19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 9 EKİM 2007 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Anayasa Tartışmalarını İzlerken Laiklik gerek tarihsel oluşumu ve gelişmesi ve gerekse içeriği bakımından rasyonel düşünü içerir. Dolayısıyla çeşitli yorumlara açık, yeni tanımlama girişimlerinin her yöne çekilebileceğini bu taslağı hazırlayanların bilmemesine imkân var mı? O halde ister istemez bu girişimlerin hedefi nedir sorusu gündeme oturuyor. Açlık Çizgisinde Bir ‘Demokrasi...’ “Halkının dörtte üçü, hatta daha çoğu okumasız, yazmasız, bilgisiz ve halkının yarı aç yarı tok yaşadığı ülkelerde klasik demokrasi işleyemez. Kamu özgürlükleri bu koşullarda uygulanamaz, seçimler anlamlarını yitirir. Böyle durumlarda demokrasinin biçimsel yöntemlerinin uygulanması, yığınlara kendi çıkarları için oy verdirten feodalite mensuplarının egemenliğini saklamaya yarar.” Kırk yıl önce Prof. Maurice Duverger böyle yazmıştı kitabında!.. ??? Türkiye’deki son genel seçimde AKP’ye oy veren milyonların nasıl yaşadıklarını, nasıl geçindiklerini, neler yeyip içtiklerini düşünürsek, niye böyle bir sonuca vardığımızı anlamamız kolaylaşır.. Açık açık belirtiyorlar; halkımızın çok büyük bölümü açlık çizgisinde, hatta o çizginin de aşağısında yaşıyor... Evet, seçmenimizin yarıdan çoğu korkunç bir yoksulluk içinde çırpınıyor... Evine, kapısına getirilen kömür çuvallarına; pirinç, yağ, peynir torbalarına muhtaç.. dağıtılan yiyecekleri kapışmak için birbirini çiğniyor... Yükseköğrenim bitiren gençlerimiz iş arama, bulma, bulmama savaşında... Ancak belki bir mutlu azınlık belli bir düzeyin üstünde, geri kalanı yoksulluğun acıları içinde kıvranmakta ise o ülkede gerçek bir demokrasiden, gerçek bir seçimden; bilerek, düşünerek oy verebilen bir yurttaş çoğunluğundan söz edilebilir mi? ??? Kimse kendini aldatmasın! Kimse, AKP yüzde yetmiş milletvekili çıkaracak kadar oy aldı diye gururlanmasın! Kimse Türk seçmeni başarılı oldu diye sevinmesin! Çadırlarda bir tabak yemek için birbirini iten, ramazan aylarındaki ziyafetlerin bundan sonra da her gün yaşanmasını özleyen bir ortamda da yaşıyoruz! Kendimize yetmiyoruz. Borsalar, bankalar, yabancı işletmeler, şirketler Türk halkına çalışmıyor; Türk halkının yararına, çıkarına, sağlığına, geçinmesine hiçbir katkıları yok.. tam tersine, onun elindekini avucundakini de kapmakta yarışıyor! “Yüzde 46.7 oy aldık, halkımız arkamızda” diye övünen yöneticilerimiz ise elde kalan ne varsa, toprak altı toprak üstü.. sular, denizler, ırmaklar, babadan kalan her şeyi her şeyi üç beş kuruşluk çıkarlar için, bugünü kurtarmak, hesapları kapatmak uğruna tüketmekten çekinmiyor!.. ??? Öte yandan imzalar, adlar toplayıp.. “Bir milyon kişi çıkın.. bu gidişe dur diyelim” çağrıları... Bir milyon yurttaş benden yana, ama kaç milyon var onlardan yana! Anakara’da İstanbul’da, İzmir’de milyonlar toplandık, bağırdık, haykırdık, meydan okuduk.. sonrası!.. Çoğunluğun desteği ile AKP beş yıl daha egemen; Çankaya’sı, Başbakanlığı, tüm bakanlıkları, giderek Cumhuriyetin tüm birikimleri ellerinde!.. Bir büyük bilinçlenmede buluşmamız gerekiyor. Dağılmadan, dağıtılmadan, yanlış yollara itilmeden, parçalanmadan, halk için halktan yana, halk tarafından gerçekleştirilecek gerçek bir demokraside!.. Prof. Dr. Kemal ÖNEN C umhurbaşkanlığı tartışmaları sona ermiş gibi gözükürken son haftalarda, “Yeni Sivil Anayasa Taslağı” tartışmaları başladı veya başlatıldı. Demokratik geleneğin yerleşmiş olduğu ülkelerde bu tür tartışmaları izliyoruz. AB Anayasası tartışmaları hâlâ sürüyor. Ülkemizde bu konularda tartışmaların doğal olduğu söylenebilir. Ancak yukarıda adı geçen toplumlarda tartışmaların içeriği ve de hedefi, yerleşik seküler/siyasal/sosyal rejimlerin yapısını değiştirmeye veya bozmaya yönelik öğeler içermezler. Ülkemizde; laik Cumhuriyet rejimi 19201930 yılları boyunca direnç ve engellemelerle, çok kez gerici ve/veya aşırı tutucu kesimlerin ve de dinci grupların başlıca uğraşı olageldi. Hâlâ da bu uğraş değişik şekil, yöntem ve de taktiklerle sürdürülüyor. Bir bakıma bu direnç ve karşıtlık beklenendi. Türk devrimini yapanlar, başta Mustafa Kemal olmak üzere bunu öngörmüş ve gerekli tedbir ve rejimi savunmaya yönelik yöntem ve stratejileri hukuksal, eğitimsel ve siyasal alanlarda, o günlerin şartlarına göre uygulamışlardı. Gerçekten; “dinsel/saltanatçı bir monarşi ile birlikte olan son ıslahatçı meşrutiyet düzeninden” Kurtuluş Savaşı’nı izleyerek birkaç yıl içersinde cumhuriyete geçiş, laik devlete, çağdaşlaşmaya yöneliş kolayca benimsenemezdi. Bu engelleme ve direnci gören ve bilen Mustafa Kemal’in 1927’deki iyi bilinen söylevi (hitabesi) “Türk gençliğine ve Türk istikbalinin evladınadır”. Bu öğüt bugünlerde de geçerliliğini koruyor. Yasalarda ve de anayasada değişmeler yapılması doğaldır ‘Zaferler’ ve ‘Yenilgiler’ Ali BULUNMAZ A ydın zor zamanların insanı değil midir? Onun sorumlulukları, sorgu ve soruları; kendisine verilen aydın payesinin bir ağırlığı yok mudur? O ağırlık, doğruyu söylemeyi, yeri geldiğinde kendini bile eleştirmeyi zorunlu kılmaz mı? Kendi olmayı ve nereden nereye geldiğini bilmeyi? Ayaklarının, öncelikle kendisini insanına ve dünyaya açan topraklara basması; olayları yorumlar, gerçekleri görürken/görmesi beklenirken, tüm yapıp etmeleri ve söylemlerinin tekrar tekrar üstünden geçmesi gerekmez mi aydının? Demokrasi, özgürlük; hak hukuk derken, aynı zamanda onuru da içselleştirip dillendirmesi gerekmez mi? Onuru, yaşamının tam orta yerine yerleştirmesi? Ama hayır, sorumluluk, bilinç ve onur; bunların hiçbir önemi yok bugün. Şimdilerde “yenilgiler” ve “zaferler” var. Kimimiz “yenildiğini” düşünüyor; “ötekileştiriliyoruz” diyor, “kenara itiliyoruz”. Hayır. Bugün değersizleştirilmeye ve içi boşaltılmaya çalışılan bir onur var elde. Yenilgi değil bu. Gerçek aydının “hayır”ına karşılık, sahtelerinin “evet”leri ve yüzlerinde, “zafer” kazanmış bir edayla kocaman bir gülümseme var. Koşulsuz, sorgusuz ve alay edercesine. Fakat onların, onuru ve yılların kazanımlarını elinin tersiyle itme gibi bir aymazlığı evetlemesi mümkün müdür? “Her şeyi istediğimiz gibi yaparız” türünden bir baskı kurma eğilimi ve gü cün boyunduruğundaki cemaatleşme, bir zafer midir? Elbette değildir. Bu, olsa olsa yanılgıdır, aklı ateşe atmaktır; bilinç çekilmesidir. Her şeyden önemlisi onuru ötelemektir. Bir yenilgi yoktur ortada, zafer de. Olup biteni tüm çıplaklığıyla görenler ve duyanlara; bu yüzden endişelenenlere, güce ilişen ve “Alışırsınız, her şeye alışırsınız” diyen nobranların “Korku yaratıyorsunuz, işleri yokuşa sürüyorsunuz” biçimindeki saldırıları sürmektedir. Nur topunun ışığıyla yüzü gözü “aydınlanmıştır” bunları dillendirenlerin; “zafer” kazandıklarını sanmış, yengilerini ilan etmişlerdir. Her yere eni konu kendilerini kopyalayanlar. Hayır yerine evet demeyi seçenler. Bindikleri balonlarla yüksekten ve kıtalararası yolculuklara uzananlar. Gerçek aydınları, “sahte” gibi göstermeye çalışan ve susturmaya çabalayanlar… Gerçekte korkanlar onlar. O nedenle kendileri gibi olmayanı yanlarına yaklaştırmıyorlar. Özgürlük ve demokrasiyi de, iktidarlarını sağlam kılmak için, onuru çeperde bırakarak kendilerince yorumlamaları da bu yüzden. Cemaatlerinde mutlu ve varsıl yaşıyorlar. Fakat bir “zafer” mi bu? Baskı, zafer midir? Gerçek zaferler onurla kazanılır; onun olmadığı “utku” geleceğin yenilgileri değil midir aslında? Tarih, bunun örneklerinin yazılı olduğu büyük bir kitaptır. Okumak isteyene kendisini açar… ancak rejimin ruhuna ilişkin değiştirmeler veya bozmalar ne kolay ne de isabetli yaklaşımlardır. Yeni ve “sivil denilen” ve bir kısım akademisyence hazırlandığı bildirilen taslaktaki bazı tekliflere bakınca göze çarpan husus; Atatürk’ü söylemlerden çıkarmak, sanki unutturmak isteği veya izlenimi oluyor. Atatürk adının geçtiği tümcelerde, kusurmuş gibi Kemalizm arama tutkusu ve “Anayasalarda ideoloji olmaması gerekir” şeklindeki savlar ve bu savları bilimsellik kılıfı(!) ile örtmeye yönelik çabalar gözden kaçmıyor. Bu yaklaşım her şeyden önce tarih bilincini göz ardı etmektir. Atatürk, Kemalizm sözcüğünü pek tutmaz ve de kullanmazdı. Atatürk’ün düşüncesi ve hedefi; tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti, Türk ulusu kimliğini öne çıkaran ulusalcılık ve de çağdaşlaşma ile onun vazgeçilmez öğesi olan laik devlet düzenidir. Bunlar, temel idealleri olup bu anlamda ister bir ideoloji ister bir düşün biçimi ve yöntemi olarak algılansın, anayasamızın ruhu ve temel ilkeleridir. Yoksa; sanmıyorum ama taslağı hazırlayanlar bunlara inanmıyorlar mı? Gerçi daha sonraki beyanlarda anayasadaki ilk dört maddenin korunacağı ifade edildiyse de ilk etki ve tepkiler sürüyor. Aslında Atatürk’te donmuş, değişmez bir düşünsel yaklaşım aramak yanılgıdır. Zira Atatürk şöyle diyordu: “Ben, manevi miras olarak hiçbir nassı kati, hiçbir donmuş kalıplaşmış düstür bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.” Neye engel oldu, anayasada “Atatürk İlkeleri” deyiminin bulunması ve de Atatürk adının geçmesi? Çağdaşlaşma çabalarına mı? Siyasal, sosyal, kültürel, bilimsel, ekonomik ve diğer gelişmelere mi engel oldu?.. Halen dünyadaki toplumlar ve uluslar arasında oldukça saygın bir yer almamıza mı set çekti? Onun seküler cumhuriyet düzeni, AB’ye üye lik konusunun gündeme girmesindeki dayanaklardan biri değil mi? Saf inancı veya ibadeti mi engelledi. Evet, laik Cumhuriyet düzeni ve rejimi bazı şeyleri engelledi ve/veya dışladı, halen de bunlara karşı duruyor: Hurafeye, dogmatizme, gericiliğe, ilkelliğe, cehalete, din sömürüsüne karşı oldu. İnaçların sömürülmesine ve/veya çarpıtılmasına ve bundan çeşitli türde çıkar umanlara ve de sağlayanlara karşı çıktı ve çıkmayı sürdürmelidir. Bu arada anayasa taslağının içeriğindeki bazı konulara ve hazırlama yöntemlerine dönük olarak toplumun değişik kesimlerince; düşünürler, siyasetçiler, medya, yargı, akademik kurumlar ve diğerlerince ileri sürülen düşünceler, çekinceler ve/veya tenkitleri doğal söylemler olarak görmeyip yadırgayan, kızan ve de içerikten yoksun gelişigüzel beyanları, yanıtları garipsememek elde değil. Bu tartışmalar münasebetiyle eğitim kurumlarına devam eden ve edecek olanları; “tıpkı bakkaldan, marketten alışveriş yapanlara” benzeten beyan ve düşünceleri işitince yükseköğretime bakış açısı olarak hayret ve üzüntü duymamak olası değil. Anayasada yer alan laiklik kavramına ilişkin “operasyonel belirlemeleri erozyona uğratabilecek değişiklik önerileri de gözden kaçmıyor”. Laiklik gerek tarihsel oluşumu ve gelişmesi ve gerekse içeriği bakımından rasyonel düşünü içerir. Dolayısıyla çeşitli yorumlara açık, yeni tanımlama girişimlerinin her yöne çekilebileceğini bu taslağı hazırlayanların bilmemesine imkân var mı? O halde ister istemez bu girişimlerin hedefi nedir sorusu gündeme oturuyor. Tüm bu tartışmaların altında yatan husus; toplumun büyük bir kesiminde, yerleşik laik demokratik Cumhuriyete ve rejime yönelik direnç, yıpratma ve onu aşındırma olasılıklarının yarattığı tereddüt ve kuşkular olup, bunlara karşı oluşan söylemler, haklı düşünsel tepkilerdir. PENCERE Karşımızda PKK Değil ABD Bulunuyor... Pazar günü bu köşede yayımlanan yazı şu satırlarla sona eriyordu: “... Koskoca Amerika’nın Irak’ı işgal ettikten sonra ülkenin kuzeyindeki PKK terör örgütünü kolları arasına, başka deyişle aguşuna alıp himaye etmesine ne dersiniz?.. Anadolu Türkleri bunu da sineye çekip ne diyorlar: ‘ Stratejik müttefikimiz Amerika...’ Yoooo... Bu kadarına düpedüz ‘ahmaklık’ denir.. Geri zekâlılık denir... Ve müsaadenizle eblehliğin ta kendisi denir.. Eğer Batı karşısında Türklüğün ahmaklık demek olmadığını ispat etmek istiyorsak, adam gibi davranalım... Şu adına ‘dincilik’ denen geri zekâlılık belası, aklımızı başımızdan mı aldı?..” ? Kâğıda dökerken yazının üslubu üzerinde düşünmüş, kendi kendime sormuştum: Acaba çok mu ağır?.. Pazar günü akşamı sorunun yanıtı geldi: “Şırnak’ta 13 şehit!..” Yazı hafif bile kalmıştı... ? Öfke, tepki, kızgınlık.. Acı, gözyaşı.. Peki, akıl nerede?.. Önce bir soruya serinkanlılıkla yanıt vermek gerekir: Güneydoğu’da Türkiye’nin karşısında PKK mi var?.. Hayır... Peki, kim var?.. Amerika!.. ABD Irak’ı işgal etmiş, kuzeyine yerleşmiş, Barzani ve Talabani gibilerini avucunun içine almış, PKK’yi tepeden denetliyor ve himaye ediyor... Daha öncekilerin de, pazar günü öldürülen 13 şehidin de katili kim?.. Hiç kuşku yok: Amerika!.. ? Türkiye zavallı bir halde... Dışardan yönetiliyor... Dışa bağımlı... Hem politikada.. Hem ekonomide.. AKP içerde “Ilımlı İslam Devleti Modeli”ni kurmak için Amerikan güdümüne girmiş... AKP, laik Cumhuriyetin sonunu getirmek, devletin içeriğini değiştirmek için ABD’ye muhtaç... ABD bir eliyle AKP’yi, öteki eliyle PKK’yi tutarak Atatürk Cumhuriyeti’nin sonunu getirmek yolunda yürüyor... ? Artık her kim bu gerçeği görmezlikten geliyorsa ve “stratejik müttefikimiz”e körü körüne biat etmenin Türkiye’nin sonu olduğunu görmüyorsa kör, şaşı ya da beynelmilel oyunun parçası demektir... Dincilik Türkiye toplumunu körleştirdi... Ramazanda iftar, sahur, niyaz, eğlence, lüks, softalık ve uçukluk salatasını alabildiğine kaşıklayanların toplumunda, şehitlere ayıracak vaktimiz var mı?.. Sadaka Topluluğu Ali TURGUT Ç inlilerin; “Bana balık verme / Nasıl tutacağımı öğret” söyleminin arkasındaki felsefeyi anlamamak bir yana, kasıtlı olarak uygulamamaya ne demeli? Dinimiz yozlaştırılmadan önce, fitre ve zekât, mali durumu yeterli olanların imkânlarını başkaları ile paylaşmaları idi. Sosyalizmin temel ilkelerinden biri denilebilecek bu âdet, Müslümanlığın önde gelen, doğal ve baskısız bir uygulamasıydı. Fitre ve zekât, sadaka değildi. Olandan olmayana geçirilen varlık taksimiydi. Gösteriş için değil, sevap ve iyilik için, hemcinsiyle dünya nimetlerini paylaşmak için yapılırdı. Bu yardımları alan, sosyal düzenli toplumun, şerefli bir parçası olmaya devam ederdi. İzlemekte olduğumuz, odun, kömür, erzak, ramazan paketleri dağıtımı, milyonlarca insanı aylığa bağlamak, ne fitredir ne de zekâttır. Siyasi bir nedenle yapılıyor sa: Sadaka torbasında rüşvet, Özgürlüğü ele geçirmek, Tembelliğe alıştırmak, Bağımlı hale getirmek, Sadaka topluluğu yaratmak, demek yanlış mı olur? Sosyal servislerinin yasal olarak artırılması yerine, toplum, oy toplamak için özgürlüğü aşındırılıp bağımlı topluluğa dönüştürülürse, uymaya zorlanabilen, siyasi güç olarak kullanılabilir. Sonuç olarak da, üretimsiz ve kendisini besleme yeteneği de olmayan, sadaka ile yaşamaya alıştırılmış, hazır yiyen, özgüvenini yitirmiş bir topluluk yaratılır. Böyle bir topluluk, ileride anarşinin temelini oluşturabilir. O topluluk, hakkını ve özgürlüğünü geri istediğinde, ilk hücum edecekleri de, topluluğu yaratanlar olur. Anarşi başlar. Tarihin her devrinde, sömürülenler, sömürenleri cezalandırmıştır. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle