19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 5 MART 2007 PAZARTESİ 10 DIŞ BASIN DEĞİŞEN DÜNYADAN HÜSEYİN BAŞ Türkiye, ‘ŞamBeyrutBağdatTahran’ ekseninde yapılacak yeni düzenlemelerin parçası olacak Irak ve yeni gelişen dengeler YORGOS MİHALAKOPULOS* Filistin’de Barış Aslanın Ağzında! Filistin sorunu iki haftadan bu yana barış görüşmelerinin kaldığı yerden başlamasıyla ilgili bir dizi gelişmenin ardından yeniden beklemeye alınmış görünüyor. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, İsrail yönetimi ve arabulucu “dörtlü” görüşmelerin yeniden başlaması için Mekke zirvesinde varılan uzlaşma uyarınca Filistin’de Hamas’la ulusal birlik hükümetinin mart içinde kurulmasını beklemektedir. Ancak son iki hafta gerçekleşen öngörüşmelere bakılırsa işin esasına değgin, daha açık bir deyişle 1967 sınırları içinde Doğu Kudüs başkentli bir Filistin devletinin kurulmasına yönelik görüşmelerin başlaması, dün olduğu gibi bugün de hükümet ortağı Hamas’ın bazı önkoşulları kabul etmesine bağlı. Bunlar, bilindiği üzere, Hamas’ın şiddetten vazgeçmesi, El Fetih’le varılan anlaşmaları geçerli sayması ve İsrail’in tanınması şeklinde sıralanmaktadır. Bu dört koşulun üçü konusunda sorun yok. Sorun, dördüncü koşul olan İsrail’in yeni Filistin hükümetinin ortağı Hamas tarafından da tanınması. Bu koşul, öyle görünüyor ki, en azından görüşmelerin başlaması için “anahtar” niteliğinde. Filistin sorununun elli yıllık serüveni, bir bakıma barış yönünde atılan her adımın, haklı haksız engeller, yokuşa sürme bahaneleri ve tuzaklarının da tarihidir. Bunda müstevli İsrail’in işgali altındaki Filistin topraklarını terk etmeye hazır olmamasının büyük rolü olduğundan kuşku yok. Bu yüzden barış görüşmelerini bazen şiddeti, bazen tanınmayı, bazen de BM Güvenlik Konseyi kararlarını; ya düpedüz hiçe sayarak ya da Amerikan vetosunun korumasına sığınarak sürekli ertelenmesi, yokuşa sürülmesi, savsaklanması, askıya alınmasının bahanesi olarak kullanagelmiştir. Kurulması beklenen yeni Filistin ulusal birlik yönetiminin İsrail’in elinden “Beni tanımamakta ısrar edenlerle barış görüşmelerine nasıl oturabilirim” bahanesini elinden alarak onu çıplak gerçekle karşı karşıya bırakması, kanımızca en salim yol olarak görünmektedir. ??? Önceki yazımızda da altı çizildiği gibi sorunun önündeki engeller salt bununla sınırlı değildir. Engeller, buzdağının asıl kütlesi suyun altındadır. Görüşmeler ilerledikçe, İsrail’in art niyetleri, kaçınılmaz bir biçimde de birer ikişer ortaya çıkacaktır. İsrail’in yıllardır sürdürdüğü çözümsüzlük politikalarının temel hedefi “zaman kazanmak” ve kazanılan zaman içinde işgali altındaki Filistin topraklarının en verimli bölümlerini “ilhak” etmenin hazırlıklarını sürdürmektir. Daha da kötüsü, yeni yerleşimler kurarak eskilerini pekiştirip “utanç duvarları” inşa ederek, Filistin topraklarını ve halkını bölüp parçalayıp içinden çıkılması olanaksız bir labirente çevirerek bütünlük içinde bir Filistin devletinin kurulmasını imkânsız hale getirmenin çabasındadır. Ve bunu 50 yıldır, demokrasi ve insan hakları havariliğini kimseye bırakmayan anlı şanlı ülkelerin gözü önünde ve onayı ile yapmaktadır. Dünyada toprakları silah zoru ve entrikalarla gasp edilmiş, öz yurdunda göçmen olarak sefaletin en koyusu içinde yaşamaya çalışan, Tanrı’nın her günü canına, malına tecavüz edilen bir başka ülke yoktur. Filistin, tüm dünya için yüzyılın kanayan yarası, yüzkarasıdır. “Barış Şimdi” (La paix maintenant) adını taşıyan İsrail sivil toplum kuruluşunun sözcüsü Dror Etkis’in de dediği gibi ‘kolonizasyon sürdükçe bir Filistin devletinin kurulması giderek daha da güçleşecektir.’ (Le Monde, 27 Şubat 07). Oysa ne kolonizasyon ne utanç duvarı inşasında herhangi bir duraklama ortada yoktur. Batı Şeria’da, Kudus’ün doğusunda tüm hızıyla sürmektedir. Bunları engellemeyen, tam tersine teşvik eden İsrail yönetimi yarın bir Filistin devletinin kurulması aşamasına gelindiğinde, eğer niyeti varsa, bu toprakları nasıl boşaltıp sahiplerine geri verecektir? Soruyu olumlu yanıtlamak güç. ??? İsrail’in Doğu Kudüs’teki Mescidi Aksa’nın açık alanının altında giriştiği arkeolojik kazılar, bunun caminin temellerine zarar vereceği ihtimali karşısında başta Filistin halkı olmak üzere tüm İslam dünyasında haklı tepkilere yol açmıştı. O kadar ki, AKP lideri ülkeyi ziyaret eden İsrail Başbakanı Ehud Olmert’e, olayın yerinde incelenmesi için bir “teknik heyet” göndermeyi önermiş ve isteği Olmert tarafından anında kabul edilmiştir. Aslında bu kazıların Mescidi Aksa’nın temellerine zarar vermesi pek olası değil. Ama AKP lideri olayın kendisine İslamcı hassasiyetini sergileme fırsatı verdiği için de Olmert’e, Hamas’ı tanımasıyla ilgili ricasını duymazlıktan gelmesine karşın, teşekkür borçlu olsa gerekir. Ancak, şu teknik heyetin encamı ne oldu, bilmiyoruz. Zira bu konu ortaya çıktığı sırada İsrail zaten çalışmaları 24 saat kesintisiz ve canlı olarak internetten vermeye çoktan başlamıştı. Kanımızca pratik zekâlı diplomasimiz İslamcı hassasiyet sergilemek uğruna bir kez daha yanlış kapıyı çalmıştı. Aslında sözü edilen arkeolojik kazının tehlikesi başka yerde. Asıl üzerinde durulması gereken, İsrail’in bir süredir gizlice yaptığı kazılarla neyi hedeflediğidir. Nitekim 2004 yılında caminin güneye bakan kapısı önündeki açık alanın açılan yolun yıkıldığı sırada arkeolog Yuval Baruh’un eski eserler internet sitesinde yayımladığı bir yazıda bugünkü kazılardan önce toprak altında güneye bakan kubbeli küçük bir Müslüman dua mekânı ortaya çıkarılmıştı. İsrail eski eserler otoritesinin sözcüsü Osnat Goaz’ın “Eğer bu keşif önemliyse korunacak ve kutsal mekânlar arkeolojik parkında yerini alacaktır” şeklindeki beyanına karşın İsrail’in gizlice sürdürdüğü kazıların asıl amacının Doğu Kudüs’ü sahiplenmesine kanıt oluşturacak eski Yahudi mabetlerini ortaya çıkarmak ve “utanç duvarının” şimdiden sınırlarını çizdiği büyük Kudüs düşünü gerçekleştirmek. (Le Nouvel Obs com. 20.02.07, kaynak AP) Filistin’de barış aslanın ağzında. M art 1995’te Kuzey Irak’a Türk askeri girdiğinde dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, “Bu dağlardaki sınırlar yanlıştır. Bunlar petrol bölgesinin sınırlarıdır. Türkiye (bugün) bu sınırın bittiği noktada başlıyor. Bu hattı jeologlar çizdi, bu Türkiye’nin ulusal sınırları değil” demiştir. O günden bu yana 10 yıldan fazla bir süre geçti, ancak Türkiye’nin, bu açıklamaları unutmamış göründüğü gibi, hedef seçtiği politikaları uygulamaya çalıştığı gözleniyor. Türkiye, “SuriyeLübnanIrakİran” ekseninde gelecekte yapılacak düzenlemelerin bir parçası olacak gibi görünüyor. Tezimizi doğrulayan iki önemli tespitten birincisi Irak’taki fiili bölünme. Türkiye’nin önündeki 2 konu ABD Dışişleri Bakanı Rice, “Bölgede bizim hedeflerimizi paylaşan ülkeler, diplomasimizle işbirliğinde olanlardır. Bu ülkeler içinde müttefiklerimiz Türkiye ve İsrail de vardır” demişti. Ayrıca, emekli Orgeneral Ralston’ın “PKK” konusunda Irak ile Türkiye arasında arabulucu olarak atanmasından sonra da Rice, Türkiye’yi korumak için bu gibi atılımlara devam edeceklerini belirtmişti. İşte bu noktada Başbakan Erdoğan, Türkiye için Irak’ın AB’den daha önemli olduğunu vurgulamış, Kuzey Irak’ta oldubittiye yol açılmaması uyarısında bulunmuştu. 2007’de Türkiye’nin önünde iki önemli konu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi ekonomik durumdur. kötüdür. Orgeneral David Petraeus’un Irak’a Günlük ekonomik sorunlar, özel sektörün dış komutan olarak atanmasının ardından yaptığı borçları ve kalkınmadaki yavaşlama sorunlu açıklama önemlidir. General, Irak’a müdahale noktalardır. İkinci önemli konu, siyasi edeceklerine dair “gizli” ümitler besleyen dengelerdir. Erdoğan’ın, ABD’nin Irak sınırdaş ülkelere “Böyle bir şey olursa politikasıyla ilgili yaptığı milliyetçi karşınızda ABD’yi bulursunuz” mesajı açıklamalar ile Gül’ün aynı doğrultudaki verdi. ABD, Kuzey Irak’ın istikrarını ve sözleri, AKP ile milliyetçi MHP’nin Alevi güçlendirilmesini amaçlayan yeni politikasını oylarını kazanma yarışı içinde olduğu, Alevi uygulamaya koydu. Kürdistan Federal Bölgesi nüfusun ise MHP’yi tercih ettiği şeklinde Komutanı Neçirvan Barzani, Kürtlerin kendi algılanabilir. Bu tez genel seçimlerde dikkate kaderlerini belirleme iradesini bir kere daha alındığında, Ankara’nın dengeleri koruma doğruladı. Barzani, Kerkük’e ilginin sadece politikasının (hem Arap dünyası hem de petrolden kaynaklanmadığını, Baas Partisi’nin İsrail’le dayanışma) zaman içinde İran uyguladığı eski rejimine benzer bir şekilde “Araplaştırma gelişeceği olası politikasının” devamına sayılmalıdır. Türkiye ürkABD ilişkilerinin yönelik olduğunu iddia 2007’de sadece kimin yeniden canlanması etti. Kürt lider, ihlal cumhurbaşkanı adayı Kürtlerin Türkmenlere edilmedikçe anayasaya olacağı konusuyla değil petrol gelirinden pay sadık kalacaklarının altını seçimler sonrasında siyasi vermesiyle doğru da çizdi. Başka bir sisteminin işlevselliğini anlatımla şunları söyledi etkileyecek koalisyon orantılıdır. denebilir: Kürdistan hükümetleri gibi sorunlarla bölgesi özerktir, bu da karşı karşıya kalabilir. bölgelerin kendi askerine sahip olma hakkı Kuzey Irak’ta istikrarın sürdürülmesi, yatırımların artmasını sağlayacak. Güneyde de vardır, yeraltı zenginlikleri Kürtlerce denetlenmelidir. Bugün bölgede oluşan ilginç özerk bir Şii bölgesi oluşturulursa Irak günde 2 milyon varil petrol satma hedefine ulaşabilir. durum, Müslüman dünyası dikkate alındığında her biri farklı coğrafyadan iki Bugün günlük üretim 2.2 milyon varildir ve “kutbun” ortaya çıkmasından kaynaklanıyor. bunun 1.5 milyon varili dışarıya satılmaktadır. Bunlardan birincisi Türkiye, diğeri ise İran’dır. Aralık 2006’da Reuters ajansı Irak’ın petrol Hatta İran, Batı’nın Suriye, Lübnan ve Irak’a konusunda geleceğinin parlak görünmediğine karşı başarısız politikaları yüzünden kaybettiği dikkat çekmişti. Ajans buna gerekçe olarak; itibarını tekrar kazanıyor. Diğer taraftan İngiliz askerlerinin Basra gibi önemli bir Türkiye, Lübnan’daki olaylara karıştı, “Kürt petrol kentinden uzaklaşmaları, iç savaş kartının” aleyhinde kullanılması çabalarına gerginliğinin artması, boru hatlarına karşı denge sağlamak amacıyla Hizbullah’la saldırıları göstermişti. Bugün durum daha da T yakınlaştı. Bugün Türkiye ve İran PKK’ye karşı savaşıyorlar. Ancak yarın için, yani Batı ordularının Irak’tan kısmen geri çekilmesinden sonra başlayacak dönemden stratejik avantajlar sağlamaya da özen gösteriyorlar. Bu noktada Türkiye’nin, ABD’nin müttefiki olduğunu belirtmeliyiz. Ancak ABD’nin, 2005’ten beri yoğun bir Amerikan aleyhtarlığı gösteren Türk kamuoyunu da “kazanması” gerekecektir. TürkAmerikan ilişkilerinin yeniden canlanması, ABD’nin baskısıyla Kürt liderlerin, petrol gelirlerinden Türkmenlere pay vermeyi kabul etmesi ile doğru orantılıdır. Buna karşın Türkiye’nin ip üzerinde denge “sınavından” geçmesi gerekecektir. Bu denge Arap ülkeleriyle iyi ilişkileri sürdürmek, İsrail’e destek vermek ve İran’ın bir hükümranlık girişimini engellemek yolunda Mısır ve Suudi Arabistan’la ittifak kurarak sağlanacaktır. Gerçek olan tek şey, bölgenin iyice “ısındığı” ve gelişmelerin süreceğidir. Türk basını, Türk işçilerini taşıyan uçağın Bağdat’ta düşmesi sonrasında, TSK’nin müdahalesinin gerekli olduğunu yazdı.. Jerusalem Post ise, Hizbullah terör örgütünün yok edildikten 6 yıl sonra Türkiye’ye geri döndüğünü duyurdu. Türkiye’nin güneydoğusu terör örgütsüz kalamıyor. Bu kez bağlantıları kiminle? Kürtlerle mi, İranlılarla mı, yoksa başkalarıyla mı? * İonio Üniversitesi Yabancı Diller Bölümü Başkanı Yunancadan çeviren: Murat İlem (Aylık Diplomatia Dergisi, Yunanistan) E N AVRUPALI ETKİNLİK Futbol, AB’nin tutkusu... THOMAS FERENCZİ F ransız futbolcu Thierry Henry formda olduğu zaman İngiliz takımı Arsenal iyi oynuyor. Portekizli Pedro Pauleta tereddüt ettiğinde Fransız ParisSaintGermain etkileniyor. İngiliz David Beckham iyi oynadığında İsyanyol RealMadrid kazanıyor. Avrupa’da futbolla ilgili herkes bu oyuncuların sıkıntılarını yakından izliyor ve her hafta takımlarının performansları hakkında bilgi ediniyor. Bu yaşlı kıtanın çok sayıda vatandaşı için ortak bir Avrupa duygusunun geliştiği bir alan varsa o da futboldur. Bu popüler spor, bugün en Avrupalılaşmış toplumsal etkinliği temsil ediyor. Avrupa’nın en iyi takımları Şampiyonlar Kupası’nda karşılaşmalara başladıklarından bu yana top, ulusal sınırları aşan bir topluluğun konusu haline geldi. Bu tutkulu grup kendi ülkelerinin takımlarını tutmalarına karşın kendi ülkelerinden futbolcuların oynadığı diğer ülkelerin takımlarını çok iyi tanıyor. Komşu ülkelerin futbol takımlarını ve oyuncuların bir ülke takımından diğerine geçişini izleyen bu grubun tutumu aslında kahramanlarının Arjantinli ya da Brezilyalıdan çok Fransız, İngiliz ya da Portekizli olan bir spor etkinliğinin Avrupa boyutunu ortaya koyuyor. Avrupa’da futbol, Avrupa Topluluğu ile el ele gelişti. 1954’te kurulan UEFA ve Roma Anlaşması’yla oluşturulan AB’nin doğumları aynı döneme denk geliyor. AB’ye göre, “Aynı zamanda başlayan bir tarihin sembolleri, birbiriyle belki asla karşılaşmayacak bu iki olay, iki kaderin temellerini atarak bir Avrupa olgusunun oluşumuna katkıda bulunacak.” İttifakın başarısızlığı Taliban hareketini yeniden canlandırdı ve güçlendirdi Başarıların simgesi Ortak tarihlerini kutlamak için Roma Anlaşması’nın 50. yıl törenlerinden kısa bir süre önce 13 Mart’ta Manchester’da Manchester United ve Avrupa’nın en iyi futbolcularından oluşan bir takım karşı kaşıya gelecek. Futbol ancak ekonomik açıdan AB yasalarını ilgilendiriyor. Fransa futbol ligi başkanı Frederic Thiriez, “Büyük takımlar büyük ve tek bir ortak pazarda rekabet ediyorlar” diyor. AB üye ülkelerinin iki katı olan bu büyük pazar Avrupa’da rekabete istisnai bir dinamizm getiriyor. Lüksemburg’daki Adalet Divanı 1995’te Avrupa takımlarını AB’nin diğer ülkelerinden gelen oyuncu sayısını sınırlamayı yasaklayarak en iyi oyuncuların dolaşımını kolaylaştırmış oldu. Portekizli eski bakan Arnaut, 2006’da mali çıkarların gücüyle ortaya çıkan yozlaşmalara son verme yönünde girişimde bulunmuştu. UEFA’nın yeni başkanı Michel Platini ise futbolu “koruma” yönündeki niyetini ortaya koydu. Rekabet eden bir Avrupa’nın aynası olarak futbol başarıların ve düş kırıklıklarının simgesi haline geldi. Fransızcadan çeviren: Elçin Poyrazlar (Le Monde, Fransa, 2 Mart) NATO Afganistan’da kaybetti TARIK ALİ A fganistan’ın BM destekli NATO, yani ortak ABDAB misyonu tarafından işgali 6. yılında. Taliban’ın intihar komandoları, 26 Şubat’ta Bagram’daki “güvenli” Amerikan üssünü ziyaret eden ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’yi öldürmeye kalkıştı. Sadece bu olay bile Cheney’yi Afgan bozgununun boyutları üzerinde düşündürmeye yeter. 2006’da kayıplar tırmanışa geçti ve NATO 64 askerini kaybetti. NATO birliklerinin ABD askerlerinin yerini aldığı Kandahar, Helmand ve Uruzgan’ın 20 bölgesi şimdi direnişçilerin denetiminde. Durum denetimden çıktı. Bayan Bush ve Bayan Blair ilk günlerde bu savaşın amacının Afgan kadınlarını kurtarmak olduğunu söylüyordu. Bugün aynı şeyleri söylemeye cüret ederseniz Afgan kadınları yüzünüze tükürür. Bu felaketin sorumlusu kimler? Neden ülke hâlâ baskı altında? Washington’ın bölgedeki stratejik hedefleri nelerdir? NATO’nun işlevi nedir? Ve bir ülke, daha ne kadar süre işgal altında tutulabilir? Taliban devrildiğinde pek az insan gözyaşı döktü, ama Batı demagojisinin yeşerttiği umutlar çabuk söndü. Türedi seçkinlerin yabancı yardımları hortumladığı, yolsuzluk ve adam kayırma çeteleri oluşturduğu ortaya çıktı. İnsanlar acı çekiyordu. Evini kaybetmiş bir aile için bir kulübe yapmanın maliyeti 5 bin dolar bile değildi. Peki, kaç adet ev yapıldı? Hemen hemen hiç. Afganistan’da her kış yüzlerce evsiz Afgan donarak ölüyor. Yolsuzluk kanser gibi yayıldı Batılı halkla ilişkiler şirketlerine dünyanın parası verilerek yaptırılan ve asıl hedefi Batı kamuoylarının gözünü boyamak olan seçimler NATO’ya desteği artırmaya yetmedi. Afganistan, sınırlı bir Marshall Planı tarzı müdahale ile daha güvenli bir hale getirilemez miydi? Bedava okul ve hastaneler, yoksullara hükümet destekli konutlar yapılması, Sovyetler’in 1989’da çekilmesinin ardından yıkılan toplumsal altyapının yeniden oluşturulması, ülkeyi istikrara kavuşturabilirdi. Afyon üretimine bağımlılığı azaltacak tarım ve hayvancılık endüstrilerinin desteklenmesi için de hükümet yardımı gerekiyordu. Bütün bunlar güçlü bir devlet ve farklı bir dünya düzeni gerektiriyor. Kendi ülkelerinde özelleştirmeyle meşgul NATO ülkelerinin başka ülkelerde yararlı toplumsal deneyimlere kalkışmasını beklemek safdillik olur. Afganistan’da seçkin yolsuzluğu bir kanser gibi yayıldı. Üst düzey yetkililer, yeniden yapılanma için ayrılan Batı fonlarını hortumlayıp kendilerine güzel konutlar yaptılar. Başkan Hamid Karzai’nin kardeşi Ahmet Veli Karzai, ülkenin en büyük uyuşturucu baronu haline geldi. NATO’nun saldırılarının da sivilleri hedef almasıyla ABD karşıtı protestolar patlak verdi. İlk başlarda çoğu Afgan tarafından 11 Eylül’ün ardından El Kaide’ye karşı gerekli bir polisiye eylem olarak görülen şey artık emperyalist bir işgal olarak algılanıyor. NATO’nun artık bu savaşı kazanması mümkün değil. Daha fazla asker yollamak daha fazla ölüm demek. ABD’nin Afganistan’da stratejik bir hedefi yok gibi... Irak’ta ihanet eden Avrupalı müttefiklerini yola getirmek için bu çatışmaya gerek duymuyorsa tabii. Evet, El Kaide liderleri hâlâ yakalanamadı ama onların yakalanması için savaş ve işgal değil, etkili bir polis çalışması gerekiyor. Peki, NATO çekilirse ne olur? Böyle bir durumda, İran, Pakistan ve Orta Asya ülkelerinin etnik ve dinsel çeşitliliğe saygılı bir konfederal bir anayasaya destek vermeleri kilit önem taşıyor. NATO işgali bu görevi kolaylaştırmadı. NATO’nun başarısızlığı Taliban’ı yeniden canlandırdı. İngilizceden çeviren: İrem Sağlamer (Counterpunch internet gazetesi, 28 Şubat VEFAT Çalışma arkadaşlarımızdan Tülay Doruk’un annesi, Taner Doruk’un sevgili kayınvalidesi TÜRKÂN BAYRAK 03.03.2007 Cumartesi günü vefat etmiştir. Merhumeye Allah’tan rahmet, arkadaşlarımıza, ailesine ve sevenlerine başsağlığı dileriz. CUMHURİYET ÇALIŞANLARI CUMHURİYET 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle