Mart Kadınlar Günü’nde Altındağ Tiyatrosu’nda seyirciyle buluşacak. Kadın ve kadına bakış açısını müzik ve beden diliyle ortaya koymayı amaçlayan oyun, namus cinayetlerini konu alıyor. Tuncer Cücenoğlu’nun kaleme aldığı ve yönetmenliğini Ensar Kılıç’ın üstlendiği oyunda, Aysel Çakar Kara, Deniz Alver Çamlıdağ, Özlem Tokaslan, Ebru Uysal, Umut Karadağ, Turgay Kılıç, Can Öztopçu, Yaseri Şahbudak, Murat Öz, Ekin Bulut ve Müjde Hayat oynuyor. Yönetmen Ensar Kılıç, oyunun tanıtımı amacıyla Altındağ Tiyatrosu’nda düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmada, töre cinayetleri, kadına şiddet ve berdel uygulamasının diziler aracılığıyla gündeme oturduğunu belirterek ‘’Herkese diyorum ki, kimse töreye, namusa sığınarak kadın öldürmesin. Kadına saygı, insana ve insanlığa saygıdır’’ dedi. G CUMHURİYET 14 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle