18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 OCAK 2007 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Ayinesi İştir Kişinin Lafa Bakılmaz! Atasözümüz “Ayinesi iştir kişinin” diyor. Gerçekten ayinesi iştir kişinin, Sayın Başbakan. Parti izlencesine, ne denli, altını çizerek ve de büyük puntolarla “Laikiz, demokratız, hukuka saygılıyız” diye yazsanız da “... lafa bakılmaz” sözcükleri kulaklarımızda yankılanmaktadır. PENCERE Na To Kafa!.. Eski kuşakların algılama noksanı olanlar için söyledikleri bir tekerleme vardı: “Na to kafa, na to mermeri...” Anadolu’nun ortak kültüründen türeyen bu özdeyiş küt kafalıları vurgulamak için kullanılırdı. Bugün Türkiye’nin ve dünyanın hali alabildiğine aydınlandı. Ama, yaşadığımız olayları sersem sepelek seyredenlere ne demeli?.. ? Laik, çağdaş, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti 1912’den 1922’ye dek 10 yıl süren savaşlarla kurulmuştur... Ancak savaş sözcüğü tek başına bir anlam taşımıyor... 1912’den sonra yaşadığımız savaş süreci “İstiklal Harbi”ne dönüştü... Nasıl?.. Mustafa Kemal’in liderliği sayesinde “ümmet”ten “millet”e dönüşüm, savaşın ateşinde hızlanmaya başladı... ? Ümmetten millete dönüşüm bizde Avrupa’dakinden çok değişik koşullarda gerçekleşmiştir. Batı’da bu işin tarihi başkadır; sanayi devriminden uzakta yaşayan Türkiye’de “Vatan” ve “Aydınlanma” tohumlarını topluma iki şair ekti: Tevfik Fikret.. Namık Kemal.. Mustafa Kemal’in yetişmesinde şiir kültürü bu nedenle derin bir etkiyi yansıtıyor. ? Bir ümmet toplumu laikleşmeden uluslaşamaz... Osmanlı’da yaşayan etnik grupların çözülmesi bu nedenle kaçınılmazdı; çöküntü ve çözülme sonunda, devleti üstlenen Türkler “sadık tebaa”nın birdenbire Osmanlı’ya düşmanlaştıklarını gördüler.. Balkanlar elden gitmişti... Anadolu ne olacaktı?.. ? Emperyalizm, Anadolu’yu da Sevr’le paylaştırmıştı... 1912’den beri süren savaşın son ve en can alıcı noktası Sevr idi; emperyalizmin açık seçik bir haritaya dönüşen “iradesi”ne karşı çıkılacak mıydı?.. Mustafa Kemal’in liderliğinde yürütülen Milli Kurtuluş Savaşı’nın anlamı budur. Emperyalizme karşı çıktık... ? Anadolu 10 yıl süren savaş sürecinin sonunda Türklerin oldu... Anadolu’nun yazgısında iki olgu sonucu vurguladı: Tehcir.. Mübadele.. Tehcir (muhaceret, göç) Ermenilerin, mübadele (değiş tokuş) Rumların zorunlu olarak Anadolu’yu terk etmeleridir. Bu iki sancılı olay konusunda bugün ne söylenirse söylensin, on yıl süren savaşların yarattığı zorunlukların kaçınılmaz sonucu olarak değerlendirilmeleri gerekir. ? “Komünizm tehlikesi”ne karşı Türkiye’yi bir “ileri karakol” olarak kullanan Batı, Sovyetler yıkıldıktan sonra Anadolu’ya bakışını değiştirmiştir. Artık Batı’nın bir ileri karakola ve Türkiye’nin bütünlüğüne ihtiyacı yok!.. “Tehcir”in ve “Mübadele”nin değişik suretlerle 21’inci yüzyılda hortlamasına bu bakımdan şaşılmaz... Kıbrıs’ta AB, Rum ve Yunanlılarla ortaya çıkan tartışmaların yanı sıra Ermenilerin soykırım iddialarının ardına neredeyse bütün Batı yığılmak üzeredir... Soykırım iddiası bir hukuka bağlandığı zaman arkasından gelecek talepler ve aşamalar bellidir.. ? Tam bu süreçte Türkiye içinde “millet”i “ümmet”e dönüştürmek isteyen bir iktidarın kurulmasına ne dersiniz?.. Acaba “Na to kafa, na to mermeri” deyişi bizim için mi icat edilmiştir?.. Bağdat Dersleri: İki BİRİNCİ ders yeni emperyalizmin oyunlarından ve hele onun taşeronluğuna soyunmaktan uzak durmak ise, ikinci ders de “ulus” kavramına dört elle sarılmak olmalıdır. Türkiye halkına İstiklal Savaşı’nın kazandırdığı ve Mustafa Kemal’in bütün boyutlarıyla tamamlamaya çalıştığı “ulus” kavramına sarılmak. Şimdikilerin geri getirmeye çalıştıkları “ümmet” ve “cemaat” kavramlarını reddederek. Irak halkının böyle bir şansı olmadı. Cihan Harbi biterken emperyalist İngilizlerle Fransızların Ortadoğu paylaşımında SykesPicot çizgisinin doğusuna düşen toprakları bir “ulus”un yurdu yapmak kolay iş değildi. Bir kurtuluş savaşından geçmeksizin İngiliz “manda”sından Arap milliyetçiliğine sürüklenen ülkede, Baas Partisi’nin çabaları da etnik bölünmeleri ortadan kaldırmaya yetmedi. Biz, zaman zaman, “uluslaşma” sürecimizin yarım bırakıldığından yakınırız, ama orada bu işin emekleme aşamasına bile gelemediği besbelli. Sonucun ne olduğu, şimdiki iç kavgalardan ve işgale karşı hâlâ gerçek bir “ulusal direniş” birliğinin yaratılamamış olmasından anlaşılmıyor mu? emek ki, kim ne derse desin, Atatürk’ten kalma en değerli miras olan “ulus” kavramını bırakmak şöyle dursun, “ulusdevlet”i tam anlamıyla gerçekleştirmek için daha da artan bir kararlılıkla yola devam etmek gerekiyor. Bu kararlılığı, “insan hakları” diye yutturulmak istenen azınlık baskılarına, Avrupa’nın bölgecilik dayatmalarına, “yönetim reformu” adına devlet yapısına sokuşturulmaya çalışılan ufalama girişimlerine feda etmek, henüz bitirilmemiş olan böylesine değerli bir girişimden vazgeçmek anlamına gelir. Bu açıdan bakınca, AB “kriterleri”nin gerisinde saklanan sinsi niyetleri sezmemek mümkün değildir. Başka türlü demokratik ve eşitlikçi yaklaşımlarla daha insancıl sonuçlara taşınabilecek bir Yugoslavya modelini parça parça edip birbirinden kopuk altı değişik devlete dönüştürmek, BosnaHersek’le Kosova’yı kan gölüne çevirmek çok mu harika bir Avrupa “başarı”sı olmuştur? O halde, AB ile tam üyelik müzakerelerinin kopma noktasına gelmesini, bir ulusal felaket değil, belki de Türkiye Cumhuriyeti’ni daha da güçlendirmek için önümüze çıkmış hayırlı bir fırsat saymak daha doğru değil midir? ürkiye’de ilk Cumhuriyet yıllarının belki çocukça görülebilecek “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle yaratma” hedefine tepki olarak, şimdi de daha “çağdaştır” diye küreselleşmenin sözde ilerici etnik bölünmelerine sürüklenmek pek parlak sonuçlar vermeyebilir. Bağdat’ta olupbitenler bir kez daha gösterdi ki, işbirlikçiler, hainler, kuklalar ve maskeli cellatlar hep böyle uluslaşamamış bölük pörçük toplumlardan çıkmaktadır. [email protected] H. Basri AKGİRAY Emekli C. Savcısı, Eski Parlamenter ürkçemiz, gerçekleri kısa yoldan anlatan özdeyişler, atasözleri ve öz anlatımlarla (fıkra) varsıllaştırılmış en güzel dildir. Atasözleri; uyarıcı, yol gösterici nitelikleriyle bireysel ve toplumsal yaşamın düzenli sürdürülmesinde olumlu etkisi olan bilgi ve deneyime dayalı deyimlerdir. Örneğin, atalarımız, kandırıla, aldatıla edindikleri deneyimler sonucu, sözüyle eylemi çelişen, güncel deyişle, takıyye yapan kişilere “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” atasözünü uygun görmüşlerdir. Ne var ki, atasözleri, özdeyişler ne denli uyarıcı ve yol gösterici olsa da gerek bilimsel gerekse toplumsal alanda, sözeylem uyumsuzluğu yine sürmekte, takıyyeler yine rahatça yapılmaktadır. Gerçekten, son yıllarda siyasetçilerimiz ve özellikle yönetenlerimiz, sözünü ettiğim atasözünü tümden anımsamaz olmuşlardır. Kısa bir süre önce Başbakanımız, irtica eleştirilerine karşı “Anayasamızda devletin demokratik, laik bir hukuk devleti olduğu kuralı yazılı. Partimizin programında da aynı kurallar yer alıyor; daha ne istiyorsunuz?” biçiminde yanıt vermiştir. Sanki, siyasal parti izlencelerinde anayasa ilkelerine aykırı kural koyabilirlermiş gibi “Partimizin programında da aynı kurallar var” diyebiliyor. Atasözümüz “Ayinesi iştir kişinin” diyor. Gerçekten ayinesi iştir kişinin, Sayın Başbakan. Parti izlencesine, ne denli, altını çizerek ve de büyük puntolarla “Laikiz, demokratız, hukuka saygılıyız” diye yazsa T D nız da “... lafa bakılmaz” sözcükleri kulaklarımızda yankılanmaktadır. Geçmişteki o, camili, minareli, sözlerinizi anımsadıkça sizden kuşkulanıyor, bugünkü yönetim biçimini gözledikçe toplum olarak ürküntüye kapılıyoruz; çevrenimiz (ufkumuz) kararıyor. Gerçekten eğer; ülkemizin il, ilçe, belde, köy ve mahallelerine kadar uzanan cami yaptırma dernekleri, cami üstüne cami kondurma yarışında bulunuyorlarsa ve Diyanet İşleri’ne devlet bütçesinden en büyük pay ayrılıyorsa, önceleri aydın din adamı yetiştirmek amacıyla kurulan imamhatip okulları, her yıl çoğaltılarak açılıyor ve bu okullarda dinsel ağırlıklı eğitim görmüş insanlarımız yargı, eğitim ve öteki devlet kurumlarında görevlendiriliyorsa, laik toplum düzenimizi yıkıp yerine dinsel bir yönetim kurma özlemi içinde olan ve bu özlemini kitaplaştırıp yayan kişi devlet bürokrasisinin en üst düzeyinde oturtuluyorsa; kimi törenlerde, toplantılarda haremselamlık ayrımı düzenleniyor, tren, uçak, otobüs gibi değişik yönlü ulaşım araçlarında kıble arayışı sürdürülüyorsa; profesör sanlı, sözde bilim adamlarına peygamberlik, şeyhlik savında bulunabilecek kadar elverişli bir ortam yaratılmışsa, anayasada ve parti izlencelerinde laiklik ilkesinin yer almasının bir anlamı var mıdır? Bir Başbakan, Cumhurbaşkanı’na, yargıya, üniversitelere, silahlı kuvvetlere karşı bir tutum içinde oluyorsa, sorunlarına çözüm dileyen vatandaşını edep dışı sözlerle azarlıyorsa, bir devlet politikası oluşturmadan en yaşamsal konularda “devlet benim” an layışıyla uluslararası sorumluluk taşıyan önerilerde bulunuyorsa, yasa ve tüzüklerdeki o kuralların bir yararı olabilir mi? Böyle bir tutum içinde olan bir Başbakan’ın “Parti tüzüğünde demokratik kurallar var, daha ne istiyorsunuz?” demeye hakkı var mıdır? Ve hele eğer, bir siyasal iktidar ulusal ve uluslararası yüksek mahkeme kararlarını dışlayıp ulemadan fetva almayı yeğliyorsa, yerlerine imamları, yeterli bilgi ve birikimden yoksun olan yandaşlarını yerleştirmek uğruna, sudan nedenlerle yerinden edilen kamu görevlilerinin aldıkları yargı kararlarını uygulamıyor ya da savsatıyorsa, o iktidar başının hukuk devleti olduğu savına inanmak olanaklı mıdır? Anlaşılıyor ki, devlet yönetiminde aslolan yönetenlerin uygulamalarıdır. Unutmamalı ki, Salazar’ın Portekiz’inin ve Franco’nun İspanya’sının anayasalarında da cumhuriyet ilkesi yeralmıştı. Saddam’ın Irak’ı da bir cumhuriyetti. Dahası, İngiltere krallıktır ama demokrasinin beşiği olarak tarihe geçmiştir. Görüldüğü gibi, yönetenler uygulamadıkça anayasalar, yasalar ve siyasal parti izlencelerinde demokratik kurallar var olsa da ters yönde uygulamalar olgulandıkça yazılı kuralların bir değeri olmamaktadır. Böyle ülkelerin laik, demokratik bir hukuk devleti olduğu kabul edilemez. Ve hele eğer, geçmişlerindeki geriye ve karanlığa özlem duyan tutum ve davranışlarını örtmek için “Değiştim!” aldatmacalarıyla halkı avutmaya çabalıyorlarsa o ülkede demokrasiden, hukuktan söz etme olanağı yoktur. Bilinmelidir ki, kışlaları cami, süngüleri minare, miğferleri kubbe olan müminler ordusu Arabistan çöllerinde kum yığınlarına kılıç sallayan Veysel Karani ordusudur ve böyle bir düşsel ordu ile ülkeyi geriye götürmek olanaksızdır. ‘İstanbul’un Taşıma Haddi... Orhan ÖZKAYA stanbul ilinin yerleşim sorununun artık son noktaya geldiğini, kentin en yetkili yöneticisi Vali, isyan ederek dile getirip, “…gelmeyin!” diye halka çağrıda bulunuyor. Sadece ülkemizin değil, dünyanın korunması gereken en büyük tarih ve doğal varlığı olan bu hazinemizi elli yıldır her türlü rant ekonomisinin saldırısına açık hale getirmekten sakınmadık. Onlarca imar planı yapılmasına, Boğaz’ın korunması için onca özel yasa çıkartılmasına karşın, yağma düzeninin önüne geçilememiş; İstanbul dükalığının, kültürsüz mafyalaşmış yapısı, bu güzelim kente kıymayı acımasızca sürdürmüştür. İstanbul, büyük bir “taş kavanoz”a dönüştürülmüştür. Ne plan dinlendi ne de yasa… 3194 sayılı İmar Yasası, 6831 sayılı Orman Yasası, 3030 sayılı Belediye Yasası ve 775 sayılı Gecekondu Yasası, Boğaziçi Öngörünüm Yasası ile bütün bunlara bağlı yönetmelikler aşılarak kaçak yapışlaşma, demokrasinin oy aracı uğruna sürdü. Bütün bunlar, çıkartılan 2981 sayılı İmar Affı Yasaları, orman afları ve idari göz yummalarla siyasal rant adına gerçekleşti. Hiçbir otoritenin bağlayıcılığı işe yaramadı ve “...artık gelmeyin, İstanbul istiap haddini aştı, doldu!..” diye feryat etme noktasına gelindi. İstanbul ülkenin en küçük on sekizinci ili: Yüzölçümü 5289 km2 olan İstanbul, ülkemizin Bilecik, Iğdır, Kırıkkale, Zonguldak, Düzce ve Yalova gibi küçük illeri arasında yer almaktadır. Yüzölçümü büyüklüğü açısından 18’inci sıradadır. İşte, bu kadar küçük araziye sahip bu yedi tepeli dünya ha T İ Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yayınladığı günlük sivil toplum gazetesi tarafsız haberleri, ilginç röportajları, araştırmaları, köşe yazıları ve ülke sorunlarını yansıtan raporlarıyla 10 yıldır okurlarıyla el ele... Tel: 0 212 511 94 94 Abone: 0 212 513 83 00 BİZİM GAZETE rikası kentimizi, bir ticari eşya gibi kullanıp bütün ormanlarını yaktık; sonra 2b uygulamalarıyla konut alanına çevirdik. İstanbul’un tepesine Arap şalı geçirilmek isteniyor: Mevcut iktidarın, özelleştirmelerin yabancılaştırmaya dönüşmesiyle birlikte, ülkenin tüm kamu varlıklarını yabancılara satıp, küreselleşmenin gereğini yerine getirdiğini açıklayarak, dünyaya entegre olduğunu belirtmesi bütün bu yağma ve talanı daha da hızlandırmaktadır. İşte İstanbul, bu kıskacın altında kalarak artık, santim santim ticari ranta sunulmakta… Satılacak, yağmalanacak yerin kalmadığını görmek için uzman olmaya gerek bulunmamaktadır. İstanbul’a göçün durdurulmasını isteyen yetkililer, ne kadar feryat etseler de; ekonomik rantın, siyasal oy hesaplarının dayanılmaz çekiciliği hiçbir kural ve yasa tanımamakta ve bölgeler arasındaki gelişmişlik adaletsizliğini daha da derinleştirmektedir. Bu büyük nüfus yığılması, siyasal iktidarı milletvekili sayısı açısından belirlemede birincil oran teşkil ettikçe, altyapı adı altında daha onlarca Boğaz köprüsü, tüp geçit, metro ve kaldırım taşı dikilir. Ne orman alanı, ne park ve ne de halkın nefes alacağı yeşil alan bırakılır. Her yer bina, her alan taş olur. Bu bir mafya özgürlüğü, dokunulmazlığıdır. Bu düzenden kimler yararlanmaktadır, kimler!.. Halkımız yakın zamanların “kahramanlar”ının yaptığı yolsuzlukları, hiçbir kurala, yasaya sığmayan uygulamalarını acı acı izlemektedir. Ülkeyi babalar gibi pazarlayanların sabırsızlıkları ise, İstanbul’u Arap şeyhlerinin iştahına terk etmektir. Galataport adıyla Boğaziçi kıyılarını doldurarak beton yığınına dönüştürmek, tarihi Haydarpaşa Garı’nı Dubai görüntüsüne çevirerek gökyüzü sırıklarıyla mimari estetikten yoksun, rant ve görüntü kirliliğine yol açıp İstanbul’u Arap şalıyla örtmekten başka bir anlam taşımaz. Köprüler de Arap şeyhlerinin banka cüzdanına eklenecek: Halkın binbir emekle yarattığı bütün kamu değerlerinden sonra, birer para basma makinesi halindeki köprüler de, Arap şeyhlerinin banka cüzdanlarına sığdırılacak. Kemalist devrimin simgesi, aydınlanmanın görkemli birer bayrağı olan tarihi okullar dahi satılmaya başlanmış ve Gedikpaşa Lisesi ilk sırayı almıştır. Özelleştirilen okulun yeni sahibi, söz konusu binayı Araplarla, otel ya da turizm amaçlı bir yapıya dönüştürme hesapları yaparken ve diğer tarihi okullar sırada iken, bir anda ve hızla yeni gündem yaratılıp, köprülerin satışına başlanacağı açıklamaları ortalığı sarıverdi. İstanbul’un tarım alanları, o güzelim yeşillikler içindeki üretim yapan köyleri artık çarpık kentleşmenin, kaçak yapılaşmanın basıncı altında birer varoşa dönüşerek, yok olmuş… Mafyalaşmış sözde kent soylusunun hizmet sektöründe iş arayan, yoksulluğun kırıp geçirdiği çaresizler durumuna düşmüş halkımız, Anadolu’dan “taşı, toprağı altın…” diyerek büyük ümitlerle geldiği bu devin ağzında, dişlerinin arasında kaybolup, birer küçücük yeme dönüşmüş ve yutulup gitmiştir. 15 milyonluk bu koca devin yalnızlaştırdığı halkımız, İstanbul’a yabancılaşmış ve dışlanmıştır. Şimdi de “gelmeyin!..” yaptırımlarıyla karşı karşıya kal mıştır. Oysa “Acaristanbullar”ın talan ettiği İstanbul’da kurulu bulunan sömürü çarkı, ne emir dinliyor, ne de yasa… Karşıdevrimin pençesinde kara bir çarşafa örtünmüş bu mavi, yeşil güzellik, bir de ABD ve AB emperyalizminin halkasına geçirilmiş Arap sermayesinin kapsam alanına alınmak istenmekte… Sonuç : Her yanından taşmaya başlamış ve kilitlenmiş bu şehir, uluslararası finans sermayesinin HongKong’u ya da Dubai’si olmaya özendiriliyor. Ülkenin bütün bankaları yabancılara satılırken, Merkez Bankası buraya taşınıp onlarla oynamaya ve elindeki bütün kartları açmaya zorlanıyor. İktidarın uygulamaları ise tıpkı bir zamanlarda Arjantin’de yaşanan, “devlet, hiçbir alanda ve hiçbir yerde kalmamalıdır” diyen, küresel dünya görüşüne odaklanmış ve Dolmabahçe’yi yazlık çalışma mekânı, tatillerde ara sıra kullanımda tutma hesabı yapmakta… İstanbul, küresel sömürü ekonomisinin simgesi haline ve kapitalizmin vahşi ayak izlerini bırakacağı bir alana dönüşecek. İstanbul’u halkın girişine kapatarak çözüm bulmak ve “gelmeyin!” demek, çözümü bütün Türkiye için yapmayıp dar bir alanda aramak olur. İstanbul’un dolup taşma sorunu işsizlik, açlık ve yoksulluk çıkmazında çaresiz kalmış halkın sorunlarından soyutlanarak çözümlenemez. İstanbul’u bu duruma düşüren halk değil, bugüne kadar hiçbir uyarıya, bilimsel çalışmaya, plana aldırış etmeden yönetenlerdir. Halka “gelme!” demek, kapıları kapatmak, mantığa uygun bir çözüm de değildir. Sorunlar halktan uzaklaşarak, kurtularak değil ancak onunla birlikte olunarak çözümlenir. CUMHURİYET 02 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle