10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 18 ŞUBAT 2007 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI dishab?cumhuriyet.com.tr Burası Avrupa ne de olsa! B odrum katındaki rutubetli odanın yer yatağında gözlerini açtı. Odaya uykunun ağırlığı çökmüştü. Bir bebek mızırdanmasından başka ses yoktu henüz. Ranzalar karanlık bir sabaha sırtlarını dönenlerin devinimiyle gıcırdıyordu. Yan şiltede yatanlara baktı. Bir adam, bir kadın ve bir çocuk. Hayatının bir gün değişeceğini düşündü. Yatakhanelerde, yemekhanelerde, görevlilerin gözetiminde geçen bu toplu hayat elbet bir gün bitecekti. O da iki yıl önce bu uzak memlekete gelen komşusu gibi tek göz apartman dairesine geçebilir, bir iş bulabilir, hatta kimbilir birine âşık bile olabilirdi. Sabah sabah hayallere dalmıştı yine. Birazdan “patron” gelip ona sallanmamasını bir an önce hazırlanıp çıkmasını söyleyecekti. Ağzı kokan bu adamdan nasıl da nefret ediyordu. Oradakilerin hepsi sömürüldüklerini biliyor yine de başkaldırmıyorlardı. Onun kadın haliyle ne gücü vardı ki. Herkes gibi onun da ayakta kalabilmek için çalışması, çalışması, çalışması gerekiyordu. “İş” dedi içinden “işe çıkmalıyım”. Gün bodrum katındaki odaya zar zor giriyordu. Her sabah kasvete gözlerini açan bir grup insan soğuk banyolara doğru yürürken büyük olasılıkla lanet okuyorlardı şanslarına. “Bu kadar yeter” deyip yataktan kalktı. Hızla kimse görmeden giyindi. Kadın olduğunu başkalarına hatırlatmaktan uzak durmayı öğrenmişti. Canı çok yanmıştı. Bir daha istemiyordu. Banyodaki işini bitirdikten sonra patronun ona doğru geldiğini gördü. “İyi” dedi adam tatsız bir sesle, “Hazırsın. Bugün sen alacaksın çocuğu ve Louis Meydanı’na gideceksin. Bugün cumartesi, bütün zingolar oradadır”. “Zingo”nun çok parası olan yolunacak insan anlamı taşıdığını ilk geldiğinde öğrenmişti. Patron çocuğu hazırlamasını söyledi ve çekti gitti. İşte bu en sevmediği bölümdü. Annesinin koynunda mışıl mışıl uyuyan 3 yaşındaki minik yavruyu alıp işe çıkması gerekiyordu. Herkes BRÜKSEL ELÇİN POYRAZLAR o yaşta bir çocuğun sakin durmayacağını bilir. Onu kahreden ise bu yavruya uygun bir dozda uyku hapı vermesi gerektiğiydi. Yoksa işe yaramazdı. Bir an nefretle doldu içi. Evet bu düpedüz duygu sömürüsüydü. Peki ama onlar sömürülmüyor muydu? “Eğer ben sefalet içindeysem dışarıda birileri bundan sorumlu olmalı” dedi içinden. Yapmalıydı onlara göstermeliydi. Bir gün gelecek herkes anlayacaktı. Sert hareketlerle çocuğu aldı annesinin kucağından. Kadın ona yalvarır gibi baktı. Umursamadı. İlacı ezerek sütün içine koydu. Gözlerini yeni açan çocuğun eline tutuşturdu plastik bardağı. Yukarı çıktılar birlikte. Kapıdaki görevli gerekli kâğıtları alıp almadığını sordu. O da başıyla onayladı. Adamın kuşkulu bakışları altında hızla çıktı demir kapıdan. Nereye kaçacaktı ki zaten. O bu soğuk ülkeye kendi ülkesindeki sefaletten kurtulmak için kaçmıştı. Durumu daha öncekinden iyi değildi. Ama burada daha çok fırsat ve olanak vardı. Burada “demokrasi” denen bir şey vardı. Henüz ne işe yaradığını bilmiyordu ama büyüklerin konuşmasından duymuştu arada sırada. Burası Avrupa’ydı ne de olsa. Louis Meydanı’na geldiğinde zingoların o an sıcak, geniş ve güzel evlerinde keyif çattığını düşündü. Daha alışveriş için erken bir saatti. Her zamanki noktasına doğru ilerledi. O pahalı mağazanın kapısı hep açık olurdu ve içerden gelen hoş kokulu bir sıcaklık sarardı bedenini. Böylece dizleri üstünde oturduğu saatler boyunca daha az gerilirdi kasları. Çocuk iyice sakinleşmişti. Torbalarla sardığı uyduruk minderi mağazanın tam karşısına ana caddeye bakacak şekilde koydu. Böylece yoldan geçenler onu görebilecekti. Yavaşça diz çöktü. Çocuğu uygun bir şekilde yerleştirdi kucağına. Elini havaya kaldırarak avucunu açtı. İşte gerekli pozisyonu almıştı. Bugün hatırı sayılır bir para götürmesi gerekirdi patrona. Dilencilik zor zanaattı. Yalnızım, yalnızsın, yalnız... alnızlıklar bile farklı yaşanıyor yeni dünyada... Çok tekdüze bir yalnızlık hissediyor insan, Ortabatı Amerika’nın kuzeyinde uçsuz bucaksız ovalar eyaleti olan Minnesota’da. Buralarda yalnızlık, Cemal Süreya’nın betimlediği gibi bir ovanın düz oluşu gibi bir şey sanki ya da Rilke’nin benzetimiyle, akşamlara denizlerden yükselen, uzak ıssız ovalardan esen ve şehrin üstüne göklerden düşen bir yağmur. New York, Chicago ve Los Angeles. Bu üç büyük Amerikan şehri dışında, nüfusu 1 ile 5 milyon arasında olan birçok kent var ABD’de; Türkiye’deki karşılıklarıyla Kocaeli veya Bursa gibi ya da Avrupa’dan Frankfurt veya Manchester... Ancak Amerikan şehirleri eski kıta şehirlerinden öylesine farklı ki, insan Amerika’da tuhaf ve tanımlanması zor bir yalnızlık hissediyor. İşte “İkiz Şehirler” (Twin Cities) de bunlardan biri. Minnesota eyaletinin en büyük iki şehri, Minneapolis ve St. Paul. Kısaca “İkiz Şehirler” deniyor bu iki şehrin oluşturduğu anakente (metropol), çünkü Mississippi nehrinin iki yanında neredeyse iç içeler birbirleriyle. Ama bir o kadar da ayrılar, tuhaf bir yalnızlık yaşıyorlar, benim gibi. Bir Buda ve Peşte değiller mesela. İdari açıdan birbirlerinden tamamen bağımsızlar, Minneapolis de St. Paul de ayrı belediyeler tarafından yönetiliyorlar ve bu iki belediye “İkiz Şehirler”i ilgilendiren birçok konuda bir araya gelip ortak bir karar alamıyorlar. Özetle bu iki şehir yan yanalar ama birlikte değiller. Aynı içinde barındırdıkları yalnız insanlar gibi. Her ne kadar hatırı sayılır miktarda Hispanik’i ve ülkelerindeki iç savaştan kaçan Somali kökenli Afrikalıyı barındırsa da nüfus yapısında beyaz Amerikalıların ağırlığı çok fazla İkiz Şehirler’de. Ayrıca şehir, içinde bulundurduğu üniversitelerle dünyanın çeşitli ülkelerinden birçok öğrenciye de ev sahipliği yapıyor. Ancak beyaz Amerikalılar ve kalan nüfus arasında hemen her Amerikan şehrinde görülen ayrıklık burada da kendini gösteriyor. Hispanikler ve Afrikalılar genelde; kendi kabuklarına çekilmiş bir halde, cemaatleri içinden pek çıkmadan yaşamlarını sürdürüyorlar. Aynı şekilde, üniversitelerdeki etnik öğrenci grupları da, ki buna bu satırların yazarının başkan yardımcısı olduğu Türk Öğrenci Derneği de dahil edilebilir, genelde sadece kendi içlerine dönük toplantılar ve etkinlikler düzenliyorlar. Belki de bu etnik ayrıklık ve içe kapalılık neden oluyor o tuhaf yalnızlık duygusuna. Ama yine de insan, bu orta büyüklükteki Amerikan şehrinde “Neden yalnızım” sorusuna kolay bir cevap veremiyor. MINNEAPOLIS Evet doğru, Amerikan toplumu bireyselliği dünyada belki de en üst düzeyde yaşayan bir toplum ve Amerikan CEYHUN ENGİN yaşam tarzı, Amerikalı olsun olmasın ABD’de yaşayan herkese bu bireyselliği dayatıyor; belki bunun bir etkisi olabilir bu yalnızlık duygusunda. Benzin ABD’de özellikle Türkiye ve Avrupa’ya göre çok daha ucuz ve insanlar sokaklarda yürümek yerine en kısa mesafelere bile taşıtlarıyla gitmeyi tercih ediyorlar. Dolayısıyla şehir merkezlerindeki birkaç ana cadde ve sokak dışında sokaklar günün hemen her saati bomboş oluyor. Yalnızlığın bir başka nedeni belki de budur. Şehirlerde suç oranları çok yüksek olduğu için, yetişkin insanlar dahi sokağa yalnız çıkmaya cesaret edemiyorlar, aileler çocuklarının kapı önünde bile oynamasına pek sıcak bakmıyorlar. İşte, belki de tüm bunlar açıklamaya yetiyor İkiz Şehirler’deki sokakların ıssızlığını. Ancak yine de tüm bu gerekçeler, İkiz Şehirler’de iktisat doktorası yapan benim hissettiğim yalnızlığı tamamıyla açıklamaya yeterli olmuyor. Galiba tek başıma ABD de değil bu yalnızlığın nedeni. 300 milyon insan yaşıyor ABD’de, yaklaşık 2.5 milyon da İkiz Şehirler’de. Evimi de çok değerli bir arkadaşımla paylaşıyorum. Okulda, dünyanın birçok ülkesinden sınıf arkadaşım ve ders verdiğim için de sınıflar dolusu öğrencim var. Böyle bir ortamda yalnızlıktan söz etmenin anlamı var mı denebilir. Ancak eğer, yabancı bir diyarda, ülkemin toprak kokusundan yoksun yaşıyorsam, sevdiklerimin sıcaklığını içime çekemiyor, sevdiğimin yanağına dokunamıyorsam, çevremin tanışıklığını arıyorsam yalnızım demektir; hem de yapayalnız. Tek idealleri yüksek maaş alabilecekleri bir üniversiteye kapağı atmak olan, ülkelerinde ve dünyada olup biten sosyal ve siyasal olaylara ilgisiz ve ders çalışmaktan artan boş zamanlarını barlarda sabahlayarak ya da alışverişte geçirmeyi tercih eden sınıf arkadaşları, asıl görevleri ve amaçları olması gereken dünyada olup biteni tamamen bilimsel bir merak güdüsüyle hareket edip açıklamak yerine, ileri tekniklerle süslenmiş gerçek dışı varsayımlarla ürettikleri modellerini öğrencilere dayatan fildişi kulelerindeki akademisyenler ve bu arkadaş çevresi ve böyle bir akademik ortamda elde edilen başarıyı ölçü kabul eden bir eğitim sistemi içinde insan kendini nasıl yalnız hissetmez? Bu yalnızlığın ortasında insanın aklına Mustafa Kemal’in Büyük Taarruz sonrası ölü Yunan askerlerine bakarken söylediği söz geliyor ister istemez: “Ah çocuk! Kim gönderdi sizi buralara?” Zorunda olmasam, gitmezdim. [email protected] Y Gürhan’ın hep acelesi vardı ürhan Uçkan edebiyat G âşığıydı. Güzel öyküler yazmak, güzel dizeler yaşamından uzakta kalmış bir mülteciye özlemiştir diye zeytinyağlı yaprak sarması kurmak istedi. Hep bu gayret bile hazırlamıştı. Uzun bir içindeydi. Sevdiği İsveçli aradan sonra Gürhan, Ayfer yazarları Türkçeye çevirdi. ve Günseli ile bir aile havasını soludum. Hafta Bir de roman yazdı. Fotoğrafı da severdi. Artık sonları böyle devam etti. antika sayılabilecek Hafta arasında da Gürhan’la Praktica’sı ile Stockholm’ün akşamüstleri kafamıza ve karakteristik köşelerini de havamıza uyan barlarda gene görüntüledi. O görüntülerden acele olmak üzere birer sonunda şirin bir Stockholm kadeh atma alışkanlığı sergisi çıktı. geliştirdik. Öykü, şiir, çeviri, fotoğraf Konu hep edebiyattı. Yazdığı çalışmalarını boş öykülerden söz ediyor, zamanlarına sığdırmak İsveç’in dışardan zorundaydı. Daha doğru bir görünmeyen yüzünü anlatıyordu. ifadeyle tam gün çalıştığından geriye kalan Türkiye’ye gittiğinde ailemi vaktinde asıl sevdiği işleri ziyaret etti. İki yıldır yapmaktaydı. Yani boş vakti göremediğim üç yaşındaki yoktu. Bu yüzden de hep oğlumun filmini çekti. İstanbul’da, Ankara’da acelesi vardı. Gürhan’ı 5 Aralık 2006’da arkadaşlarıma uğradı. kaybettik. Tam ilk kez bir Oğlumun filmiyle birlikte Türk yazarın Nobel çantasında bir öykü ve bir Ödülü’nü alacağı hafta. şiir kitabıyla döndü. İlk kitaplarını birlikte kutladık. Edebiyatçı olarak o günleri yaşamak isterdi; oysa Orhan Yıllar böyle geçip gitti. Pamuk’un ödülünü aldığı Gürhan öğle paydoslarında o gün Gürhan’ı Ankara’ya sırada çalıştığı hastaneden gönderdik. Noel öncesi ve fırlayıp faks merkezlerinden Yarın ya da Bilim sonrası İsveç’te işler yavaş ve Sanat için yazı S T O C K H O L M fakslar, postaya yürür. O yüzden bir şeyler atar ya İsveç’teki da başka bir şeye yetişirdi. Yemek Yabancı Gazeteciler saatinde yemeği Birliği çatısı hemen ayaküstü altında atıştırır, yazılarla OSMAN İKİZ Gürhan’ın uğraşırdı. Hastanedeki işten anısına düzenlediğimiz toplantı 9 ayrıldıktan sonra Şubat’a sarktı. Dışişleri büyükelçilikte çalışmaya Bakanlığı basın merkezinde başladı. İsveç basınını düzenlediğimiz toplantıya izliyor, çeviri yapıyordu. Bu Türk ve yabancı gazeteci arada Cumhuriyet’e de arkadaşlarla Büyükelçi yazmaya başlamıştı. Bazen öğlen saatlerinde yazı elinde Necip Egüz katıldı. Tabii çocukları Günseli ve Barış radyoevine koşturur, faksı da da anneleri Ayfer ile birlikte ben çekerdim. Birkaç yaz toplantıdaydı. tatil aylarında İsveç Radyosu Anma toplantılarında anılan Türkçe yayınlarında da çalıştı. 1990’ların kişiyi tanıyanlar kısa konuşmalar yaparlar. En ortalarından sonra kısıntılar yakından tanıyanı başladığından beraber olduğumdan o kısa birkaç çalışma olanağı kalmadı. dakikalık konuşma süresini Onu, üç yıl önce romanı uzatıp Gürhan’ı anlatmak yayımlanınca bu kez konuk bana düştü. Bu sayfada olarak stüdyoya davet ettim. Gene aceleyle geldi, yıllardır Gürhan Uçkan imzasını gören ve yazılarını programda çalınmasını okuyanlar için de istediği müzik parçalarını da konuşmamı kısaca getirmişti. 70’li yılların özetliyorum: romantik parçalarından kopamıyordu. Hep acelesi vardı... 1981’in Ekim ayında İsveç’e Kasımın ikinci yarısında geldiğimde not defterimde telefon ettim. Telefon aramak üzere bir isim ve açılmadı. Ayfer’i işinden telefon numarası vardı. O, aradım. Çok hasta olduğunu Gürhan Uçkan’dı. Birkaç gün söyledi. “Biraz iyileşince sonra aradım. Stockholm’ün görüşürsünüz” dedi. 5 merkezindeki kültür Aralık’ta hastanede doktorla sarayında buluştuk. Acelesi randevusu vardı. Ama vardı. Yuva kapanmadan hastaneye gidemedi. Farsta’ya gitmesi Günseli’yi Anlaşılan buralardan gitmek yuvadan alması gerekiyordu. için her zaman olduğu gibi gene acelesi vardı. Bir dostu, Elinde küçük bir alışveriş torbası vardı. Günseli’ye bir hümanisti kaybettik. şekerlemeler almıştı. Hafta Ben Gürhan’ı böyle andım. sonunda evine davet etti. Gazete sütunlarındaki Türklerin yerleşim imzalarla, okurlar arasında zaman içinde görünmez bölgelerinden uzakta sakin bir mahallede huzurlu bir eve bağlar oluşur. Anıları sizinle gittim o hafta sonu. Ayfer, ev paylaşmak istedim. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, “Hollywood’un en iyisi” dediği oyuncu ve yönetmen Clint Eastwood’a madalya taktı. Chirac, Paris’te başkanlık sarayının avlusunda dün düzenlenen törende, 76 yaşındaki Eastwood’a “Legion d’Honneur” ödülü verdi. Chirac madalyayı takarken “Fransa, size bu madalyayı takarken, büyük yeteneğinizi, yönetmenlik dehanızı ve dünya sinemasındaki seçkin yerinizi kutlar” diye konuştu. (AP) Eastwood’a Chirac’tan madalya Uygarlıkların doğduğu topraklar K arlsruhe’de çok önemli bir sergi açıldı 20 Ocak’ta. Şanlıurfa yakınlarındaki Göbeklitepe’de 1995’ten bu yana çalışmalarını sürdüren Alman Arkeoloji Enstitüsü arkeologlarının gün yüzüne çıkardığı yapıtlar, insanlığın en eski anıtları! “12 bin yıl önce Anadolu’da – İnsanlığın en eski anıtları” gerçekten olağanüstü bir sergi. İnsanlığın o günlerde tarihinin en önemli adımını atmış olduğunu gözler önüne seriyor. Bundan 12 bin yıl önce bu yörede yaşayan Neolitik çağ insanları göçebeliği bırakıp köyler kurmuş, yerleşmişler. Avcılıktan çiftçiliğe ve hayvancılığa geçerek de insanlık tarihinde bir dönüm noktasını gerçekleştirmişler, kısacası bir devrim yaratmışlar. Toplum yaşamındaki bu önemli değişim olmadan günümüzdeki yaşam gerçekleşemezdi. İşte Göbeklitepe’de bulunanlar bu devrimsel değişimin kanıtlarıdır. Anadolu’da mağara yaşamını bırakarak tarıma başlayan o insanlar insanlık tarihinde bir dönüm noktası gerekleştirmişlerdi. Göbeklitepe kazıları Anadolu’daki en eski anıtsal kült yapılarını, insanlığın ilk büyük yerleşimlerini, tapınağını, hayvanların evcilleştirilmesi ile tarımın başlangıcını belgeliyor. Hatuşa ve Troia’nın ardından, gerek Göbeklitepe, gerekse Çatalhöyük ve Nevali Çori’de bulunanlar, dünyanın en eski yerleşimlerinin Anadolu topraklarında olduğunu kanıtlamıştır. Avrupalı artık şunu da kabullenmektedir: İleri uygarlığın çıkış noktası yüzyıllardır sanıldığı gibi eski Yunan değil, şimdi üzerinde yaşadığımız Anadolu’dur. 12 bin yıl önce yerleşik olmuş insanların Göbeklitepe’de inşa ettiği tapınağın beş metreye varan T biçimindeki, üzerinde tilki, yılan, akbaba ve akrep gibi çeşitli hayvan yakınlarındaki Örencik köyünün Göbeklitepe’sinde 80 bin metrekarelik alanda yer üstüne çıkarılanlar yerleşik bilgileri altüst edici buluntular... Alman arkeologların Göbeklitepe’den daha çok beklentileri var. Almanya Cumhurbaşkanı Horst Köhler ile Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in himayesinde Karlsruhe Sarayı’nda açılan sergiye Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç “işi çıktığı” için katılıp öngörülen konuşmasını yapmadı. Çoğunluğu Türkiye müzelerinden getirilmiş 450 eser, Göbeklitepe, Nevali Çori, Çatalhöyük, Hacılar, Çayönü ve Köşk kazılarında bulunmuş yapıtlar. Göbeklitepe yapılarının günümüze dek özelliklerini yitirmeden kalmalarının nedeni, o çağ insanlarının anıtların üzerini kapatarak yöreyi terk etmiş olmaları. Karlsruhe’de su şıralar bir başka ilginç sergi daha kapılarını açtı ziyaretçilere. 10. yüzyıldan günümüze İslam seramikleri. Göbeklitepe sergisi gibi bu sergiyi de düzenleyen Baden Eyalet Müzesi yetkilileri, tanıtımda, “Eski Mısır, Babil ve Pers toprak sanatlarından etkilenmiş olan Ortadoğu seramikleri, sonraki yüzyıllarda Avrupa’da fayans ve seramik sanatının gelişmesinde büyük rol oynamıştır” diyor. www.ahmetarpad.de STUTTGART AHMET ARPAD figürleri olan dikilitaşların kopyaları da Karlsruhe’de sunulan önemli eserlerden. Sergideki buluntular çağ insanlarının nasıl yaşamış olduğunu gözler önüne seriyor. Yerleşim, gıda, ticaret, avcılık, tarım, hayvancılık, din ve el sanatlarından örneklerle Göbeklitepe resmin taşa ilk kazındığı yer, dünyanın ilk tapınağının bulunduğu yerleşim, Adem ile Havva’nın cennetten atıldıktan sonra görüştükleri ilk mekân! Şanlıurfa CUMHURİYET 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle